Bu blogun okuyucu sayısı yavaş yavaş artıyor. Yazıların çoğu otobiyografik sayılır ama yine de kendimi tanıtmam için “okuyucu istekleri” geliyor. Bu yazıyı (bir parça) o isteklere yanıt olsun diye yazdım.
1
Ben yaklaşık otuz yıldır New York’ta oturuyorum, başka bir yere gitmeye de henüz pek niyetim yok. New York’a İstanbul’dan geldim, İstanbul’a Tarsus’tan gitmiştim, Tarsus’a da Elazığ’dan. Aralara irili ufaklı başka şehirler de girdi ama ana rota bu oldu.
“Geçmiş” dediğimiz şey, malûm, bellekten oluşuyor. Benim zihnim belleğindeki malzeme konusunda fazlaca sevecen ve himayeci: hiçbirini unutmamaya çabalıyor, yeni bir deneyimin bir ötekini silmesine razı olmuyor. Bunun neden böyle olduğunu kestiremiyorum (çözebilirsem yazıp bildiririm).
Ömrüm boyunca bir baltaya sap olmak yerine saplığını sevdiğim ve becerebildiğim birkaç baltanın birinden ötekine sıçrayabilmek istedim. Bunun bir nedeni becerilerim konusunda da himayeci olmam, bir nedeni de sıkılma özgürlüğüm konusundaki hassasiyetim olabilir. Özetle, “sen nesin?” diye sorulduğunda verecek bir yanıtım olmasın istedim ve başardım: bu soruya yanıt bulamamayı hâlâ sürdürüyorum. Ama “şu sıralarda” ne yaptığım sorulduğunda verecek bir yanıtım hep oluyor, çok şükür.
2
Becerebildiğim birkaç işten biri de yazmak. Oturup epeyce geniş bir alana yayılmış belleğimin ötesinden berisinden bir şeyleri bir araya getirip kompozisyonlar oluşturmak benim için hoş bir uğraş. Benim gözümde bunun müzik kompozisyonundan (becerebildiğim başka bir iş) pek bir farkı yok. İngilizcem zayıf değil ama, doğal olarak, anadilimi daha rahat kontrol edebiliyorum. Kaldı ki, bellek malzememin en az yarısı da Türkiye’den kalma. Fırsat bulduğumda ya da yaratabildiğimde Türkçe dilinde yazıyorum.
Bu blog da benim Türkçe yazmama olanak veren bir iletişim ortamı. İnternet ortamının en güzel tarafı, okumak isteyenin üç-beş dakika zaman ayırmak dışında hiçbir harcama yapmasını gerektirmemesi. Ancak, bir karşılık gözetmeden dünyaya sunulan bir yazının bile laf olsun diye yazılmaması, birilerine bir yarar sağlamaya yönelik olması gerektiğine inanıyorum.
Bu yazılardan yararlanmasını umduklarım öncelikle Türkçe dilini konuşan genç kuşaklar. Yazarken zihnimde hitap ettiğim kişiler genellikle onlar oluyor. Şimdilerde ellilerini, hatta kırklarını aşmış olan Türkiyeli okumuş kentli kuşaklarla, yani “benim ekip”le iletişim kurmakta eskiden de zorlanırdım, şimdi de zorlanıyorum.
Beni tası tarağı toplayıp başka bir ülkeye göçe itenin ne olduğunu formüle etmeyi denediğimde, bitmez tükenmez bir taraflaşma ve kavgalaşma enerji ve sinerjisine bir türlü ayak uyduramadığım geliyor aklıma. Lunaparkta kapalı bir mekanda sürekli birbiriyle toslaşarak dolaşan “çarpışan otomobil” eğlencesine katılmayı bir türlü beceremeyen ve kalkıp çıkan birine benzetebilirsiniz (sürücü ehliyetim hâlâ yok).
Bu benzetme doğru bir teşhis midir yoksa kişiliğimden kaynaklanan öznel bir görüntü müdür bilmiyorum, ama sanki Haziran 2013’teki Gezi Parkı olaylarının en azından ilk günlerinde gençlerden oluşan bir kesim benim bu teşhisimi paylaştığını, artık taraflaşıp kavgalaşarak yaşamak istemediğini söyledi gibime geldi. Emin konuşamıyorum çünkü birçoğu gibi ben de bu gençlere baktığımda ne görmek istiyorsam onu görmüş olabilirim.
3
Birisi Türkçe bilenler tarafından okunacak yazılar içeren bir blog oluşturmaya karar verdiğinde “ama Türkler okumaya meraklı değil” sözünün aklına takılmaması olanaksız. Kişi başına düşen kitap ve gazete sayısı gibi istatistikler okumaya pek heves olmadığını doğruluyor tabii ki. Ama “niye okumuyorlar?” sorusunu sorup “eğitilmemişler,” “alışkanlık kazanmamışlar,” “üşengeçler” gibi beylik açıklamaların biraz ötesine baksak, belki de okumayanların okumamakta pek de haksız olmadıklarını göreceğiz: çünkü, kanımca, yazmak ve okumak denince akla gelen imgelerde tatsız bir şeyler var.
Dikkat ederseniz (ki bence etmekte yarar var), Türkiyelilerin birbiriyle iletişiminde bana bazen bir saplantı gibi görünen, adına “aslındacılık” dediğim, egemen bir “sunum tekniği” var (“esasındacılık,” “gerçektecilik,” “hakikattecilik,” “haddizatındacılık” deseniz de olur). Bütün bir Ortadoğu için geçerlidir belki de bu. Tartışma bir yana, orasına burasına “aslında”nın ya da benzeri bir sözcüğün serpişmediği bir konuşmaya, herhangi bir fikir yazısına neredeyse rastlanmıyor. Nereye baksam parmak uçlarını birleştirdiği elini karşısındakinin yüzüne tutup işin “aslını” anlatan birilerini görüyorum (fikirleri konusunda pek bir kuşku belirtisi göstermeden).
Bu saplantının böylesine kök salabilmesinin nedeni toplumda ön planda görünene karşı yerleşmiş derin bir güvensizlik duygusu olabilir: “esas”ın hep arkalarda bir yerlerde, birtakım gizli kapaklı düzenlemelerde yattığına inanılıyor. Bu belki de bu topraklarda çok eskilerden beri süregelen, pek de asılsız olmayan bir paranoya. “Aslındacılık” bazen bana insanların bu paranoyayı kullanarak toplumsal hiyerarşide kendilerine ittire kaktıra yer açma yöntemiymiş gibi görünüyor.
Dikkat çekmekte yarar gördüğüm ikinci bir nitelik de bu toplumda hiyerarşinin, yani üsttelik-alttalık paradigmasının iletişimi çok büyük ölçüde biçimlendiriyor olduğu. Kaldı ki, kimin üstte, kimin altta olduğunu belirleyen nedir diye baktığımda da bunun içerik değil, büyük ölçüde biçim olduğunu görüyorum. Amblematik, hattâ üniformalı bir toplumdan söz ediyoruz: bilgili olmak, zenginlik, akademik paye, yabancı dil bilmek, araba sahibi olmak, iri yarı olmak, ünlülük, batılı kılıkta olmak, resim sergisine gitmek, şaraptan anlamak, daha yaşlı olmak, üst katta oturmak, rakı adabını bilmek, suşi yemek gibi belirleyiciler bir subayın apoletlerindeki yıldızlar kadar simgeleşebiliyor.
Ve üst-alt ilişkilerinde olumlu duyguların egemen olduğunu söylemek de zor. Yıllarca çocuklara her Allah’ın günü “büyüklerimi saymak, küçüklerimi sevmek” diye bağırtılmış olması aklıma bir zamanların komedyeni Muzaffer Hepgüler’in bir esprisini getirir: “En yararsız kuş hangisidir? Yarasa.”
4
Yazı konusuna dönersek, yazılı basında fikir yazılarının neredeyse tümü (yazısızları pek izlemiyorum), fikir duyurusu amaçlı bloglar ve kitapların da birçoğu doğrudan ya da dolaylı yoldan “aslında”yı göstermeye odaklı. Ve de bu didaktik “aslında” yazılarının çok büyük çoğunluğu siyasi analiz, eleştiri ve tahminden oluşuyor: “esas”ın ne olduğunu bilen yazarlar üst katlardan doğruları haykıran vaiz konumundalar.
Toplam nüfusa oranla sayıları çok olmasa da, bu yazıları okuyanlar neden okuyorlar? Dikkat ederseniz “karşı taraf”tan pek bir şey okunmuyor, herkes kendi fikrinde olduğunu bildiklerinin yazılarını okuyor. Yani, yazı bir tür “cephane tedariki” amacıyla okunuyor: başkalarının ağzının payını vermekte kullanılacak “aslında” formülleri oluşturabilmek, “sen biliyor musun ki…” ya da “okuyup etmeden boş boş konuşma” diyebilmek, “olaylar”dan haberdarlığıyla hiyerarşik yapıdaki yerini pekiştirmek için.
Şiddet temelli ilişki modunu sürekli sıcak tutması bir yana, “devlet meseleleri”nin medyayı ve günlük iletişimi bu ölçüde kaplamasının bence en büyük zararı, kişileri günlük gerçekliklerine odaklanmaktan alıkoyan oyalamalar yaratması. Yirmi dört saat boyunca içinde dolandığımız günlük yaşantılarımızı zihinlerimizde kayda değmezleştiren bir yanılsama oluşuyor. Belki de büyük konularla uğraşan büyük adamların büyük karar ve davranışları konusunda ahkâm keserek kendini büyük hissetmek gibi bir şey bu, bilemiyorum. Akşama ne yiyeceğimiz bunun yanında yüz kızartacak küçüklükte, önemsizlikte bir ayrıntı oluveriyor.
Ve ben bu manzara karşısında “çocuklara yazık oluyor” duygusuna kapılıyorum.
Türkiye vatandaşları için siyaset oldum olası odasından izlediği bir televizyon dizisi kadar sanal, katartik ve hüsnükuruntusal bir vakit geçirme biçimi oldu. Siyasi gelişmelerin gelip günlük yaşantılarımızda bizi bulması pek öyle kolay olmuyor. Siyaset günlük gerçekliğimize somut biçimde olsa olsa yemek masasını yumruklayarak vatanın batırılmakta olduğunu haykıran akraba biçiminde giriyor. Ki, o da genellikle söz konusu akrabanın “devlet meseleleri” kılığında sunduğu kişisel meseleleri oluyor.
Bilebildiğimiz kadarıyla her birey dünyaya bir kez geliyor, tek bir hayatı var ve hayatını sahiplenmek herkesin en doğal hakkı. Günlük yaşantılarımız son derece ilginç, eğlenceli, derinlikli, düşündürücü şeylerle dolu ve benim düşüncemde “hayatın tadına varmak” bunların tadına varmak anlamına geliyor. Ancak, bunu başarmak için şu önceki kuşaklardan miras kalan gözlükleri atıp çıplak gözle bakabilmek gerektiğini düşünüyorum. Sapına kadar bireyci bir birey olarak, hem kendi hayatına hem de diğerlerininkine saygı ve hoşgörüyle yaklaşabilmenin yolunun bu olduğuna inanıyorum. Bu blogdaki yazıları da bu gözlüklerin çıkarılmasında bir yardımı olabileceğini düşünerek yazıyorum. Blogun adı da, malûm, İsteyen Okusun.
5
Bu doğrultuda: Öğrenci olan, tek başına oturan ya da karnın arada bir acıkmasını baş belası sayacak kadar meşgul herkese çabuk tarafından hazırlanabilip sıcak ve besleyici yemek yeme olanağı veren üç makarna tarifi sunuyorum. Her üçü de uzun süre dayanabilen, stoklanabilir ucuz malzemeyle yapılıyor. Suyun ısınıp makarnanın haşlanması bitinceye kadar geçen sürede sosları hazırlamak mümkün. Kilo almamak için makarna miktarının az tutulmasını öneririm. (Tarifler bir kişi için.)
1. BİBERLİ MAKARNA
2-3 dolmalık ya da uzun kırmızı tatlı biber
1 diş sarımsak
Zeytinyağı
Tuz
Siyah zeytin (şart değil)
Makarnanın üstüne rendelenmiş parmajan ya da kaşar peyniri (şart değil)
Biberleri ocağın üstünde, mangalda ya da fırın ızgarasında közleyin. Kabuklarını soyup çekirdekleri çıkarın, karıştırıcıya (blender) koyun, bir diş sarımsak, biraz zeytinyağı ve tuz ekleyin, karıştırın, makarnanın üstüne dökün. Birkaç siyah zeytin de ekleyebilirsiniz.
2. TON BALIKLI MAKARNA
1 orta boy kuru soğan
Zeytinyağı
1 domates
1 küçük avuç kuru maydanoz (ya da, haliniz varsa, yarım demet doğranmış taze maydanoz)
Yarım fincan beyaz şarap (uzun süre dayanan yemeklik beyaz şarap da olur)
Siyah zeytin (şart değil)
1 tatlı kaşığı kapri çiçeği (şart değil)
Tuz ve karabiber
Soğanı küçük doğrayıp bolca zeytinyağında kavurun, doğranmış domatesi (ben kabuğunu soyuyorum) ve kuru maydanozu ekleyin, domatesler yumuşayıncaya kadar (5-10 dakika) pişirin, suyu/yağı süzülmüş ton balığını, birkaç siyah zeytini, kapri çiçeğini ve tuz ve karabiberi ekleyin, 2-3 dakika karıştırarak pişirin, beyaz şarabı ekleyin ve ateşten alın, makarnanın üstüne dökün.
3. SARDALYALI MAKARNA
1 kutu konserve sardalya (yağda ya da suda)
2-3 diş sarımsak
1 domates
Yarım tatlı kaşığı salça
1 yemek kaşığı kuş üzümü
1 yemek kaşığı çam fıstığı (önceden biraz kavurabilirsiniz)
Zeytinyağı
Siyah zeytin (şart değil)
Tuz, karabiber, (istenirse:) kekik, kırmızı pul biber
Dövülmüş ya da ince doğranmış sarımsağı zeytinyağında çok az kavurduktan sonra küçük doğranmış domatesi (ben kabuğunu soyuyorum) ve salçayı ekleyip 5-10 dakika pişirin. Ardından suyu/yağı süzülmüş sardalyaları, kuş üzümünü, fıstığı, zeytini, tuz ve baharatları ekleyin ve 3-5 dakika karıştırarak pişirin, makarnanın üstüne dökün.