Brooklyn’den Kız Çıkar…

İçinde olduğumuz 2013 yılında Türkiye’de otuz beş yaşını aşmış herkes ilkokulu kara önlükle okumuş bulunuyor. Erkeklerde belin altına, kızlarda da dize kadar uzanan, arkadan düğmeli, uzun kollu bir üniformaydı bu. Bir de çenenin altına gelen küçük bir düğmeye iliklenen bir beyaz yaka olurdu. 1989’da önlüğün siyah yerine başka renklerde olmasına karar verildi ve, bildiğim kadarıyla, mavi en tercih edilen renk oldu. Tek tip giysi zorunluluğu kalkalı da şunun şurasında topu topu dört yıl olmuş.

Arkadaşım Yakup’un sınıfı (Tarsus Atatürk İlkokulu): Fotoğraf biraz bulanık ama önlüklerdeki farklılaşmalar oldukça net görünüyor.

Büyük şehirlerde nasıl olurdu bilmiyorum ama benim okuduğum Anadolu şehir ve kasabalarında sınıftaki öğrenci sayısı altmışla seksen arasında değişirdi. Yanyana üç kişinin oturduğu “sıralar” dört ya da beş sıra halinde arka arkaya dizilirdi. Ve oturma düzeninde bir hiyerarşi izlenirdi: Şehre batıdan atanmış subay, üst düzey devlet memuru, hakim, banka müdürü, doktor gibi kişilerin giyimi kuşamı, saçı başı “modern” çocukları en ön sıralarda otururdu. Elazığ’da bunlara “tango” derdik, sonradan güneyde “parlak” dendiğini öğrendim. Tangoların arkasına şehrin zengin eşrafının çocukları, onların arkasına büyük bir kitle halinde orta sınıfın çocukları, en arkalara da çoğunluğu erkek, bir üst sınıfa geçemedikleri için yaşları bizlerinkinken daha büyük, “tembeller” olarak bilinen fakir fukara takımı oturtulurdu.

Tek tip önlüğün zenginle fakiri birbirinden farksız kıldığı söylenirdi ve bu kesinlikle doğru değildir: Zenginin önlüğü solgun olmazdı, etek boyları hep daha kısaydı, alttan görünen pantolon ya da entari daha kaliteliydi, yakalar muşamba değil ütülü bez olurdu ve saçlar hep daha temiz, daha bakımlıydı. Ortalara doğru yakalar kırışmaya ya da muşambaya dönüşmeye, saçlar erkeklerde kısalmaya, kızlarda yağlanmaya, siyah solmaya başlardı. En arkadakilerde ise önlük (eğer varsa) yırtık pırtıktı, yaka da genellikle olmazdı. Özetle, sınıfa baktığınızda önden arkaya koyu siyahtan griye, düzenliden dağınığa uzanan bir geçiş görürdünüz. Öğretmenin öğrencileriyle ilişkisi de bu geçişe paralel, şefkatle başlayıp öfkeyle biten bir alanda gidip gelirdi.

Ben ilkokula Adapazarı’nda başladım. Babam oradaki bir bankada orta düzeyin biraz üstünde bir iş bulunca ailece toplanıp gitmiştik. Elazığ’dan. Elazığ lehçesiyle konuşan, “efendim?” yerine “ha?” diyen, kafası üç numara traşlı, mahalli bir çocuktum. Okulun açılmasına doğru babam bir berbere götürüp tepede az biraz saç bırakılan türden alabros traş ettirdi (“subay traşı” da denirdi), annem parlak kadifeden bir kısa pantolon ve pırıl pırıl bir kara önlük dikti, arada bir yıkanıp kolalanıp ütülenen cinsten beyaz bez yaka alındı, okul günü de kravatlı, takım elbiseli babam elimden tutup Sakarya İlkokulu’na götürdü ve genç bir hanım öğretmene kibar sözler ederekten teslim etti. Sınıfta öğretmen tarafından “iyi davranılanlar” arasına, dördüncü ya da beşinci sıraya oturtuldum ve mutluydum. Öğretmen bir resim ödevimi çok beğenip panoya asınca daha da mutlu olmuştum. Hatırladığım kadarıyla karnemde iki ya da üç “iyi” vardı, geri kalan notlarımın hepsi “pekiyi” idi.

İlk karneyi aldıktan hemen sonra babam işten çıkartıldı, yine toplanıp kös kös Elazığ’a döndük. Babam kısa bir süre sonra Gaziantep’teki bir bankada iş buldu ve tek başına gitti. Annem bütün gün çalıştığı için benim bakımım evi çekip çeviren, başı bağlı, mantolu teyzeme kaldı. Teyzem eskiden olduğu gibi “hamamın önündeki berber”e götürüp kafamı standart “üç numara makine”ye vurdurdu. Ardından “bununla kim uğraşacak?” deyip bez yakayı muşamba yakayla değiştirdi. Ve Mehmet Zeki İlkokulu’na, ailenin mahalleden tanıdığı, “çok kuvvetli hoca” olarak bilinen Deli Emine Hanım’ın sınıfına yazdırıldım.

“Çok dayakçı” türünden, eli (gerçek anlamında) sopalı bir öğretmen olan Emine Hanım beni sınıfın ortalarında, orta gelirliler bölgesinde bir yere oturttu. Benim gördüğüm bütün ilkokul sınıflarında olduğu gibi, burada da bu orta kesim orta karar dayak yerdi: haftada bir-iki kez enseye bir tokat, kafaya bir yumruk ya da sırta bir sopa gibi. Önlerde oturanlara hiç dokunulmazdı. Bu gelenekselleşmiş bir iletişim düzeni gibiydi: Söz gelimi, tangolardan biri yazıyı eğri yazıyorsa Emine Hanım çocuğu ağzının köşesiyle hafiften gülümseyerek haşlardı. Aynı eğriliği benim yaptığımı görse aynı haşlamayı bana da yapardı ama o arada bir eli de yapışmış kulağımı çekiyor olurdu.

Arkada oturanlar ise sanki oraya yalnızca günlük dayağını yemek üzere gelmiş gibiydiler. O çocuklardan istenen tek şey konuşmadan, kıpırdamadan, put gibi oturmalarıydı. Ve, belki de sınıfın ön taraflarında olan bitenle pek ilişki kuramadıklarından, hareketsiz duramazlar, hep kıpır kıpır olurlardı. Öğretmen birkaç dakikada bir arka tarafa “konuşma” ya da “gelirim yanına” diye bağırır, bazen de giderdi yanlarına. Emine Hanım’ın çıldırmış gibi bunları kulaklarından tutup yere savuruşunun, bağırta bağırta sopalayışının, topuklu kunduralarının topuklarını böğürlerine, kıçlarına batırışının görüntüleri hâlâ pırıl pırıl durur zihnimde. Deli Emine Hanım’ın deliliği mahallede bir türlü koca bulamamış olması ve yaşlı annesiyle oturmak zorunda kalmasıyla açıklanırdı.

Elazığ’da benim için en şaşırtıcı olan sınıftaki fiziksel konumuma paralel olarak notlarımın da hemen düşüvermesi oldu: Bir buçuk yıl boyunca karnem “iyi” ve “orta” doluydu, “hal ve gidiş” dışında “pekiyi” getirdiğimi hatırlamıyorum. Bildik “zeki ama kendini derse vermiyor,” “kafası matematiği almıyor” lafları edilir oldu, annem bayağı bir endişelenmeye başladı.

İlkokulumuzun “parlak” çocuklardan oluşan mandolin grubu (şef konumundaki ben): Erkek saçları alabros, önlükler koyu siyah, yakalar kolalı. Bu fotoğraf çekilmeden önce birkaç öğretmen bizleri, parmakların aynı perdeye basmasından ayaklarımızın aynı pozisyonda durmasına kadar, aynılaştırmak için epeyce uğraşmıştı. Duruş ve bakışlarımızdaki ürkekliğin nedeni odur. Çaldığımız parçalardan biri de “Neşeli ol ki genç kalasın” idi.

İlkokulumuzun “parlak” çocuklardan oluşan mandolin grubu (şef konumundaki ben): Erkek saçları alabros, önlükler koyu siyah, yakalar kolalı. Bu fotoğraf çekilmeden önce birkaç öğretmen bizleri, parmakların aynı perdeye basmasından ayaklarımızın aynı pozisyonda durmasına kadar, aynılaştırmak için epeyce uğraşmıştı. Duruş ve bakışlarımızdaki ürkekliğin nedeni odur. Çaldığımız parçalardan biri de “Neşeli ol ki genç kalasın” idi.

Üçüncü sınıfa geçtiğimde babam Tarsus’ta bir bankanın müdürlüğüne atandı ve oraya taşındık. Yine yeni önlük, bez yaka, alabros traşa döndük ve yine babam elimden tuttu, bu sefer bankasının sahibi olan zenginin adını taşıyan ilkokula götürdü, krallar gibi karşılanıp Şükrü Bey’in sınıfına, pencere tarafındaki en ön sıraya yerleştirildim. Ve ilk karneden başlayarak notlarımın hepsi “pekiyi” oluverdi, öğretmen ne kadar zeki bir çocuk olduğumdan söz eder oldu.

Şükrü Bey sakin, efendi bir adamdı, dayak atması gerektiğinde tokatlamakla yetinirdi, sopası yoktu. Hatta çalışkan öğrencilerine özel ilgi gösterirdi: Bir ara benim gözlerimi kırpıştırma tikimi kendine dert edindi, her gün evden bir parça limon getirmemi söyledi ve iki-üç hafta ders arasında öğretmen masasına yatırıp gözlerime limon damlattı. Adamın tedavisinden kurtulabilmek için tikimi kontrol etmeye çalışmak da bir o kadar işkenceydi ve tabii ki beceremedim. Tarsus ilkokulu Elazığ’ınkinden daha uygarmış gibi bir izlenim yaratmış olmayayım: Herkesin uzak durduğu bir İnekçi Duran vardı, mesela. Elinde elektrik kablolarından yaptığı küçük bir kamçı taşırdı, okulda arka sıraları, okuldan çıkınca da otlatmaya götürdüğü ineklerini yola getirmekte kullandığı söylenirdi.

O zamanlar da, sonradan da aklıma takılıp durdu: Elazığ’da saç traşım fiyakalı, yakam bez olsaydı yine de mahalli bir çocuk olarak öne oturtulmaz mıydım acaba? Öne oturtulsaydım notlarım da yükselir miydi (çünkü önde oturup da kötü not alan olduğunu hatırlamıyorum)? Tarsus’ta kılığım düzeldiği için mi zeki oldum, zekamı takdir edebilen bir öğretmene düştüğüm için mi? Ön yerine arkalarda oturuyor olsaydım bu öğretmen zeki olduğumu yine de farkeder miydi? Ödevlerimi aynı özenle yapar mıydım? Arkadakiler fakir oldukları için mi tembeldi, tembel oldukları için mi arkada otururlardı, arkada oturdukları için mi dayak yerlerdi yoksa tembel oldukları için mi? Yani, insanın kafası çok karışıyor — özellikle de henüz dokuz yaşındaysan.

Sonradan da, bilirsiniz, biz önceleri siyah, sonraları mavi renkteki üniformalıların kimimiz avukat oldu, kimimiz ev kadını, kimimiz kebapçı, kimimiz mimar, kimimiz doktor, kimimiz çöpçü, kimimiz işportacı, kimimiz milletvekili, kimimiz öğretmen, kimimiz işsiz güçsüz, kimimiz iş adamı, kimimiz şehir planlamacı, kimimiz otomobil tamircisi, kimimiz gazeteci, kimimiz garson, kimimiz polis…

Eski New York sözüdür: Brooklyn’den kız çıkar ama kızdan Brooklyn çıkmaz.

*  *  *

Bir zamanlar, duvarın hâlâ ayakta olduğu yıllarda, Polonyalı tiyatro eleştirmeni Jan Kott’la yazar Witold Gombrowicz’den konuşuyorduk. Yetmiş yaşına  yaklaşıyordu. “Bak,” demişti, “Polonya’da bir müdürün müdür olmasına neden masada oturması, kapıcının kapıcı olmasına neden de kapıda durmasıdır. Yerlerini değiştirsen düzen açısından hiçbir şey farketmez. Gombrowicz’in işlerinin dibinde bu absürdlükle didişme yatar.” Bu söylediğini belki de bütün yirminci yüzyıl Doğu Avrupa sanatları için genelleyebileceğimizi söylemiştim, “olabilir” demişti.

Aynı biçimcilik ve hiyerarşi sorununun Ortadoğu için de geçerli olduğunu, oralarda bundan nasıl olup da Doğu Avrupa’daki kadar yoğun, derinlikli sanat üretilmediğini kestiremediğimi anlatmıştım. Kott, insanın, doğası gereği, bir yandan zırva yaratırken öbür yandan bu zırvanın zırvalığıyla çatıştığını, absürd varsa mutlaka absürde tepki de olacağını söylemişti. “Bu tepki sizin oralarda belki de sanata gerek bırakmayan, bambaşka yollardan ifade ediliyordur” demişti ve tutkunu olduğumu bildiği Stanislaw Lec’in bir aforizmasını hatırlatmıştı: “Ulusal kriz dönemlerinde bazıları da yalnızca bir kenarda durup burnunu karıştırır. Bunlar burun karıştırmanın yasak edildiği ailelerden gelirler.”