Çocukluktaki Korku Savma Ritüelleri Büyüyünce Nereye Gidiyor?

1

Ana kucağında ilelebet oturamayacağımızı, adına “dünya” denilen yaşam alanını anne babamızın değil, rastlantılarla işleyen doğa düzeninin biçimlendirdiğini ve, en beteri de, ölümlü olduğumuzu iki-üç yaşlarında farketmeye başlıyormuşuz.

ellerFreud’a bakarsak, sonradan kendimize kurduğumuz hayatları bu ilk “cennet” yılların izlenim ve duyguları belirliyor (fantezilerin yansıtılması): Her şeyi ve her işin doğrusunu bilen, sözünden çıkmadığımız sürece varlığımızı kollayan egemen güç (baba) ve kendini bütünüyle bizim hayatta kalabilmemize ve rahat etmemize adamış doğa (anne). (Tanrı hemen her dilde “baba,” doğa da “ana” sayılıyor –“toprak ana,” “mother nature.”)

Freud’un yaklaşımı birçoğu gibi bizim de aklımıza yatmasa da bir noktada bir “jeton düşmesi” yaşadığımız ve ömür boyu halleşmemiz gereken gerçeklik karşısında içimizi bir korku sardığı bariz. Tahmin edilemezliklere alabildiğine gebe bir ortamda sürekli önlemler alarak varlığımızı kazasız belasız sürdürmeye çalışmak zorunda olmamız hoş bir durum değil.

Büyüklerimiz tabii ki korunabilmemiz için hangi önlemi nasıl almamız gerektiğini öğretiyorlar ama bu öğretilerin her zaman için korkuyu pekiştiren, doğrulayan bir tarafı da var.

Sonuçta, hemen hepimiz ufacık yaşta bile kaderimizi kontrol edebilmek için kendi kendimize birtakım irrasyonel “önlemler” geliştirmeye başlıyoruz. Bu davranışlara “çocukluk ritüelleri” ya da “gelişme dönemi batıl inanç ritüelleri” gibi adlar veriliyor.

Çocukluk ritüellerinin en tipiği herhalde kaldırımdaki çizgilere basmamaya çalışarak yürünmesidir. Adımını birlikte yürüdüğün kişinin adımına uydurmak da epeyce yaygın. Liste uzayıp gidiyor: Evdeki halının desenindeki belirli noktalara basıp belirli noktalara basmamak. Ya da evden çıkarken kapının kenarına elini üç kez sürmek. Ya da elini sabunladıktan sonra suyun altına beş kez tutup çekmek. Ya da belirli kelimeleri duyduğun ya da gördüğünde tahtaya vurmak. Ya da bir şeyleri sürekli saymak. (Ritüelleri oluşturmakta sayılar, tekrar, yönler ve simetri en çok başvurulan malzeme oluyor.)

Çocukluk ritüellerinin ardındaki mantık son derece net: Biz insanlar nasıl bir şeyleri bir araya getirip yeni bir şeyler üretiyorsak, bizleri ve evreni de bir iradenin üretmiş ve denetleyip yönlendiriyor olması gerekir. Bu iradeyi hoş tutarsan o da karşılığında seni bu kaotik düzende kollar, kayırır.

Sonuçta, söz konusu ritüeller yönetici iradeyle iletişime geçme ve kendini sağlama alma amacını taşıyor. Bunları yapmazsan kötü bir şey olabilir, yaparsan o kötü şey olmaz. Ritüelle olabilecek kötü şey arasında neden-sonuç ilişkisi tabii ki yoktur ve bu bile bile yapılır. Önemli olan, doğa düzenini kontrol eden mistik güce bir mesaj göndermek, “yolda giderken lütfen bana araba çarptırma” demektir.

Bu ritüelleri kimi çocuğun güçlü, kimisinin hafif geçirmesine bir yığın neden sayılıyor: içine doğulan koşullar kadar kişinin beyninin seratonin salgısını ne verimlilikte kullanabildiği de belirleyici olabiliyor.

Bazısında söz konusu ritüeller tıbbi müdahele gerektirecek derecede şiddetlenip obsesif kompulsiflik hastalığına dönüşüyor ve yetişkinlikte de devam ediyor. (Obsesiften kasıt korkuya kaynaklık eden saplantı (obsession), kompulsif de kişinin korkuyu savmak için kendini yapmak zorunda hissettiği ritüeller (compulsion)). Ellerini saatlerce yıkayan, kapıyı kilitleyip kilitlemediğini defalarca kontrol eden, saçlarını “tam” gerektiği gibi tarayabilmek için ayna karşısında saatlerce dikilen insanları biliriz ya da duymuşuzdur.

Geriye kalan çok büyük çoğunluğun ise ergenlik döneminde yaşamla baş etmeyi öğrendikçe, kendine güveni geldikçe, korkuyu bertaraf ritüellerini azalttığı ve giderek bitirdiği söyleniyor. Ben işin bu tarafına kuşkuyla bakıyorum. Çünkü, doğanın rastlantısal işleyiş düzeninde bir değişme olmuyor. İstenmedik ve beklenmedikten korku her yaştaki insan için geçerliliğini koruduğundan, aldığımız önlemlerin büyük çoğunluğu işlevsel, rasyonel olsa da (arabalar için yol, yayalar için kaldırım yapmak gibi), hepimiz farkında olmadan epeyce bir obsesif kompulsif davranışı sürdürüyoruz. Daha doğrusu, çocukken deli demesinler diye gizli kapaklı yaptığımız gariplikleri toplumda yerleşmiş, meşrulaşmış davranışlara dönüştürüyoruz.

shoes

(Foto: Levent Başaçık)

Yalnızca “tahtaya vurmak” gibi artık evrenselleşmiş korku savıcı hareketlerden söz etmiyorum: Yaşantılarımız işlevselliği neredeyse sıfır değerde “adetler”le dolu. Sofralarımızdaki tabakların, çatal bıçakların birbirinin aynı olmasına özen göstermemizden giyim kuşamımızda simetri gözetmemize (çorapların, kunduraların farklı renk ve biçimlerde olmasının kime ne zararı olabilir?), sağımız ve solumuz arasında işbölümleri uydurmaktan “kir” adını verdiğimiz genellikle zararsız şeyle sürekli savaşıyor olmamıza kadar. Ancak, hiçbir ortam çocukluk ritüellerine organize dinî ibadet platformları kadar kucak açamıyor.

2

tespihler

Tespihler: Anglikan, Japon Zen Budist, Bahai, Rum Ortodoks

Müslümanlıkta ibadet edebilmek için abdest alınması gerekiyor. Abdest baş, boyun, el, kol ve ayakların önce sağ, sonra sol düzeninde (bazı aşamaları üç kez tekrarlanarak) yıkanıp silinmesinden oluşuyor. Rahmetli anneannem sabah kalkınca aldığı abdestle sabah, öğlen, hatta ikindi namazlarını kılabilen biriydi. Yani, o saate kadar tuvalete gitmemeyi ya da gaz çıkarmamayı başarabiliyordu. İkindi namazından sonra tuvalete gider, ardından akşam namazı için tekrar abdest alırdı, ben de tuvalete gitmiş olduğu için tekrar yüzünü, kulaklarını, burnunu, ağzını, ayaklarını yıkamak zorunda olmasına anlam veremezdim. Sorduğumda aldığım yanıt “öyle emredilmiş” olurdu.

Dindar olmayanlar genellikle ibadetlerin biçimine bakıp mantıksızlık, yani ritüelin işlevsel bir yanının olmadığını tespit edip eleştirirler ve bence çok önemli bir noktayı es geçerler: İbadetin en önemli özelliği sorgulanmadan yapılmasıdır. Örneğin, koyu dindar Musevi’ye sabah kalktığında ellerine önce sağ, sonra sol düzeninde üçer kez su dökmek yerine musluğun altına tutup sabunlasa daha temiz olacağını söyleseniz, yanıtı çok büyük olasılıkla “kural bu” olacaktır. Kuralı sorgulamamak ve söyleneni yapmak ellerin temizlenmesinden çok daha önemlidir.

Organize dinlerde ibadetin nasıl yapıldığına kabaca bir göz atan herkes bunların sayı ve tekrar (genellikle 3, 7, 10, 12, 40) ve yön ve simetri esaslı olduğunu görecektir. Anlamını bilmediğin duanın defalarca tekrarlanması, tespih, ibadet sırasında yüzünü döneceğin yön gibi şeyler her dinde var.

Çoraplarını on kez giyip çıkarmadan kapıdan dışarı adım atamayan bir obsesif kompulsif bunun bir rahatsızlık olduğunun farkındadır ve genellikle ilaç ve terapiyle tedavi olabilir. Buna karşılık, tespih çekerek dua eden bir Katolik için Hz. Meryem Duası’nı (Hail Mary) on kez tekrarlamasında, yanlış saymış olabileceğini hissedince dönüp en baştan başlamasında tedaviye gerek bir durum yoktur. Hattâ çoraplarıyla uğraşan obsesif kompulsifin kendini dine verip muntazam tespih çekerek derdinden kurtulabileceğini de düşünür.

Benim ilgimin olup uzmanlığımın hiç olmadığı psikoloji ve antropoloji alanlarına giren bir konudan söz ediyorum. Dinle batıl inancın içiçe geçtiği bir ortamda büyümüş, beyni seratonin tutmakta biraz zorlanan biri olarak çok eskilerden beri aklıma takılan bir sezgi bu: Kendini evrende konumlandırmaya, varoluşunu anlamlandırmaya çabalayan ve korkudan ödü patlayan çocuğun akıl ettiği endişe dindirici ritüellerden obsesif kompulsifliğe ve/veya dinî ibadetlere giden bayağı kalın bir çizgi görüyorum.

Yıllardır arada bir hatırladıkça bu konuda bir araştırma yapılmış mı, yazı yazılmış mı diye bakınıyorum ama bulamıyorum. Dinin obsesif kompulsifliğe malzeme olabildiğinden, korkulara kaynaklık edebildiğinden söz eden epeyce yazı var ama konuya tersinden bakan yok. Olsa, belki endişe ve korkularını dinî inanç, aidiyet ve ibadetle kontrol altına alıp rahatlayan insanın nasıl olup da bu aidiyet adına başkalarını korkutmaya, incitmeye, öldürmeye başlayabildiğini anlamamıza biraz katkısı olabilir.

Yorum bırakın