İkiye Yarılmışlığa Bir de Şöyle Bir Bakış

Türkiye’deki özel okullar üzerine yazılmış bir makale çıktı karşıma. Yazar 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’ndaki yabancı ve azınlık okullarının ne çok sayıda olduğunu anlatıyor (yüzlerce olduğunu bilmezdim) ve şu saptamayı yapıyor:

Devlet, eğitim verme sorumluluğunu yönetici-memur ve asker yetiştirmekle sınırlandırmıştır. Bunun doğal sonucu olarak, çeşitli dinî gruplar ve topluluklar, eğitimlerini kendileri sağlama yoluna gitmişlerdir. Bu durum, özel okulların yaygınlaşmasını pekiştirmiştir.*

Robert Lisesi, Gould Hall

Robert Lisesi, Gould Hall

Bundan devlet okulu ve özel okulla belirlenen bir işbölümünün epeyce eski bir geçmişi olduğu sonucu çıkıyor: Devlet sürekliliğini sağlayabilmek için kendine gerekli kadroların yetiştirilmesiyle ilgilenmiş, devlet mekanizması dışında kalan iş alanları için eğitimi özel okullara bırakmış.

Bu saptamanın doğruluğunu yanlışlığını tartabilecek bilgiye sahip değilim. Ama kişisel deneyimime dayanarak şunu söyleyebilirim: Ben şu sıralarda kabaca 55-65 yaşlarında olan, yani dünyada her sektör ve kurumda en üst düzeylerde dolaşan kuşaktanım. Bu, ortaoğrenimini 1960’larda tamamlamış kuşaktır. Ve bizlerin ortaöğrenimden geçtiğimiz yıllarda Türkiye’de durum az çok bu yazıda söylendiği gibiydi.

1960’ların başlarında Türkiye’nin nüfusu 30 milyondan azmış. Okuryazar oranı yalnızca % 40 imiş ve nüfusun % 70’i tarım ve hayvancılıkla uğraşırmış. Yani, lise, hatta ortaokul okumasının gereksiz olduğu düşünülen epeyce bir çocuk vardı, öğrenimde bugünkü gibi kıran kırana bir rekabet yoktu.

Ortaöğrenime devam etmesi uygun görülen, ilkokulu bitirmiş on iki yaşındaki bir çocuğun önünde iki seçenek dururdu: Ya çok büyük çoğunluğun yaptığı gibi oturduğu bölgedeki ücretsiz devlet ortaokuluna yazılacak ya da yabancı bir dilde eğitim veren, genellikle yabancıların kurup yönettiği, çoğu İstanbul’da olan bir avuç paralı özel okuldan birinin sınavına girecekti. Fen liseleri, Anadolu liseleri, Türk girişimcilerin kurduğu kâr amaçlı “kolejler” gibi üçüncü bir seçenek oluşturan okullar tek tük belirmeye başlıyordu.

Özel okullar öğrencilerini kendi özel sınavlarından geçirerek seçerdi. Seçilenlerin çoğunluğu okul ücretini ödeyebilecek güçteki kentli profesyonellerin, eşrafın ve üst düzey memurların çocukları olurdu. Yani, temelde, evine gazete, kitap giren, radyoda haberleri dinleyen, arada bir seyahat eden, az da olsa okumuş ailelerin ilkokulda “ihtimamla” yetişmiş, sınav hazırlık dersleri aldırılmış çocukları.

O yıllarda en öncelikli hedef çocuğun bir yabancı dil öğrenmesiydi (“bir lisan, bir insan; iki lisan, iki insan” sözü çok yaygındı). Kendini sıradanlıktan kurtarmanın anahtarı buydu. Sonrasında da Orta Doğu, Hacettepe, Boğaziçi gibi İngilizce ağırlıklı eğitim veren “elit” üniversitelerden birinde iş idaresi ya da mühendislik okuması ya da bir tıp fakültesine girmesi, bunlar olmazsa da yurt dışına gitmesi hayal edilirdi. Devlet okuluna giden çocuğun sonunda –yıllarca İngilizce derslerinde E. V. Gatenby kitapları hatmettirilmesine rağmen– bir turiste iki kavşaklık yol bile tarif edemediği bilinirdi.

Yabancı dil öğretiminin ötesinde birçok öğrencinin yatılı okuduğu özel okulların “püf noktası,” kanımca, okumuş ailelerin seçilmiş çocuklarının birbiriyle etkileştiği kapalı alanlar (kampus) yaratmalarıydı. Bu ortamlar dili öğretilmekte olan batı ülkesinin kalıplarıyla düzenleniyor ve öğretmenler kendi toplumlarının kültürel kodlarını yerel kodlarla karşılaştırma yapmadan, nesnel bir tavırla tanıtıyorlardı (her toplum gibi Türkiye toplumunun da kendini kendinden başkasının eleştirmesine dayanamadığının ayrımındaydılar). Kampusun içiyle dışı arasında bir farklılık oluşması ve çocukların bunu gözlemleyerek, karşılaştırarak yetişmesi kaçınılmazdı.

İngilizce bilen Türkler arasında yazışma örneği.

İngilizce bilen Türkler arasında yazışma örneği.

Bu karşılaştırmalı eğitimin sonunda ulaştığımız sonuçların başında Batı’nın Doğu’dan kesinlikle daha üstün olduğu geliyordu (bunun önemli bir nedeni Batı’nın Hıristiyanlığı olmasa da Doğu’nun Müslümanlığıydı). Türkiye’nin sorunlu bir ülke olduğunun ayrımındaydık: Sorunlar ancak Cumhuriyet’in de hedef edindiği biçimde, Batılılaşarak çözülebilirdi ama “halk” yabancı dil bilmezliği, cehaleti ve dogmaları yüzünden bunu kavrayamıyor ve beceremiyordu. Kampus dışındaki halkın sıradan yaşantısı ancak eleştirmek için, yermek için, acıdığımız için ya da dalga geçmek için, yani, temelde, farklılığımızı birbirimize ve kendimize kanıtlamak için sözünü ettiğimiz bir gerçeklikti. Çocukluk yıllarında bile kendimizi “aydın” olarak nitelendirebilmemizin nedeni bu farklılık duygusuydu.

Sonuçta, çoğumuz özel okul kampusundan elit üniversite kampuslarına geçti, onun ardından da kendine “Batılı” olduğunu düşündüğü biçimlerde izole, küçük, lüks kampuslar kurdu. (“Kampus” sözünü mecaz anlamında da, bekçili, dikenli telli, güvenlik kameralı mekanları düşünerek sözlük anlamında da okuyabilirsiniz.) Toplumsal örgütlenmede katkı ve söz sahibi olmak aklımızın ucundan geçmedi: ne siyasete girenimiz oldu, ne de devlette çalışanımız.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, 4 Ağustos 2014 (Hürriyet Gazetesi)

Türkiye Büyük Millet Meclisi, 4 Ağustos 2014 (Hürriyet Gazetesi)

Getirisi yüksek, özgürlüğü bol özel sektör dururken devlete memur olmanın cazip hiçbir yanı yoktu. Siyaset de bizlerin gözünde devlet okullu alt “kastların” kendi aralarındaki dalaşmalarından oluşan birtakım etkinliklerdi (arada bir ucu bizlere de dokunacak ölçüde ileri gidecek olurlarsa kampuslarımızı korumakla mükellef saydığımız asker gelip iki tokat patlatırdı bunlara).

Kendimize yakıştırabildiğimiz tek bürokratlık gün gelip de yabancı ülkelerde elçi falan olmak üzere dışişlerine girmekti. Siyasete ciddi biçimde ilgi duyanlar var olmasına vardı ama bunların katılımları hal ve gidiş hakkında tespit üretmekle ve fikirlerini “oturarak” (üniversite kürsülerinden ya da gazete köşelerinden) iletmekle sınırlı kaldı.

Bu düşüncelerimi duyurduğum 55-65 yaşlarındaki özel okullu kuşağımdan en sık duyduğum yanıt, devlet ve siyaseti elinde tutan kesimlerin bizleri aralarına sokmadığı oluyor: “istesek de giremezdik.” Çoğunun yaşamında hedef edindiği şeyleri elde etmekte ne ölçüde başarılı olmuş olduğuna, organizasyon becerisine bakınca bu gerekçe aklıma yatmıyor.

Özetle, bizler siyaset ve devlete bulaşmaya gerek duymadık. Çünkü gerek duymamızı gerektirecek bir durum olmadı. Çünkü ülkedeki siyasi dalgalanmalar kampuslarımızdaki yaşantılarımızı hiçbir zaman somut biçimlerde etkilemedi, yaşantı biçimlerimizde ve tüketim gücümüzde bir eksilme olmadı (belki her durumda bir artış olduğu bile söylenebilir). Siyasi gidişattan şikayetlenmemizin temelinde kampus dışından içeri sızmalar olması, çevremizde görmeye alışık olmadığımız ve kendimize yakıştıramadığımız yüzler belirmesi ve “bizden” olmayan birilerinin “bize ait” saydığımız türden tüketimin bir kısmına el atması yatıyor (bu zaman zaman gözüme ekonomik ya da politikten çok estetik bir rahatsızlık gibi görünüyor).

Cumhuriyet döneminde devlet tabii ki Osmanlı gibi yalnızca asker ve bürokrat yetiştirmekle yetinmedi, giderek her türlü mesleğin eğitimini sağlamaya çalıştı. “Özel sektör bütünüyle özel okul mezunlarının elindedir” gibi bir şey tabii ki söylenemez; devlet okullarından mezun sayısız insan her türlü işe girdi. Ama ne yazık ki “devlet ve siyaset eskiden olduğu gibi şimdi de bütünüyle devlet okullarından mezunların elindedir” demek yanlış olmaz.** Yani, en azından benim kuşağım 19. yüzyıldan beri süregelen işbölümünü devam ettirdi.

1960’lardan sonra başlayan okul sayısında ve türündeki artışın bu geleneksel işbölümünü nasıl etkilediğini bilmiyorum. Ama benim özel okullu kuşağımın çocuklarını yabancı dille eğitim veren özel okullara ve özel sektöre sokmaya devam ettiğini biliyorum. Henüz hep istemedikleri yönde ilerlediğinden şikayetlendikleri “gidişatı” değiştirmesi için çocuğuna siyasete atılmayı ya da devlette görev almayı salık veren bir tanıdığa rastlamış değilim.

________________________

* Dr. Selçuk Uygun, “Türkiye’de Dünden Bugüne Özel Okullara Bir Bakış (Gelişim ve Etkileri),” Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Yıl: 2003, Cilt: 36, Sayı: 1-2.

** Kasım 2013’te yaptığım ve bu blogda yayımladığım araştırmalarımda Türkiye’deki 81 validen birinin bile ortaöğrenimini yabancı dille eğitim veren bir özel okulda tamamlamamış olduğunu gördüm (Parantez İçinde: (TC Valiler Profili)). Aynı biçimde, 2009-2014 dönemindeki 81 il/büyükşehir belediye başkanı arasında bu türden özel okula gittiğini saptayabildiğim kişi sayısı da 4 oldu (Parantez İçinde: (TC Belediye Başkanları Profili)).

 

 

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s