Bir Yoğunluk Anı

Bir zamanlar Londra’daydım. Doktora tezim için araştırma yapmaya gitmiştim. Konum tiyatro edebiyatı olduğu için cebimdeki üç kuruş parayla en ucuz otelde kalıp yarı aç gezmek pahasına şehirde ne tiyatro gösterisi varsa gidip görmeye çalışıyordum.

En “ağır” kurum National Theatre’ın büyük salonu Olivier sahnesinde bir onyedinci yüzyıl komedisi, Volpone, oynanıyordu ve başrolde Paul Scofield vardı. Yine aynı binadaki orta boy salonda (Lyttelton) Royal Shakespeare Company, Brecht’in Komün Günleri’ni oynuyordu. En küçük ve ucuz salonda da (Cottesloe) yeni bir yazarın yeni bir oyunu vardı, ne olduğunu hatırlamıyorum.

Her üç oyuna da en ucuzundan ne bilet bulabilirsem almak üzere National Theatre’ın şehrin ortasındaki satış yerine gittim. Olivier ve Lyttelton için verdikleri biletlerin üzerinde hangi bölümden olduğunun belirtildiğini (benimki en arka on beş sıradan, örneğin), ama koltuk numarası yazmadığını söylediler. Oyundan iki saat önce fuayede bir masa açılacakmış ve koltuk numarası oradan verilecekmiş. “Erken giden biletinin ait olduğu bölgedeki en iyi koltuğu kapar” dediler. “Buz gibi havada kalkmış gelmişim buraya kadar, paramı da veriyorum, niye şimdi beni tiyatroya iki saat erken gitmeye zorluyorsunuz?” dedim, “kusura bakma, adet böyle” dediler.

“Madem en arkalarda oturacağım, bari en arkanın önlerinde oturayım” deyip Olivier’deki oyunun başlamasına iki saat kala binaya girdim. Hava henüz kararmamıştı. Dedikleri gibi, bir kadın bir kenarda oturmuş koltuk numarası veriyordu. Numaramı aldıktan sonra soğuk havada, hem de Waterloo gibi tatsız bir bölgede çıkıp dolaşmaktansa fuayede oturup bekleyeyim dedim. Fuaye bana normalin çok üstünde ısıtılıyormuş gibi geliyor demeye kalmadı, dört bir yandan fahiş fiyatlarla meşrubat, çay, kahve, kadehlerde şampanya, kitap, yiyecek, vb. satan görevliler sökün ediverdi. Başka ne gibi bir nedeni olabilirdi bilmiyorum ama o anda beni oraya paramı yolmak için erkenden getirttikleri sonucuna vardım ve tepem attı, kalkıp binadan çıktım, ıssız sokaklarda yürümeye başladım. Bir yerde bir düzine kadar masası olan, ön tarafı bütünüyle cam, küçük bir kafeye rastladım, girip bir kahve aldım, bir masaya oturdum.

Kafede tezgahın arkasında bir adam duruyordu, bir de camın yanındaki bir masada, önünde bir fincan çayla orta yaşın üstünde, ufak tefek bir kadın oturuyordu. Başında eşarp, sırtında yıpranmış, koyu yeşil bir manto vardı. Kılığına biraz fazla kaçmış denebilecek kadar kırmızı ruj ve allık sürünmüştü. Kadın ben yerime oturunca bana küçük bir selam verdi, sonra dışarı bakıp çayını içmeye devam etti.

Az sonra yolun karşı tarafından bir bacağını sürüyen, bir kolunu bedenine yapıştırmış, yüzü biraz çarpık bir adam bizim tarafa geçti. Belli ki felç geçirmişti. Adam bizim kaldırıma çıktı ve birden camın ardında oturan kadını farketti ve olduğu yerde ağzı açık donup kaldı. Kadın tabii ki adamı görmezden gelmeye çalıştı, bana dönüp “çattık” der gibi kaş göz işareti yaptı. Adam camın öbür yanında, bir akvaryumda akıl almaz bir yaratık görmüş gibi durmuş bakıyordu kadına. Ben maskaralık yaptığını, birazdan çekip gideceğini düşünürken kafeye girdi, tezgahtakine sağlam eliyle duvarda yazılı içecek listesinden bir şeyi gösterdi ve gelip bir masaya oturdu. Bana kadını gösterip “görüyor musun?” ya da “inanabiliyor musun?” anlamına geldiğini düşündüğüm “a ra ro” gibi birtakım anlaşılmaz sesler çıkardı. Konuşamıyordu.

Sonra kadına dönüp çok kararlı, mantıklı bir tonda, tane tane bir şeyler anlatmaya başladı ama çıkardığı seslerde tanıdık tek bir kelimeye rastlanmıyordu. Adam arada bir duruyor, sanki “bu sefer becereceğim” der gibi derin bir nefes alıp tekrar başlıyor ama diliyle dudaklarını bir türlü denetleyemiyordu.

Bu türden sarkıntılıkların mutlu bir sonla bitmesinin olanaksızlığı taraflarca baştan bilinir, o nedenle de sarkan için en büyük tatmin, sarkma anının muzırlığı ve puştluğudur. Yani, sarkılan kadının “hadi gel öyleyse” deyip koluna girip gitmeyeceğini bilir. O nedenle de bir adamın tek başına sarkıntılık ettiğine pek rastlamayız, genellikle birbirini izleyen, birbirinin böğrünü dirsekleyip gülen iki, üç kişi olurlar. Bu adamın sarkıntılığında mizah değil, çaresizlik vardı. Ne dediği anlaşılmıyordu ama güzel bir şeyler söylemeye çalıştığı belliydi. Kadın da öfkelenmek yerine utanıp kızarıyor, arada bir parmağını kafasına götürüp adama “kafadan çatlaksın” işareti yapıyor, ne tarafa bakacağını bilemeden, yüzünde donuk bir gülümsemeyle yerinde oturmaya devam ediyordu.

Birkaç dakika sonra adam derdini anlatamayışına hayıflanmaya, arada bir önündeki masaya vurup “ne halt etsem?” gibisinden etrafa bakınmaya başladı ve birden bir köşede duran paralı plakçaları farketti, “hah” deyip yerinden kalktı, plakçalara gitti, eğilip kendi kendine söylenerek plak listesini incelemeye başladı. Kadın adamın arkasından bana “manyak bu” işaretleri yaparken bir “hah” daha yükseldi, adam cebinden para çıkarıp plakçalara attı ve geri gelip kadının karşısına dikildiğinde kafeyi Elvis Presley’in ılık sesi dolduruverdi: “Are you lonesome tonight? Do you miss me tonight? Are you sorry we drifted apart?” Ve adam kadının karşısında Elvis’in sözleriyle ağzını açıp kapatarak, başını sağa sola eğip gözlerini kaydırarak, işleyen koluna havada çemberler çizdirerek meramını anlatmaya başladı.

Tiyatroda “yoğunluk anı” denen bir şeyden söz edilir: ikiden çok sayıda duygunun aynı anda, eş düzeyde varolması diye tanımlanabilir. Beyin ak/kara gibi ikiliklerden daha fazlasıyla başetmekte zorlanıyor. Yoğunluk anlarında insan bir kaçış ya da savunma yöntemi olarak ağlıyor, kalkıp kaçıyor, çığlık atıyor, bazen bir şeyleri kırıyor, giysilerini parçalıyor. Kadın da gözlerinden yaşlar boşalaraktan yerinden fırlayıp kaçtı. Ben de afallamış bir halde kalkıp kapıya yöneldiğimde Elvis şarkısına, adam da kendini kaptırmış, Elvis’i konuşmaya devam ediyordu.

Sonra Volpone’yi izlemeye gittim ve koskoca adamların, kadınların kostümler giyinip, boyalar sürünüp yüzlerce yıl önce yazılmış bir metinden ezberledikleri repliklerle komiklik yapmalarına ve yüzlerce insanın da oturmuş bunları izliyor olmasına boş boş baktım. Ara olunca çıktım, otele döndüm.