Hayatı uzun, sanatı kısa bir kesim

Son yıllarda yılın üç dört ayını İstanbul’da geçiriyorum. Bir aralar bir üniversitenin modern dans bölümündeki öğrencilere konuşuyordum, oradaki öğrenci profilinde giderek bir değişim olduğunu sezinlemiştim ama herhangi bir genellemeye konu olamayacak kadar küçük ve özel bir gruptu bu. 

Sonra, geçen sonbaharda (2015) İstanbul’da bir gösteri sahnelemem söz konusu olunca oyuncu seçimine bu bölümden tanıdığım öğrencilerle başladım, onlar kanalıyla da 20-35 yaşlarında, tanıyıp bildiklerimden farklı, bana çok ilginç gelen bir kesimle tanıştım, hala da izlerini sürmeye gayret ediyorum. 

“Kesim” sözünü daha iyisi aklıma gelmediği için kullanıyorum, çünkü bu gençlerin sayısı ne kadardır, geneli ne kadar yansıtıyorlar, bu yalnızca büyük kentlerle sınırlı bir gelişme midir bilemiyorum. Sonuçta ben dışardan gelip bakıp giden biriyim, bunların bütündeki yerini saptayabilmem olanaksız. (Ama dışardan bakanın içerdekilerin göremediği bir şeyleri görebilmesi gibi bir avantajı olduğu da akılda dursun.) 

Aşağıda söyleyeceklerim bütünüyle benim hiçbir kesinliği olmayan izlenimlerimdir. 

Ama söze bilinen (bilinmiyorsa da bilinmesi şart) iki kesin bilgiyle başlayayım: 

piramitlerBirincisi: Şu anda Türkiye nüfusunun yüzde 35 kadarı 15-35 yaş arasında. Şu anki nüfus grafiğine baktığımızda 35 yaşın altındakilerin olmaması gereken büyüklükte bir dikdörtgen blok oluşturduğunu görüyoruz. Toplumda eğitim, barınak, meslek, iş, ulaşım talebinin en yüksek olduğu dilimlerdekilerin sayısı çok fazla.

İkincisi: İstanbul’un nüfusu (New York’un iki katı) nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan, kabaca 5.300 km karelik bir alana yayılmış durumda (New York şehri 790 km kare). Ve yeni metro ve metrobüs ağı büyük bir hareketlilik ve birbirinden hem mesafe olarak hem de kültürel açıdan çok uzaklarda olan insanları bir araya getiriyor.

Şimdi, söz konusu genç kesimin farkettiğim özelliklerini sayayım:

Bu gençlerin çoğu ya İstanbul’un dış semtlerinden ya da Anadolu şehir ve kasabalarından, düşük gelirli ailelerden geliyor.

Tanıştıklarım arasında yabancı bir dilde eğitim veren özel lise mezununa rastlamadım, hemen hepsi devlet okulu mezunu.

Yabancı dil bilen çok az, bilen de kendi çabasıyla öğrenmiş (orta öğrenimde yıllarca, saatlerce almış oldukları yabancı dil derslerinin hiçbir işe yaramadığını söylüyorlar).

Paraları yok, aileleri destek olacak güçte değil. Halen üniversite öğrencisi olanlar da dahil, birçoğu düşük ücretli tezgahtarlık, garsonluk, yoga öğretmenliği gibi işlerle geçiniyor. 

Sayıca çok oldukları için az paraya itiraz edemiyorlar, o işi o paraya yapmaya hazır yaşıtları uzun bir kuyrukta bekliyor. 

Ya aileleriyle oturuyorlar ya da birkaç kişi birleşip ucuz bir daire kiralıyor.

Hepsinin akıllı telefonu var, hepsi interneti kullanıyor ama genelde sosyal medya ve iletişim amacıyla. Onun ötesine (yüzde 65’e yakını İngilizce olan internet sitelerine) ulaşmalarında dil sorun oluyor.

Benim kuşağımda yaygın olan, “Batı’yı bilmek,” Batılı görünümde olmak bu kesimde prim yapmıyor (“hipster” dedikleri, biraz dışta kalan bir grup var). İş yerleri ve tüketim mallarına İngilizce ad konmasını çiğlik, ucuzluk sayıyorlar. 

Ailelerine karşı anlayışlı, sevecen ve sorumlular. Anne babasının alaturkalığından, giyim kuşamından, değerlerinden rahatsız olan yok.

Birbirlerine karşı da hoşgörülü ve sevecen görünüyorlar (belki ben arkamı dönünce kapışıyorlardır, bilemem).

Başta metrobüs olmak üzere, toplu taşıma araçlarını kullanıyorlar. Sürekli hareket halindeler, çok uzun mesafelere gidip geliyorlar. 

Yeni şeyler öğrenmeye açık görünüyorlar ama kanımca bilgiyi nasıl edineceklerini, özümleyeceklerini, kullanacaklarını bilmiyorlar. Eğitimlerinin en eksik yanı bu olabilir.

Çok enerjik, pratik ve becerikliler. Ben özel okul kampuslarında izole biçimde okumuş biri olarak bu çocukların İstanbul gibi bir şehirle başedişlerini şaşkınlıkla izliyorum.

En azından Amerika’da görüp bildiğim yaşıtlarına göre çok daha deneyimli ve “üç boyutlular.” Sosyal anlamda, yaşlarıyla orantısız uzaklıkta mesafeler katedip gelmiş oluyorlar. Aşina oldukları ve arasında gidip geldikleri toplumsal kodlar geniş bir yelpazeye yayılıyor.

Epeycesinin genç yaşına rağmen şaşılacak derecede karmaşık, güçlüklerle dolu bir yaşam öyküsü oluyor.

foto_1Siyasi ve ideolojik değerlendirmeler, köşe yazarları, teşhis/çözüm fikirleri ilgilerini çekmiyor. Genelde manşetlerden haberdarlar, ayrıntılara bakmıyorlar. Siyasi konulara usanmışlık, ümitsizlik ve tembellik karışımı bir ilgisizlikleri var. Bu konulardan konuşulursa matrak geçmek amacıyla konuşuluyor.

Anlatacak çok dertleri, yanıt aradıkları soruları, değerlendirmeleri var. Benim gibi yaşı ilerlemiş biri karşılarına oturup merakla dinleyecek olursa saatlerce konuşabiliyorlar. Konu genelde insan ilişkileri, geçim sıkıntısı, geleceklerinin belirsizliği ve bunalmışlık oluyor.

Hava iyiyse sokaklarda toplanıyorlar, Galata Kulesi’nin çevresinde, Karaköy’de, Moda, Bahariye, Yeldeğirmeni gibi semtlerde “takıldıklarını” gördüm.

“Takılmak” demek genelde çay-simit ya da çips-bira ve sigara eşliğinde sokaklarda ya da bir etkinlik çevresinde öbekleşip laflamak oluyor. Bayağı kötü besleniyorlar.

New York sokaklarındaki genç öbeklerine oranla çok daha sessiz, efendice takılıyorlar. Nara, çığlık atmak, şişe kırmak gibi taşkınlıklara rastlamadım.

Genelde içine doğdukları toplumdan hoşnut değiller, başka bir ülkeye göçmenin daha iyi olacağını düşünüyorlar.

Parasızlık, dil bilmeme ve yetersiz mesleki eğitim nedeniyle göçme olasılıklarının çok düşük olduğunun bilincindeler.

O nedenle kendilerine Türkiye’de farklı, alternatif bir dünya yaratmak istiyorlar.

Alternatif dünyanın anahtar sözcüğü “sanat.” Sanattan kaçıp gidilen bir yermiş gibi konuşuluyor. 

Dikkatle bakıp dinleyince sanattan kastettiklerinin “sanat” adı altında yapılan etkinlikler olduğu sonucuna varıyorum. Sanat bir grup kişinin bir araya gelip bir etkinlik gerçekleştirmesi ya da o etkinliğin çevresinde izleyici/dinleyici olarak buluşması anlamına geliyor.

Özellikle gösteri sanatlarında şimdiye kadar çok az rastladığım bir “birlikte oynama” coşkusu ve heyecanı görüyorum. Birlikte bir “oyun” çıkarmak, oyunun ne olduğundan daha önemli. İşin “öznesinden,” neden öyle değil de böyle bir işi yapmanın daha doğru olduğundan konuşulmuyor. Tarife aykırı iş yapma ya da tarifi sorgulama merakına pek rastlamıyorum.

foto_2Etkinlikler yerine genel anlamda sanattan konuşmaya zorlarsan, ortaya (1) sanatın düşünsel değil duygusal bir “ortam” olduğu, (2) sanattan ne dendiği pek anlaşılmayan, devrik cümleler kullanılan bir dille konuşmanın normal olduğu, (3) bir sanat yapıtının görünenin ötesinde, ancak “arif” olanın deşifre edebileceği bir şeyleri simgelediği, temsil ettiği, (4) Türkiye’de sanattan “anlayan” insanın çok az olduğu gibi kanılar çıkıyor. Hemen hepsi Türkiye’de mevcut koşullarda sanat yapmanın çok zor olduğundan yakınıyor ama “nasıl olsa daha kolay olurdu?” diye sorduğumda üzerinde düşünülmüş bir yanıt alamıyorum.

Bu kesimin ürettiği küçük çaplı ama bayağı çok sayıda etkinlik oluyor (tiyatro, dans, sergi, enstalasyon, konser, vb). Bu etkinlikler birbirinden çok farklı: Çok eskilerde kalmış, kalıplaşmış bir formatın yanıbaşında yeni bir fikrin denemesi de olabiliyor, kimle ne iletişim kurmaya çalıştığı bütünüyle belirsiz bir iş de, son zamanlarda Avrupa’da popüler olan bir biçimin takliti de.

Bilebildiğim kadarıyla, şimdilerde özel liselerden yabancı dil öğrenmiş olarak çıkıp da yurt dışına gitmeyenlerin birçoğu özel üniversitelere giriyor ve meraklı olanlar sanat etkinliklerini kampusta, öğrenci faaliyeti olarak yapıyor. Kampusta yapılan etkinlik de kampusta kalıyor. Yazıda sözünü ettiğim kesim sokaklara entegre: işlerini şehirde, şehirle hareket halinde yapıyorlar.

Söz konusu kesimin etkinlikleri birbirinden şaşırtıcı ölçüde bağlantısız, herkes kendi işiyle meşgul, başını kaldırıp diğerleri ne yapıyor diye bakan az. Etkinlikler de, bunların çevresinde oluşan öbekler de birbirinden kopuk. Kimse kimsenin işine (onaylamak için bile olsa) karışmıyor, eleştirme konusunda çok güvensiz ve ürkekler. Söze “Bilmiyorum ama…” ya da “Tabii bu benim kişisel görüşüm…” diye girilmesi asap bozacak derecede yaygın.

Bu kopukluk nedeniyle “korelasyon” (birimlerin birbiriyle etkileşerek yol alması) oluşmuyor. Bu nedenle, bir “akım” da biçimlenmiyor, genel bir “fikir kaynaklı” eğilim de görülmüyor.

Sanat tarihi düz değil, son derece zikzaklı bir çizgi izler. Bu zik ve zakların çoğu da büyük çalkantı ve çarpışma dönemlerinde, bunlardan en çok etkilenen toplumlardan çıkmıştır. 

Bu açıdan, özellikle de şu anki demografik yapısı nedeniyle, Türkiye’den uluslararası iz bırakacak, sanat kanonuna girecek kayda değerlikte yapıtlar ürüyor olması gerekir diye düşünüyorum. Yukarda betimlemeye çalıştığım gençlerin tüm enerji, arzu ve adanmışlıklarına ve etkinlik sayısının çokluğuna rağmen, bu olmuyor. Ben bunu “perspektif eksikliği”ne, yerel olana sıkışıp kalmışlığa, günlük gerçekliğine geniş açıdan, evrensel gözle bakamamaya bağlıyorum. Bunlara bastırılmışlık ve ürkeklik de eklenebilir sanırım.

Başta da belirttiğim gibi, deneyimlerimin genelleme yapmak için kısıtlı olduğunun, sözünü ettiğim halin benim bilmediğim daha birçok niteliği ve açıklaması olabileceğinin farkındayım. Ben yalnızca gözlemlediğim ve üzerinde düşünülmesi gereken önemde olduğuna inandığım bir gelişmeye dikkat çekmek istedim.

Yorum bırakın