Biraz Farklı Bir Askerlik Anısı

İki yıl New York’ta tiyatro ve müzikle uğraştıktan sonra apar topar, on sekiz aylık askerlik hizmetimi yerine getirmek üzere Türkiye’ye döndürülmüştüm. İngilizcemin çok iyi olduğu anlaşıldığından, piyade eğitiminin ardından, özel bir emirle Ankara’da, Genelkurmay Başkanlığı’nda, bir yıl süreyle bir masada oturup evrak kaydetmekle görevlendirildim.

Tuzla Piyade Okulu’ndaki eğitimin başlarında kimlik fotoğrafı çekilmesi için fotoğrafçının önünde kuyruğa girdik. Sıra bana gelince ben de iskemleye oturdum, fotoğraf çekildi (bkz. üstteki foto). Kalkarken yüzbaşının “O ne biçim surattı öyle be? Bir daha çek o adamı” bağırtısıyla tekrar oturdum, yeniden çekildi (bkz. alttaki foto).

Tuzla Piyade Okulu’ndaki eğitimin başlarında kimlik fotoğrafı çekilmesi için fotoğrafçının önünde kuyruğa girdik. Sıra bana gelince ben de iskemleye oturdum, fotoğraf çekildi (bkz. üstteki foto). Kalkarken yüzbaşının “O ne biçim surattı öyle be? Bir daha çek o adamı” bağırtısıyla tekrar oturdum, yeniden çekildi (bkz. alttaki foto).

Koridorun karşı tarafındaki odada dairemizin başkanı paşanın iki emir subayı otururdu. Biri yaşını almış bir astsubaydı. Yumuşak, hoş bir adamdı. Bütün gün elinde bir telsiz, kapıya yakın boş bir masada, gözleri yarı kapalı otururdu. Ne zaman “na’ber abicim?” desem, yanıt hep aynıydı: “akşam olsa da yatsak.”

Diğeri, insanın bakmaya korktuğu türden, iri yarının da irisi, yüzü hiç gülmeyen bir topçu binbaşıydı. O da boş ama astsubayınkinden daha büyük bir masada öylesine, yarı uyku halinde, put gibi otururdu. Oldukça asabi ve hareketli paşa odasından adlarını haykırdığında ya da kapısını açıp çıktığında bu ikisinin nasıl olup da zıplayıp koşuşturmaya başlayabildiklerini konuşurduk benim odadakilerle.

Arada bir onların odasındaki dolaptan bir evrak almaya girdiğimde binbaşının göz ucuyla beni süzdüğünü farkediyordum ama haftalarca ne o bana, ne ben ona tek kelime etmedi. Bunda benim de orada en az onunki kadar lanet bir suratla dolaşmamın payı olabilir (bir orgeneral beni koridorda durdurup “bu kadar asteğmen geldi geçti, senin kadar suratından düşen bin parçasını görmedim, bu kadar mı çekilmez bir yer burası be?” demişti).

Sonra, bir gün binbaşı odasından başını çıkarıp “asteğmen, bir geliversene” dedi. Odaya girince kapıyı kapatmamı, karşısına oturmamı söyledi. Ben ya çocuğuna İngilizce dersi verdirtecek ya da yeni bir ev aletinin kullanma kılavuzunu çevirtecek gibi klasiklerden bir şey beklerken aramızda şöyle bir konuşma geçti:

“Sen sanatla uğraşırmışsın, doğru mu?”

“Evet.”

“Ne yaparsın?”

“Tiyatro, müzik.”

“Amerika’dan gelmişsin. Neresinden?”

“New York.”

“Sen orada sergilere, galerilere falan gider miydin? Resme ilgin var mıdır?”

“Vardır komutanım, ilgilenirim.”

“Anlat bakalım, neler yapıyorlar oralarda.”

“Vallahi ben gelmeden hemen önce en büyük olay Nam June Paik’in sergisiydi. Whitney Müzesi’nde.”

“Ne yapar?”

“Video enstalasyonları yapar. Televizyonları üstüste koyup bunlarda videolar oynatır.”

“Siktiret onu, resim ne yapıyorlar?”

“Siz resimle ilgileniyorsunuz galiba.”

“Başka bir şeyle pek ilgilenmem.”

“Kusura bakmayın komutanım ama” dedim, “Genelkurmay Başkanlığı’nda bir üstümle resim sanatından konuşacağım kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi, biraz afalladım.” Binbaşı yüzünü yaklaştırıp “Sen akşam beş olduğunda burdan nasıl çıktığımı görmüyor musun?” dedi, “eve nasıl koşacağımı bilemiyorum. Kapıdan girip üstümü değiştirir değiştirmez tuvalin başındayım. Çoluk çocuk da kabullendi artık bunu, ilişmiyorlar, yemeğimi de getirip yanıma koyuyorlar.” Sonra heyecanla yeni bir ev yaptırmakta olduğunu, çatı katının doğal ışıklı kocaman bir stüdyo olacağını, heykele de başlamayı planladığını, emeklilik gününü iple çektiğini, aklının fikrinin yalnızca resim yapmakta olduğunu anlattı.

Binbaşıyla bir tür bir sırdaş dostluğu başladı aramızda. Örneğin, koridorda karşılaştığımızda beni durdurup etrafa çaktırmadan “İki metreye bir metre bir yağlı boya var kafamda ama yerim dar anasını satayım” gibisinden fısıldıyordu. Ressamlığını diğer subaylardan niye gizliyordu bilemiyorum. Birkaç kez öğlen yemeğine birlikte gittik. Her yüz yüze kalışımızda “anlat bakalım” emri geliveriyordu. Neyi ne kadar bildiğini, ne düşündüğünü bilemiyordum ama “artık ne anlarsa” deyip aklıma geleni sıralıyordum: David Salle, minimalizm, yeni erotizm, Lichtenstein… Binbaşı arada bir sözümü kesip “Ne boy çalışıyor? Yağlı boya mı? Tuval tek parça mı oluyor?” gibi sorular soruyordu.

Sonra bir gün “seninle galeri gezelim” dedi. Birkaç gün sonra da saat beşte Sıhhiye tarafına giden servislerden birine binip meydanda indik, o önde ben arkada yer altındaki pasaja girdik. 12 Eylül darbesinin üçüncü yılındaydık, yönetim hâlâ askerlerin elindeydi ve Ankara gibi yerde çam yarması gibi bir subay bir yana, Genelkurmay breveli bir asteğmene bile saygıda kusur edilmiyordu.

Binbaşının galeri dediği yerler orta sınıf vatandaşın alıp evine astığı türden, yaldızlı çerçeveli yağlı boya manzara tabloları satan birkaç dükkandı. Binbaşı selam sabah demeden bunlardan birine daldı, içerdekiler irkilip ayağa fırladılar, dosdoğru yürüyüp resimlerden birine yüzünü iyice yaklaştırıp incelemeye, ardından yanıbaşında esas duruşa geçmiş dükkan sahibine sorular yağdırmaya başladı: “Kaç yılında yapılmış bu resim? Niye bu kadar çok vernik sürüyorlar? Sudaki şu dalgaları sence malayla mı yapmış fırçayla mı? Çerçeveyi siz mi yaptırdınız? Kaça çıkıyor bu çerçeve?” Böyle sorular sorarak epeyce bir resmi yakından inceledi. İşimizi bitirip yukarı, sokağa çıkınca “ne diyorsun?” dedi, ben de bunlarda pek bir ustalık olmadığını, dekorasyon amacıyla satılan ucuz işler olduğunu söyledim. “Biliyorum” dedi, “ama boyayla birtakım numaralar yapıyor bu ressamlar, onu anlamaya çalışıyorum.” Adamın resim öğrenimi almadığı için malzemeyle başının dertte olduğu belliydi. Buna yardımcı olacak birini bulmak geldi aklıma. Ankara’da ressam tanıdıkları olan tek bir kişi tanıyordum, ona sordum, “bu devirde bir askere resim dersi verecek sanatçı bulamazsın” dedi.

Binbaşıyı bir de bir gerçek sanat galerisiyle tanıştırayım deyip birkaç gün sonra aldım, Çankaya taraflarındaki Urart galerisine götürdüm. Bir kadın ressamın büyük boy soyut resimleri sergileniyordu. Binbaşı yine burnunu resimlere yapıştırıp sorular yağdırmaya başladı, bir de yağlı boya dururken akrilik kullanmanın saçmalığı üzerine ufak bir nutuk attı. Galeriden çıkınca resimlerin kavramı, kompozisyonları hakkında ne düşündüğünü sordum, “siktirsinler, doğru düzgün resim yapmaktan aciz oldukları için böyle uydur kaydır işler yapıyorlar, ben sana resim nasıl olurmuş göstereceğim” dedi.

Ertesi sabah “öğlen yemeğine çıkmadan önce benim odaya gel” dedi. Saat on iki olunca kalkıp gittim. Astsubay da odadaydı. El ayak iyice çekilsin diye biraz bekledik. Sonra kapıyı kapadık, binbaşı büyük bir dosya çıkarıp masaya koydu, “birkaç kara kalem ve suluboya getirdim” dedi ve astsubayın “üff, bravo be, şuna bak” tezahüratları eşliğinde gururla, dolma gibi parmaklarından hiç umulmayacak bir özenle, birer birer göstermeye başladı: Mehmetçik siperde yatmış nişan alıyor, dört asker bir tepeye bayrak dikiyor, efe harmandalı oynuyor, top mermisi taşıyan köylü kadınlar, kağnılar…

Kışlaların, orduevlerinin duvarlarını, anıtları falan süsleyen bu en basmakalıp resimleri yapanlar da işlerinde bu derece tutkulu, saplantılı olabiliyorlarmış demek ki geçti aklımdan. Orada adamın şevkini kıracak değildim tabii, ardı ardına sıraladım: “hareketi çok güzel yakalıyorsunuz, oranlar mükemmel, ne güzel yerleştirmişsiniz, resim okullarında bunu dört yılda zor öğreniyorlar” gibisinden. Yanlış hatırlamıyorsam, Amerika’ya dönünce de Ankara’ya giden biriyle binbaşıma bir suluboya takımı alıp gönderdim.