New York’un Damarı

New York’a ilk gelişimde iki yıl kaldım, sonra askerlik yapmaya yaklaşık iki yıllığına Türkiye’ye döndüm. Türkiye’de kalıp bir üniversitede öğretim görevlisi olmak ya da reklam sektörüne girmek gibi olanaklar vardı ama ben hep yapmak istemiş olduğum bir şeyi yapabilmek, küçük bir modern tiyatro topluluğunda “kumpanya” hayatı yaşamak için New York’a geri geldim. Kendi kararımla, özgürce seçip girdiğim koşulların zorluklarına severek olmasa da yakınmadan katlanabilen biriyim. Sanatla profesyonelce uğraşmanın en büyük derdi her zaman para sıkıntısı çekmektir, ben de bu kaçınılmaz yan etkiye ister istemez katlandım (on yıl). Ama, özellikle New York gibi yerlerde, parasızlığın zararı kadar yararı da olabiliyor, birçok şeyi ancak parasızken görüp tanıma olanağınız olabiliyor. Kaldı ki, New York’un alternatif sanat dünyasında son derece pragmatik bir inanış vardır: yeni ve ilginç şeyler varlıktan değil, yokluktan türer. ”Her işte bir hayır vardır” demezler ama her işten bir hayır çıkarabilme dürtüsü son derece güçlüdür (o nedenle de sanatlardaki gelişmenin motoru bunlardır).

yatak

Yatak katı ve çalışma odası

New York’a ikinci kez varışımda kiralamaya paramın yeteceği bir yer bulmakta epeyce zorlandım, birkaç ay tiyatro stüdyosunda uyku tulumunda, tanıdıkların kanepelerinde falan yattım. Sonra yaşlı bir heykeltraş tanıdık, “Izzy,” “benim evin çatı katında bir oda boşaldı, istersen gel, kirası iki yüz elli dolar ama söyleyeyim, çok küçüktür” dedi. Çok küçükten kastı 13 feet’e 8 feet, yani 4 metreye 2,5 metre bir hücre idi. Tavan epeyce yüksek olduğundan yatak için enlemesine, beş basamaklı bir merdivenle çıkılan bir platform yapılmıştı. 1,75 boyumla sığabiliyordum ama yataktayken gerinme olanağım yoktu. Onun dışında, kafanı dışarı uzattığında Hudson nehrinden küçük bir parça görebildiğin bir pencere, küçük bir buzdolabı, onun üstünde iki gözlü bir elektrik ocağı ve bir de lavabo vardı. Kendi kapı numarası, elektrik sayacı olan, telefon bağlatabildiğin yasal bir apartman dairesiydi bu.

calisma

Arkada çalışma masası, önde oturma odasındaki televizyon

Bir akşamüstü bir şilte ve iki bavul eşyamla taşındım. Şilteyi kaldırıp platformun üstüne attığım anda dört bir yandan o kadar çok mutfak böceği fışkırdı ki, kendimi dışarı attım. Aşağı inip Izzy’nin binayı çekip çeviren ressam karısı Betty’ye durumu anlatınca “tabii” dedi, “senden önce orada bir adam, bir kadın ve orta boy bir köpek tam iki yıl oturdu, feci pis insanlardı.” Geceyi geçirmek üzere yine bir tanıdığın kanepesine yollanırken “işte şimdi New York’a damardan giriyorum” diye düşündüğümü anımsıyorum.

Ertesi gün gidip bir şişe böcek ilacını sonuna kadar dört bir yana sıkıp yine çıktım. Ondan sonraki gün de odayı milim milim temizleyip badana yaptım ve yerleştim. Benden önceki kiracılar daha güzel görünsün diye mutfak tarafındaki duvarın sıvasını söküp kırmızı tuğlaları açığa çıkarmışlar, böylece böcekler için mükemmel bir toplu konut ortamı yaratmışlardı.

Betty’nin verdiği ensiz bir masa, bir iskemle, küçük bir sehpa, tabure gibi eşyalarla odamı döşedim. Üç uzun adımda odanın bir ucundan öteki ucuna gidebiliyordum: mutfak, oturma odası, çalışma odası. Yakınlarda oturan bir kız arkadaşımı “gel bak, çok matrak” diye çağırdım, odaya girer girmez “ne hallere düştün” diye hüngür hüngür ağlamaya başladı. Başka bir arkadaşımı çağırdım, oturup hiç ses çıkarmadan bir sigara içti, sonra “tamam, eğlenceli bir deneyim olabilir senin için bu, ama iki aya çıkmazsan kafayı yersin” dedi.

mutfak

Mutfak, elbise dolabı ve cümle kapısı

Ama ben halimden memnundum. Bunun birinci nedeni otuz dört yaşımda, hayatımda ilk kez kendime ait bir mekanım olmuş olmasıydı. 4 x 2,5 metre de olsa burası yalnızca ve yalnızca bana ait olan evimdi. Ev yaşantımdaki hiçbir şeyi hiç kimseyle paylaşmam gerekmiyordu — tuvalet dışında. İşin en tatsız tarafı oydu.

Kattaki banyo-tuvaleti iki kat arkadaşımla paylaşıyordum (tuvalete her oturmaya gidişimde elimde bir şişe lizol ve kağıt havlu rulosu taşıyarak). Benim apartman dairemin iki yanında benimkinden de küçük iki daire vardı. Sağ taraftakinde Leo oturuyordu, öteki adamın adını hatırlamıyorum. Leo kapkara uzun saçıyla sakalı birbirine karışmış, son derece kıllı ve kokan bir adamdı. Kıllı ve kokulu olduğunu biliyorum çünkü hava sıcak olunca penceresini ve kapısını açıp donla yatağına serilme huyu vardı. Ev sahibesi Betty getir götür işi olduğunda Leo’yu çağırıyordu, o da karşılığında herhalde elli dolar falan kira ödeyerek kalıyordu orada.

Leo’nun en ilginç yanı odasında üç, belki de dört televizyon bulundurmasıydı. Televizyonların hepsi küçükçe boy ve siyah-beyazdı ve birini yatağa sırtüstü yattığında yüzünden üç-beş karış ötede duracak biçimde tavandan asmıştı, bir diğeri (herhalde yatakta oturunca karşısına gelsin diye) yanındaki bir sehpada, biri de buzdolabının üstünde duruyordu ve her zaman hepsi birden açık oluyordu. Tuvalete her gidişimde Leo’nun odasından duyduğum televizyon seslerinden genellikle bütün televizyonlarında aynı programı izlediği sonucunu çıkarmıştım.

Leo her pazartesi öğlene doğru bir tekerlekli alışveriş arabasını yüklenip evden çıkıyor ve birkaç torba yiyecekle dönüyordu, onun dışında da odasında oturup televizyon izliyordu. Bir seferinde “bakıyorum da yalnız pazartesileri alışveriş yapıyorsun, bir yerde ucuzluk mu oluyor?” diye sormuştum, “televizyon dergisi pazartesi çıkıyor” demişti. Kendini disiplinli bir biçimde televizyon izlemeye adamış gibiydi.

Izzy dizlerinden sorunluydu: Dizlerini değiştirmek yerine dondurmuşlardı, yani bacakları bükülmüyordu, ama küçük, seri adımlarla yolda da yürüyebiliyordu, ağzından hiç düşmeyen piposuyla iş günlerinde metroya binip atölyesine de gidip geliyordu, yan yan merdiven de çıkabiliyordu; yalnızca yattığı zaman birisi yardım etmezse ayağa kalkamıyordu. Dört katlı binanın birinci katında Izzy ve Betty oturuyordu, diğer katlar kiradaydı. Bütün kiracılara Izzy’nin bağırdığını duyarlarsa daireye girip ayağa kaldırmaları ya da yere düşürdüğü bir şeyi alıp eline tutuşturmaları gerektiği söylenmişti. O nedenle de Betty kocası evdeyken kapıyı açık bırakıp her nerede idiyse oradaki atölyesine resim yapmaya ya da nereye isterse oraya gidiyordu, Izzy de sesini duyan olmadığı zaman saatlerce yattığı yerde kalabiliyordu.

Yetmişini aşkın Izzy’nin heykelleri de (çoğunlukla büstler), ondan on yıl kadar genç karısı Betty’nin resimleri de (çoğunlukla manzara) hiç de öyle birilerinin satın almak isteyeceği türden değildi. Benim kattaki banyo-tuvalet de dahil, binanın duvarları ve merdivenler Izzy ve Betty’nin sanat yapıtlarıyla kaplıydı. Nasıl olup da Manhattan’da bir bina satın alabilmiş olduklarını bilmiyorum ama kira geliriyle yaşadıkları açıktı. Ancak, her ikisi de hafta içinde hiç sektirmeden atölyelerine gidip saatlerce çalışıyor, akşam yorgun argın dönüyorlardı. O yaşlarda günü gelince anlaşılacakları, üne kavuşacakları gibi hayallerinin olduğunu hiç sanmıyorum.

Leo’yla diğer komşu birbirinden hiç hoşlanmıyordu. Leo ötekinin lavaboyu ve küveti tıkayacak kadar ağdalı, yağlı bir traş köpüğü kullanmasından şikayetçiydi. Kattaki en geniş dairede oturup en yüksek kirayı ödeyen kişi olarak bu konuda Betty’yle benim konuşmamın daha etkili olacağını söylüyordu.

Bir süre sonra Leo’nun konuyu pek abartmadığını gördüm: gerçekten de her tarafa sıvanan, tuhaf bir köpük kullanıyordu adam. İnce uzun, sarışın, renkli gözlü, her zaman sinek kaydı traşlı biriydi. Her sabah saat dokuz oldu mu daktilosuna oturuyor ve yarım saat kadar çat çat yazıyor, onun ardından da yine bir yarım saat kadar yüksek sesle, tirad atar gibi uzata uzata bir şeyler okuyor, ondan sonra aşağı iniyor, bisikletine binip bir yere gidiyor, akşamüstü de dönüyordu. Bir seferinde “sen yazarsın galiba, daktilo seslerini duyuyorum” demiştim, “evet, yazarım, sen ne iş yaparsın?” demişti, ben de “tiyatroda dramaturji, müzik falan” deyince “ah, sonunda katta bir sanatçı daha” deyip Leo’yu çekiştirmeye başlamıştı. O da Leo gibi bir yığın aksaklığın giderilmesi için benim Betty’ye baskı yapmamı istiyordu. Örneğin, koridordaki ampullerden biri iki yıldır yanmıyordu, kadın beş yıl önce koridordaki halıyı değiştireceğim demişti ama o günden beri bir kez olsun bizim kata çıkmamıştı. Böyle yıllarla konuşunca sormuştum ne zamandır orada oturduğunu, “on dört yıl” demişti, “Leo da on bir.”

Yazar komşumun en tuhaf tarafı tertemiz traşlı yüzünden, özenle taranmış saçlarından ve ürkütücü derecedeki kibarlığından hiç beklenmeyecek kadar yıpranmış, delik deşik giysiler giymesiydi. Bir gün artık giymediğimi farkettiğim birkaç kazağımı ona vereyim dedim. Gidip kapısını çaldım, “kim o?” dedi, “bitişik komşu” dedim, açtı. Adam tepeden tırnağa çırılçıplaktı, elinde bir bezle apış arasını kapatıyordu yalnızca. “Ben bu kazakları hiç giymiyorum, sen ister misin diye sorayım dedim” deyince, “sağol ama benim giysiye hiç ihtiyacım yok, başka birine ver de boşa gitmesin, gördüğün gibi ben evdeyken bir şey giymiyorum, işte de giymiyorum, bir tek yol için de değmez” dedi ve kapıyı kibarca kapattı. Hiçbir şey anlamadım. Betty’ye uğradım, ne demek bu diye sormaya: “Ha” dedi, “o resim okulunda çıplak modellik yapar. Ben bir zamanlar resim dersi alırken tanıştım, odayı kiraladı, şimdi bir türlü çıkmıyor.” Traş köpüğünden söz ettim, “hala mı onu kullanıyor o salak herif, ben ona daha geçen yıl söylemiştim şunu kullanma diye” dedi. Sonra adamın işi icabı sürekli bedenindeki kılları traş etmesi gerektiğini, her nedense o tuhaf köpükten bir türlü vazgeçemediğini anlattı.

O dairede yedi buçuk ay oturdum, ondan sonra tiyatronun üst katındaki, eni biraz kısa düşse de boyu tenis sahası uzunluğundaki loft boşaldı, oraya taşındım. Bir süre sonra Izzy’ye sordum yeni kiracı bulabildiniz mi diye, “o kadar güzel temizleyip adam etmişsin ki odayı, Betty üç günde aylığı dört yüz dolardan verdi birine” dedi.