Amaç enformasyon mu, konfirmasyon mu?

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 26 Haziran 2013

Amerika’da liberal eğilimli okumuşlar New York Times gazetesini hiç kaçırmazlar. Artık internetten okuyan sayısı çok arttığı için gazete kaç yıldır kendini bu ortama uydurmak için çaba harcıyor. Haber ve makalelerin altına açılan okuyucu yorumu olanağı oldukça popülerleşti, yazıyı okuyan yorumları da okumadan geçmiyor. Özellikle okuyucuların tavsiye ettikleri arasından ilk beşe, ona girenler, konuyu göbeğinden mıhlayan küçük kompozisyon şaheserleri olabiliyor.

Birkaç ay önce New York valisinin silah edinmeyi daha da güçleştirecek kurallar getirmesi konusunda bir haber vardı. Haberin altındaki birbirinden zekice yorumları sırıta sırıta okurken birden bu işte bir terslik olduğu duygusuna kapıldım ve ben de bir yorum yazdım. Söylediğim, temelde, bizlerin bu gazeteyi bilgi edinmekten çok (enformasyon), düşündüklerimizin onayını görmek (konfirmasyon) amacıyla okuduğumuzdu. Benzer düşüncedeki insanların oturmuş birbirinin sırtını sıvazlayarak ya da birbirine belâgat gösterisi yaparak tatmin olmalarının konunun çözümüne bir katkısı olmadığını yazdım. Bu çok ciddî sorunun iki tarafı olduğunu, karşımızda devleti düşman, vergileri haraç, polisi işgal gücü olarak gören milyonlarca kişi bulunduğunu hatırlattım. Eğer amaç soruna çözüm bulmaksa, birbirimizden çok bu kişilere kulak vermemiz gerektiğini, bizim akıl almaz saydığımız bu türden görüşleri onların aklının nasıl olup da alabildiğini anlamaya çalışmamızın zorunlu olduğunu söyledim.

Benim mesaj yayımlandıktan sonraki saatlerde Times’da görmeye hiç alışık olmadığımız türden yorumlar belirmeye başladı. Demek ki öteki taraftan birileri de bakıyormuş bu gazeteye ama diş bilemekten öte bir şey yapmıyormuş sonucuna vardım. Bu “kontra” yorumların çoğu pek öyle tartışılabilecek fikir niteliğinde değildi (“ya Obama başkanlıktan atılır, ya da biz biliriz ne yapacağımızı” gibi) ama bazılarında huzur, emniyet ve dinî değerlerin elde silah bulundurmakla ne ölçüde özdeşleştiğini görmek, dahası, bunları yazanların içtenliği, en azından benim için çok şaşırtıcı oldu. O günden beridir âdet edindim, Times’da bu türden yazılar okuduğumda “Bu konuda karşı tarafın savı, mantığı nedir acaba?” gibisinden bir yorum geçiyorum, ardından tek tük de olsa bir şeyler çıkıyor, karınca kararınca demokrasiye bir katkıda bulunmuş olduğumu düşünüyorum.

Hav, Wuf, Bau, Bup

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 23 Haziran 2013

New York’ta bir tiyatro topluluğunda çalışmaya başladığım günlerde, hepimizin bir masa etrafında toplandığı bir akşam yemeğinde bana dönüp “Söyle bakalım, Türkçede horozlar ne der?” diye sormuş, “ü-ü-rü-üüü der” deyince de gülmekten mahvolmuşlardı. Amerikalılar horozların “kaka-dudıl-duu” dediğini iddia ediyordu, masadaki Alman “ki-ke-ri-ki,” İsveçli de “ku-ke-li-ku.” Japon arkadaşımız rahmetli Kikue de bunların zırva olduğunu, bu hayvanın aslında “kok-ke-kok-ko” diye öttüğünü güzelce örnekleyerek açıklamıştı. Sonradan bu hayvan sesi karşılaştırmalarının yetmiş yedi milletten adamın birarada yaşadığı New York’un tipik parti muhabbetlerinden biri olduğunu öğrendim.

dogHayvan sesleri, malûm, bir anlam taşımıyor; yani, sözlüklerimizde yeri yok. Bu sesleri yalnızca ses olarak taklit ediyoruz ve toplumlar arasındaki yorum farklılıkları öyle boyutlara ulaşıyor ki, “Acaba bunların köpekleri bizimkilerden farklı mı bağırıyor?” sorusu geliyor insanın aklına. Nasıl olabiliyor da “hav hav” dediğine yüzde yüz emin olduğum hayvanın sesi İngilizcede “wuf wuf”, İtalyancada “bau bau”, Katalancada “bup bup” olabiliyor? Dudakları olmayan kuşcağızın cikciklerinde “pip pip” sesini duymak nasıl bir iştir? Eşek anırtısının “a” ve “i” seslerinden oluştuğunda herkes hemfikir, ama biz eşeğin söze “a” ile başladığını düşünüyoruz, diğerlerinin hemen hepsi “i” ile. Üzerinde en uzlaşılan ses galiba kedinin “miyav”ı, en tartışmalı olanı da domuzunki: “oink, nöff, groin, röf, buu, grunz, knor, hrgu” (bu sesin İbranice, Urduca, Türkçe gibi dillerin ilgi alanına girmemesine karşın).

Şimdi ben Hıdır’ın köşesini niye bu hiçbir işe yaramaz (ne siyaset ne de futbolla ilişkisi olmayan demek istiyorum) bilgi ile dolduruyorum? Görecenin egemenliğine, her şeyin öğrenmeye dayandığına ve mutlak doğru diye bir şey olmadığına bir örnek oluşturabileceğini düşündüm de ondan. Hoşgörüye ulaşmanın yolu her zaman için kendinden biraz kuşkulanmaktan geçiyor bence.

Kendinden kuşkusu olmayanlar diyarına seyahat

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 16 Haziran 2013

Gezi Parkı olaylarının başladığı günlerde New York’tan İstanbul’a yola çıkmaya hazırlanıyordum. Bizim köpeğe yiyecek stoklamak için mahallemizdeki hayvan yiyeceği satan dükkâna gittim. Dükkânın sahibi Filistinliyle çok ahbabız, her uğrayışımda en az on beş, yirmi dakikalığına Ortadoğu siyasî durum değerlendirmesine koyuluruz. Mahallelinin sevdiği, candan, güler yüzlü bir adam. Dükkâna gelen köpeklerin dokunup da abdestini bozmaması için yüksekçe tezgâhının arkasından çıkmaz, ziyaretçi köpeklere isimleriyle hitap edip oturduğu yerden kurabiye atarak durumu idare eder.

Bu gidişimde Filistinli beni görür görmez “Anlat, neler oluyor Türkiye’de” dedi, ben bildiklerimi anlattım, o da arada bir soru sorarak dinledi. Sonra kapının önünde durmuş sigara içen birine Arapça seslendi, adam içeri girince “Bak, seninle ne olup bittiğinden konuşuyorduk, bu adam Türk, durumu izliyor, bir şey soracaksan sor” dedi. Adam soru sormak yerine Arap aksanlı bir İngilizceyle “Ben anlatayım size olup biteni” dedi ve neredeyse kavga tonunda, ellerine havada daireler çizdirerek Erdoğan’ın Suudilerin gazına gelip Sünnilerin padişahlığına heveslenmesinden girdi, İsrail’in çevirdiği dolaplar ve ABD’yi manipüle etmesiyle devam etti, konuyu Rusya, Suriye, İran, Kürtler, Gazze falan üzerinden getirip hiç kavrayamadığım bir mantıkla Gezi Parkı’na bağladı. Ben “Hacı, sen bu işi çözmüşsün” deyince de gayet ciddi bir “Thank you” çekip kendinden memnun dışarı çıktı, bir sigara daha tellendirdi.

Dükkânın sahibi Filistinli “Kusura bakma, bu adam böyledir” dedi, ben de “Zararı yok, zaten yol hazırlığı yapıyorum, iyi bir hatırlatma oldu benim için” dedim. Ertesi gün de kendinden kuşkulanmanın ortalıkta pek sık görülmediği topraklara yola koyuldum.

Özgüven ve Ses Tonu Üzerine

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 9 Haziran 2013

Bir zamanlar benim New York’taki ev halkı Türkçe konuşurken epeyce davudî çıkan sesimin İngilizce konuştuğumda tizleşiverdiğini öne sürmüştü. Kendime ve başka yabancılara biraz kulak kabartınca gerçekten de arada böyle bir perde farklılaşması olduğunu görmüştüm. Uzun zamandır evdekiler de, ben de bu farkı duyamıyoruz. Sanırım toplumsal niteliklerin dile etkilerini inceleyen sosyolinguistlerin savlarına bir kanıt oluşturdum: Burada daha bir yerleşip rahatladıkça, topluma ve dile daha entegre oldukça, İngilizce konuşma perdem anadiliminkiyle aynı kalınlığa düştü.

İnsanların konuşma tonlarındaki farklılaşmaların yalnızca beden yapısına bağlı olmadığı, toplumdaki konumlarıyla, üstlendikleri rollerle yakından ilişkili olduğu artık kesinleşti. Bunun kadınların erkeklerden daha çok başvurduğu bir gösterge olduğu da oldukça açık. Başta Uzakdoğu toplumları olmak üzere birçok ülkede kadınların tiz, bebeksi sesle konuşmaları itaatkârlık, hanımlık, kibarlık, masumluk, sevimlilik, güzellik gibi niteliklerle özdeşleştiriliyor. Erkeklere oranla kadınların yapısı falsetto (sahte ses) denen, ses tellerinin tümü yerine belirli bölgelerini titreştirerek üretilen ses için daha elverişli ama yine de bunu içselleştirmek kolay iş değil.

Benim falsetto kullanımı konusunda rastladığım araştırmaların çoğu Japonya’da yer almış ve kadın-erkek eşitliğinde yol alındıkça kadınların konuşma tonlarında çok belirgin bir kalınlaşma olduğu saptanmış. Yönetici ya da patron konumundaki kadınların büyük çoğunluğunun doğal (modal) tonda konuştuğu, resepsiyonist, garson, asansör operatörü gibi mesleklerdekilerin de hâlâ falsetto kullandığı söyleniyor. Bir araştırmada Tokyo metrosunun son elli yılda kadın sesleriyle kaydedilmiş anonsları karşılaştırılmış ve tonda ciddî bir kalınlaşma yer aldığı saptanmış.

Ben günlük yaşantıdaki gözlemlerime dayanarak bu konunun Türkiye için de geçerli olduğunu düşünüyorum ve bir araştırma yapılsa benzer sonuçlara ulaşılacağını sanıyorum. Örneğin, Tokyo metrosundaki ton kalınlaşması en azından THY anonslarında da gerçekleşti: Birkaç yıl öncesine kadar kayıtlı anonsların İngilizcesini okuyan kadın sesiyle Türkçesini okuyan ses arasında çok çarpıcı bir perde farkı olurdu, bu neredeyse kayboldu gibi.

Brooklyn’den Kız Çıkar…

İçinde olduğumuz 2013 yılında Türkiye’de otuz beş yaşını aşmış herkes ilkokulu kara önlükle okumuş bulunuyor. Erkeklerde belin altına, kızlarda da dize kadar uzanan, arkadan düğmeli, uzun kollu bir üniformaydı bu. Bir de çenenin altına gelen küçük bir düğmeye iliklenen bir beyaz yaka olurdu. 1989’da önlüğün siyah yerine başka renklerde olmasına karar verildi ve, bildiğim kadarıyla, mavi en tercih edilen renk oldu. Tek tip giysi zorunluluğu kalkalı da şunun şurasında topu topu dört yıl olmuş.

Arkadaşım Yakup’un sınıfı (Tarsus Atatürk İlkokulu): Fotoğraf biraz bulanık ama önlüklerdeki farklılaşmalar oldukça net görünüyor.

Büyük şehirlerde nasıl olurdu bilmiyorum ama benim okuduğum Anadolu şehir ve kasabalarında sınıftaki öğrenci sayısı altmışla seksen arasında değişirdi. Yanyana üç kişinin oturduğu “sıralar” dört ya da beş sıra halinde arka arkaya dizilirdi. Ve oturma düzeninde bir hiyerarşi izlenirdi: Şehre batıdan atanmış subay, üst düzey devlet memuru, hakim, banka müdürü, doktor gibi kişilerin giyimi kuşamı, saçı başı “modern” çocukları en ön sıralarda otururdu. Elazığ’da bunlara “tango” derdik, sonradan güneyde “parlak” dendiğini öğrendim. Tangoların arkasına şehrin zengin eşrafının çocukları, onların arkasına büyük bir kitle halinde orta sınıfın çocukları, en arkalara da çoğunluğu erkek, bir üst sınıfa geçemedikleri için yaşları bizlerinkinken daha büyük, “tembeller” olarak bilinen fakir fukara takımı oturtulurdu.

Tek tip önlüğün zenginle fakiri birbirinden farksız kıldığı söylenirdi ve bu kesinlikle doğru değildir: Zenginin önlüğü solgun olmazdı, etek boyları hep daha kısaydı, alttan görünen pantolon ya da entari daha kaliteliydi, yakalar muşamba değil ütülü bez olurdu ve saçlar hep daha temiz, daha bakımlıydı. Ortalara doğru yakalar kırışmaya ya da muşambaya dönüşmeye, saçlar erkeklerde kısalmaya, kızlarda yağlanmaya, siyah solmaya başlardı. En arkadakilerde ise önlük (eğer varsa) yırtık pırtıktı, yaka da genellikle olmazdı. Özetle, sınıfa baktığınızda önden arkaya koyu siyahtan griye, düzenliden dağınığa uzanan bir geçiş görürdünüz. Öğretmenin öğrencileriyle ilişkisi de bu geçişe paralel, şefkatle başlayıp öfkeyle biten bir alanda gidip gelirdi.

Ben ilkokula Adapazarı’nda başladım. Babam oradaki bir bankada orta düzeyin biraz üstünde bir iş bulunca ailece toplanıp gitmiştik. Elazığ’dan. Elazığ lehçesiyle konuşan, “efendim?” yerine “ha?” diyen, kafası üç numara traşlı, mahalli bir çocuktum. Okulun açılmasına doğru babam bir berbere götürüp tepede az biraz saç bırakılan türden alabros traş ettirdi (“subay traşı” da denirdi), annem parlak kadifeden bir kısa pantolon ve pırıl pırıl bir kara önlük dikti, arada bir yıkanıp kolalanıp ütülenen cinsten beyaz bez yaka alındı, okul günü de kravatlı, takım elbiseli babam elimden tutup Sakarya İlkokulu’na götürdü ve genç bir hanım öğretmene kibar sözler ederekten teslim etti. Sınıfta öğretmen tarafından “iyi davranılanlar” arasına, dördüncü ya da beşinci sıraya oturtuldum ve mutluydum. Öğretmen bir resim ödevimi çok beğenip panoya asınca daha da mutlu olmuştum. Hatırladığım kadarıyla karnemde iki ya da üç “iyi” vardı, geri kalan notlarımın hepsi “pekiyi” idi.

İlk karneyi aldıktan hemen sonra babam işten çıkartıldı, yine toplanıp kös kös Elazığ’a döndük. Babam kısa bir süre sonra Gaziantep’teki bir bankada iş buldu ve tek başına gitti. Annem bütün gün çalıştığı için benim bakımım evi çekip çeviren, başı bağlı, mantolu teyzeme kaldı. Teyzem eskiden olduğu gibi “hamamın önündeki berber”e götürüp kafamı standart “üç numara makine”ye vurdurdu. Ardından “bununla kim uğraşacak?” deyip bez yakayı muşamba yakayla değiştirdi. Ve Mehmet Zeki İlkokulu’na, ailenin mahalleden tanıdığı, “çok kuvvetli hoca” olarak bilinen Deli Emine Hanım’ın sınıfına yazdırıldım.

“Çok dayakçı” türünden, eli (gerçek anlamında) sopalı bir öğretmen olan Emine Hanım beni sınıfın ortalarında, orta gelirliler bölgesinde bir yere oturttu. Benim gördüğüm bütün ilkokul sınıflarında olduğu gibi, burada da bu orta kesim orta karar dayak yerdi: haftada bir-iki kez enseye bir tokat, kafaya bir yumruk ya da sırta bir sopa gibi. Önlerde oturanlara hiç dokunulmazdı. Bu gelenekselleşmiş bir iletişim düzeni gibiydi: Söz gelimi, tangolardan biri yazıyı eğri yazıyorsa Emine Hanım çocuğu ağzının köşesiyle hafiften gülümseyerek haşlardı. Aynı eğriliği benim yaptığımı görse aynı haşlamayı bana da yapardı ama o arada bir eli de yapışmış kulağımı çekiyor olurdu.

Arkada oturanlar ise sanki oraya yalnızca günlük dayağını yemek üzere gelmiş gibiydiler. O çocuklardan istenen tek şey konuşmadan, kıpırdamadan, put gibi oturmalarıydı. Ve, belki de sınıfın ön taraflarında olan bitenle pek ilişki kuramadıklarından, hareketsiz duramazlar, hep kıpır kıpır olurlardı. Öğretmen birkaç dakikada bir arka tarafa “konuşma” ya da “gelirim yanına” diye bağırır, bazen de giderdi yanlarına. Emine Hanım’ın çıldırmış gibi bunları kulaklarından tutup yere savuruşunun, bağırta bağırta sopalayışının, topuklu kunduralarının topuklarını böğürlerine, kıçlarına batırışının görüntüleri hâlâ pırıl pırıl durur zihnimde. Deli Emine Hanım’ın deliliği mahallede bir türlü koca bulamamış olması ve yaşlı annesiyle oturmak zorunda kalmasıyla açıklanırdı.

Elazığ’da benim için en şaşırtıcı olan sınıftaki fiziksel konumuma paralel olarak notlarımın da hemen düşüvermesi oldu: Bir buçuk yıl boyunca karnem “iyi” ve “orta” doluydu, “hal ve gidiş” dışında “pekiyi” getirdiğimi hatırlamıyorum. Bildik “zeki ama kendini derse vermiyor,” “kafası matematiği almıyor” lafları edilir oldu, annem bayağı bir endişelenmeye başladı.

İlkokulumuzun “parlak” çocuklardan oluşan mandolin grubu (şef konumundaki ben): Erkek saçları alabros, önlükler koyu siyah, yakalar kolalı. Bu fotoğraf çekilmeden önce birkaç öğretmen bizleri, parmakların aynı perdeye basmasından ayaklarımızın aynı pozisyonda durmasına kadar, aynılaştırmak için epeyce uğraşmıştı. Duruş ve bakışlarımızdaki ürkekliğin nedeni odur. Çaldığımız parçalardan biri de “Neşeli ol ki genç kalasın” idi.

İlkokulumuzun “parlak” çocuklardan oluşan mandolin grubu (şef konumundaki ben): Erkek saçları alabros, önlükler koyu siyah, yakalar kolalı. Bu fotoğraf çekilmeden önce birkaç öğretmen bizleri, parmakların aynı perdeye basmasından ayaklarımızın aynı pozisyonda durmasına kadar, aynılaştırmak için epeyce uğraşmıştı. Duruş ve bakışlarımızdaki ürkekliğin nedeni odur. Çaldığımız parçalardan biri de “Neşeli ol ki genç kalasın” idi.

Üçüncü sınıfa geçtiğimde babam Tarsus’ta bir bankanın müdürlüğüne atandı ve oraya taşındık. Yine yeni önlük, bez yaka, alabros traşa döndük ve yine babam elimden tuttu, bu sefer bankasının sahibi olan zenginin adını taşıyan ilkokula götürdü, krallar gibi karşılanıp Şükrü Bey’in sınıfına, pencere tarafındaki en ön sıraya yerleştirildim. Ve ilk karneden başlayarak notlarımın hepsi “pekiyi” oluverdi, öğretmen ne kadar zeki bir çocuk olduğumdan söz eder oldu.

Şükrü Bey sakin, efendi bir adamdı, dayak atması gerektiğinde tokatlamakla yetinirdi, sopası yoktu. Hatta çalışkan öğrencilerine özel ilgi gösterirdi: Bir ara benim gözlerimi kırpıştırma tikimi kendine dert edindi, her gün evden bir parça limon getirmemi söyledi ve iki-üç hafta ders arasında öğretmen masasına yatırıp gözlerime limon damlattı. Adamın tedavisinden kurtulabilmek için tikimi kontrol etmeye çalışmak da bir o kadar işkenceydi ve tabii ki beceremedim. Tarsus ilkokulu Elazığ’ınkinden daha uygarmış gibi bir izlenim yaratmış olmayayım: Herkesin uzak durduğu bir İnekçi Duran vardı, mesela. Elinde elektrik kablolarından yaptığı küçük bir kamçı taşırdı, okulda arka sıraları, okuldan çıkınca da otlatmaya götürdüğü ineklerini yola getirmekte kullandığı söylenirdi.

O zamanlar da, sonradan da aklıma takılıp durdu: Elazığ’da saç traşım fiyakalı, yakam bez olsaydı yine de mahalli bir çocuk olarak öne oturtulmaz mıydım acaba? Öne oturtulsaydım notlarım da yükselir miydi (çünkü önde oturup da kötü not alan olduğunu hatırlamıyorum)? Tarsus’ta kılığım düzeldiği için mi zeki oldum, zekamı takdir edebilen bir öğretmene düştüğüm için mi? Ön yerine arkalarda oturuyor olsaydım bu öğretmen zeki olduğumu yine de farkeder miydi? Ödevlerimi aynı özenle yapar mıydım? Arkadakiler fakir oldukları için mi tembeldi, tembel oldukları için mi arkada otururlardı, arkada oturdukları için mi dayak yerlerdi yoksa tembel oldukları için mi? Yani, insanın kafası çok karışıyor — özellikle de henüz dokuz yaşındaysan.

Sonradan da, bilirsiniz, biz önceleri siyah, sonraları mavi renkteki üniformalıların kimimiz avukat oldu, kimimiz ev kadını, kimimiz kebapçı, kimimiz mimar, kimimiz doktor, kimimiz çöpçü, kimimiz işportacı, kimimiz milletvekili, kimimiz öğretmen, kimimiz işsiz güçsüz, kimimiz iş adamı, kimimiz şehir planlamacı, kimimiz otomobil tamircisi, kimimiz gazeteci, kimimiz garson, kimimiz polis…

Eski New York sözüdür: Brooklyn’den kız çıkar ama kızdan Brooklyn çıkmaz.

*  *  *

Bir zamanlar, duvarın hâlâ ayakta olduğu yıllarda, Polonyalı tiyatro eleştirmeni Jan Kott’la yazar Witold Gombrowicz’den konuşuyorduk. Yetmiş yaşına  yaklaşıyordu. “Bak,” demişti, “Polonya’da bir müdürün müdür olmasına neden masada oturması, kapıcının kapıcı olmasına neden de kapıda durmasıdır. Yerlerini değiştirsen düzen açısından hiçbir şey farketmez. Gombrowicz’in işlerinin dibinde bu absürdlükle didişme yatar.” Bu söylediğini belki de bütün yirminci yüzyıl Doğu Avrupa sanatları için genelleyebileceğimizi söylemiştim, “olabilir” demişti.

Aynı biçimcilik ve hiyerarşi sorununun Ortadoğu için de geçerli olduğunu, oralarda bundan nasıl olup da Doğu Avrupa’daki kadar yoğun, derinlikli sanat üretilmediğini kestiremediğimi anlatmıştım. Kott, insanın, doğası gereği, bir yandan zırva yaratırken öbür yandan bu zırvanın zırvalığıyla çatıştığını, absürd varsa mutlaka absürde tepki de olacağını söylemişti. “Bu tepki sizin oralarda belki de sanata gerek bırakmayan, bambaşka yollardan ifade ediliyordur” demişti ve tutkunu olduğumu bildiği Stanislaw Lec’in bir aforizmasını hatırlatmıştı: “Ulusal kriz dönemlerinde bazıları da yalnızca bir kenarda durup burnunu karıştırır. Bunlar burun karıştırmanın yasak edildiği ailelerden gelirler.”

New York Alkollü İçki Yasaları

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 29 Mayıs 2013

Türkiye’deki yeni alkollü içki yasalarını savunanların pek ayrıntıya girmeden ABD’deki uygulamaları örnek gösterdiklerini okuyorum. Hıdır’ın New York muhabiri olarak bu referansa (yorum yapmadan) biraz açıklık getirmemin görevim olduğunu düşündüm.

Öncelikle belirteyim, “ABD’de uygulama şöyle” demek doğru değil, çünkü burada bu tür konularda kuralları hükümet değil, eyaletler, belediyeler, hattâ nahiyeler belirliyor ve bu kurallar bir bölgeden diğerine çok değişiyor. Örneğin, turizm ve eğlence geliri yüksek New York’taki kurallar bölgedeki diğer eyaletlere göre daha gevşek ama en büyük kenti Las Vegas olan Nevada eyaletine göre daha sıkı. Ve bu kurallar ekonomik gelişmelere ve kamuoyuna göre zaman içinde değişimden geçiyor.

Bira ABD’de diğer içkilerden farklı, meşrubata yakın bir statüye sahip. New York eyaletinde bira bakkallarda ve marketlerde, şarap ve diğer içkiler yalnızca lisanslı içki dükkânlarında satılıyor. Yakın geçmişte şarabın da marketlerde satılabilmesi için bir yasa teklifi sunuldu, içki dükkânı sahipleri kıyameti koparınca geri çekildi. Bira çoğu yerde her gün, her saatte alınabiliyor. Buna karşılık, içki dükkânları gece yarısından sabah 9:00’a kadar satış yapamıyor, pazar günleri de öğlen 12:00’de açılıp akşam 21:00’de kapanıyor (eskiden pazar günleri alkollü içki satışı bütünüyle yasaktı, değişti). Eyaletin büyük bölümünde lokanta ve barlarda sabah saat 4:00’ten 8:00’e kadar içki servisi yapmak yasak. Amacın gece hayatında bir kapanış noktası saptayıp düzen sağlamak olduğu söyleniyor.

New York şehrinde sokak, park gibi halka açık yerlerde bira da dâhil alkollü içki içmek ve açık içki şişesi bulundurmak yasak (o nedenle bira kutusu kesekâğıdından çıkarılmadan içilir, çünkü polisin gelip “torbada ne var, göster bakayım” deme hakkı yok).

Yerleşim yerlerinin geniş alanlara yayılması nedeniyle ABD otomobile çok bağımlı, dolayısıyla içkili araba kullanımı da çok ciddî bir sorun ve bunu önlemek için büyük çaba harcanıyor. Örneğin, arabada açık içki şişesi bulundurmak yasak. ABD genelinde alkollü içki içme yaş sınırı 21. Bu yaşın altındaki birine içki satılması da, bu kişinin içmek amacıyla içki bulundurması da suç sayılıyor. New York’ta 21 yaşından küçük biri bir lokanta ya da barda ancak 21’inden büyük birisiyle birlikte ise, o kişinin ısmarlayıp verdiği içkiyi içebiliyor. New York şehrinde araba ehliyeti alma yaşı 17 (eyaletin bazı bölgelerinde bu 16). Ancak, 21 yaşın altındaki sürücülerin alkollü olması konusunda “sıfır tolerans yasaları” uygulanıyor, yüzde 0,02 alkol düzeyi bile ehliyete el konulması için yeterli neden sayılıyor.

ABD’de kişi başına alkol tüketimi kabaca yılda dokuz litre civarında (Türkiye’de 1,5 litre). Dünya sıralamasında her zaman için ABD’den daha fazla içki içilen en az yirmi ülke olduğu görülüyor.