Dilsel Muhabbet

Elazığ’da, ana cadde üzerinde bir kadın terzisi vardı. Çok pahalıya diktiği, ama onun gibi dikebilen başka kimsenin de olmadığı söylenirdi (annem hâlâ söylüyor). Sık sık Ankara’ya, İstanbul’a gidip geldiğinden, oralardan özel kumaşlar getirdiğinden, modayı izlediğinden konuşulurdu. Perçemli, ince bıyıklı, biraz yapılı bir adam kalmış aklımda. Bir de dükkânında nereden geldiğini anlayamadığım, çok tatlı bir koku vardı — bugün bile burnuma gelse hemen tanırım.

Bu terzi beyin (herhalde batıyla bağlantısını göstermek için) Elazığ lehçesi yerine kibar Türkçesi konuşmaya çalışmasıyla ve müşterilerine “siz” diye hitap etmesiyle dalga geçilirdi. Söylendiğine göre bir gün dükkânı epeyce kalabalıkmış ve bu herkese “buyurunuz,” “oturunuz,” “ne arzu edersiniz?” falan gibi sözler ederken içeri bir köpek girmiş ve köpeğe dönüp “hoştunuz” demiş. Ondan sonra da adı Hoştunuz kalmış. Son derece doğal bir biçimde, “Mantoyu Hoştunuz’a mı diktirdin?” ya da “Gel Hoştunuz’a gidelim, bakalım kaça dikecek” denirdi.

Bir gün annemle benim Ankara’daki dayımı ziyarete tren yerine uçakla gitmemize karar verildi (o uzaklığa giden otobüsler henüz yoktu). Yaşımın üç ya da dört olması gerekir. Tek hatırladığım, benim annemin kucağında oturarak gitmemin planlandığı, uçak havalanır havalanmaz annemin kusmaya başladığı ve tesadüfen aynı uçakta olan Hoştunuz’un beni alıp kucağına oturttuğu. Hayattaki ilk uçak yolculuğumu Elazığ’dan Ankara’ya, Hoştunuz’un kucağında yaptım.

*  *  *

Türkçe’deki şimdiki zaman takısı (-iyor/-ıyor/-üyor/-uyor) sanırım Anadolu lehçelerinde ilk ekarte edilen takıdır. Son derece tutarlı bir mantığı da var bunun: ağzın birbirinden bayağı uzak rezonans noktaları arasında gidip gelmeyi gerektiriyor. Elazığ’da bu takı, ünlü uyumu umursanmadan, tek bir “i” sesine indirgeniyor: geli, oturi, yapi, konuşi. Başka bazı bölgelerde biraz daha cömert davranılıp bir de “r” ekleniyor: gelir, gidir, yapir. Çukurova’da da benim pratiklik açısından aklımın hiç almadığı -üür takısı kullanılıyor: gelüür, olüür, yapüür gibi.

Benim çocukluğumda Elazığlıların batılı kibarlar karşısında çektikleri dilsel sıkıntıların başında bu şimdiki zaman takısı gelirdi. Tecrübeyle sabittir, Elazığ’dan çıkıp başka kentlere gittiğimizde en zorlandığımız nokta buydu. “Oturi” yerine “oturuyor” dememiz gerektiğini biliyorduk ama çok yapmacık geliyordu, bir türlü rahatça söyleyemiyorduk.

Bizim aile güneye yerleştikten sonra okullar kapanır kapanmaz yazı geçirmek üzere soluğu Elazığ’da alırdık ve konu komşu bize artık, Elazığ deyişiyle, “tangolaşmış” gözüyle bakar, karşımızda düzgün konuşmaya gayret ederdi. Ben bir gün akşamüstü balkonda otururken karşımızdaki evin kızlarından biri kendi balkonlarına çıktı ve sokakta oynayan erkek kardeşlerine seslendi: “Ehmed abe, Mehmed abe, baba geldi, sizi yemege çağıri.” Birden benim karşıda oturduğumu farketti ve ekledi: “yor.”

*  *  *

Türkçe’deki istek ve emir kipleri birbiriyle çok karıştırılır. Açıklamaya çalışayım:

İstek/dilek kipi: geleyim/gelesin/gele, gelelim/gelesiniz/geleler

Emir kipi: …/gel/gelsin, …/gelin(iz)/gelsinler
(Emir kipinin birinci tekil ve birinci çoğulu yok, kişi kendi kendine emir veremediği için.)

İstanbul Türkçesinde istek kipinin genellikle birinci tekil ve birinci çoğulu, diğerleri için ise emir kipi kullanılıyor. Emir kipini kullanarak karşınızdakine “defol git,” üçüncü bir kişi için “defolup gitsin” demeniz doğrudur; emir veriyorsunuz. Ama “Allah cezanı versin” ya da “Allah cezasını versin” demek teknik olarak yanlış. Allah’tan bu dileğinizi “Allah cezanı vere” ya da “Allah cezasını vere” biçiminde ifade etmeniz gerekir. “Şu okula girsin de hayatı kurtulsun” yerine “şu okula gire de hayatı kurtula” demek daha doğru.

grndms

Ben ve ailenin bedduasından en sakınılan iki üyesi: solda anneannem, sağda babannem.

Buna karşılık Anadolu konuşma dilinde bu kipler birbirine pek karışmaz ve istek/dilek kipinin ikinci ve üçüncü şahısları için mükemmel bir kullanım alanı bulunur: beddua. Elazığ’daki çocukluk yıllarımda çevremde epeyce bir yaşlı hanım vardı. Bunlar tabii ki erkekler gibi küfredemezlerdi, onun yerine beddua dillerinden düşmezdi.

Bedduaların (“karış” ya da “garış” olarak da bilinir) iki tür kullanımı olurdu: olumlu (Allah belanı vere) ve olumsuz (Allah belanı vermiye). Olumsuzlar özellikle aile içinde, öfke ya da eleştiriyi karşıdakine zarar vermeden ifade etmekte kullanılırdı. Tıpkı şakayla karışık eleştiri amacıyla “Allah senin belanı vermesin e mi” dememiz gibi. Benim çocukluğumda orta yaş ve üstündeki kadınların konuşmalarında neredeyse her cümlenin bir olumsuz bedduayla başlaması kural gibiydi. “Yere girmeyesin, bir çay daha içsene” gibi. “Etin dökülmeye,” “Allah canın almıya,” “gebermiyesin,” “gözün kör olmıya,” “yetişmeyesin,” “töremiyesin” bu açılış beddualarının aklıma gelen en tipik örneklerinden.

Ailedeki çocuklara, herhalde ne olur ne olmaz diye, olumsuz da olsa beddua edilmezdi. Çocuklarla söze kipin birinci tekiliyle dilek sunularak girilirdi: “gadan alam” (derdin, üzüntün benim olsun), “verene kurban,” “kurban olam” (bazen kısaca “kurban”), hattâ “götün yiyem.”

Sağlık durumunun kendilerini yakından ilgilendirmediği kişiler içinse olumlu beddualar rutin bir biçimde, hiç sakınılmadan kullanılırdı. Bunlardaki hunharlığın yanısıra yaratıcılık ve imge zenginliği de, bunların matriarkların en önemli kamçısı oldukları da bilinir. Anadolu beddualarının sanırım epeyce bir derlemesi yapıldı, internette de bolca örnek bulabilmek mümkün.

Bana çocukluğumda da, sonradan da en çarpıcı gelen, bedduaya değer bulunan şeyler konusundaki cömertlik (ya da sorumsuzluk) olurdu. “Uy canı çıka, boynu altında kala” feryadını duyup baktığında bedduaya nedenin manavdan alınan bir kilo şeftaliden birinin ezik çıkması olduğunu görebilirdin, örneğin. Temizlikçi kadın yer bezini kazara mutfak lavabosuna koyduğu için “Allah canın ala ki o bezi oralara koymıyasın,” çocuğun oyuncağını bozan arkadaşı için “kolu kıçı kırıla,” rakip siyasi partiyi öven birine “hepiniz teneşire gelesiz” denmesi gibi orantısızlıklara şaşırıp kalırdım.

Sözü kem gözlü birinin (genellikle “gök” (mavi) gözlü olurdu bunlar) “gözünün değmesinden,” yani nazarından korunmak amacıyla geliştirilmiş, kişinin arkasından söylenen, çok sevdiğim bir beddua dörtlüğüyle bitiriyorum:

Gözün gök taşına
Götün yere yapışa
Yerden bir kurbağa çıka
Haceten yapışa

Türkçenin Değerini Biliniz

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 15 Mayıs 2013

Amerika’ya özellikle Ortadoğu ve Balkanlar’dan göçen kişilerin karşılaştıkları başlıca sorunlardan biri, İngilizce dilinde doya doya küfredememeleridir. İngilizcedeki küfür dağarcığı, temelde, f ile başlayan dört harfli sözcüğün yerli yersiz laf aralarına sokuşturulmasından oluşur ve anadilinde ana avrat düz gitmeye alışmış insanları katiyen kesmez. Gelmiş geçmiş en zengin dil sayılan İngilizcede küfür alanındaki bu az gelişmişlik nasıl olabiliyor? Hayal gücü kısıtlı bir toplumdan da söz etmiyoruz: örneğin, Türkçedeki “bardağı taşıran son damla” deyişinin karşılığı olarak “devenin belini kıran son saman çöpü” diyecek kadar yaratıcı olabiliyorlar.

Ben bu farkın nedeninin bütünüyle dilsel olduğu sonucuna vardım. Türkçenin gramerindeki bazı formlar İngilizcede yok. Birincisi, Türkçede “geniş zaman” dediğimiz, alabildiğine ilginç, özel bir fiil zamanı var (yaparım-yaparsın-yapar…). Bu zamanda söylenen fiil, içinde az çok dört anlamı birden barındırıyor (1. her zaman yaparım, 2. yapabilirim, 3. yapmak isterim, 4. yapacağım) ve duruma göre bunlardan biri öne çıkıyor. Savunma, tehdit ve saldırı karışımı ifade için mükemmel bir form: “ben senin …arım.” İngilizcede buna en yakın gelen kupkuru “f… you” oluyor, ondan öte de bir şey yok.

İkinci nedeni de Türkçede “istek kipi” dediğimiz formun küfür için biçilmiş kaftan olan birinci tekilinin (-eyim/-ayım) İngilizce karşılığının olmaması. Buna en yakın kullanım, istek ya da dilek belirtmek yerine, izin istemeye yönelik: “ben senin …ayım” kurgusunu çevirmeye kalksanız akla “may I …. you” ya da “let me … you” geliyor, anlamı “ben senin …abilir miyim?” oluyor. Yani, İngilizce dilinde karşınızdakine gelmişi, geçmişi ve yedi sülalesi hakkındaki temennilerinizi ifade edip rahatlamanız olanaksız.

Hiç incelemedim ama bu özel formlar konusunda karşılaştığım birçok yazıda kaynağın Eski Yunanca olduğu ve halen Türkçenin yanısıra Arnavutça, Ermenice, Gürcüce, Kürtçe, Sırpça gibi dillerde de varolduğu söyleniyor. Eğer doğruysa, bu dilsel formların bölgenin tarih ve coğrafyasından kaynaklanan gereksinimler sonucunda gelişmiş olduğunu düşünebilir miyiz acaba?

Siz Olsaydınız Ne Yapardınız?

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 15 Mayıs 2013

Epeyce bir zaman önce, New York’un tekinsizlikte başı çektiği yıllarda (on yıldır en güvenli büyük kentlerden biridir), olağanüstü soğuk bir gece yarısı dalgınlığıma geldi, karanlık bir ara sokağa saptım ve soyuldum. Bir arabanın arkasından on beş yaşlarında iki siyahî çocuk çıktı, biri elindeki tabancayı gösterdi, yedi dolar param vardı, “Kusura bakmayın, bu kadar” deyip uzattım. İnanmayıp ceplerimi yokladılar, kolye falan baktılar, “Bir bu kol saatim var, isterseniz buyurun” dedim, beğenmediler, “Dön, arkana bakmadan geldiğin yöne yürü” dediler. O kadar.

Eve gelince 911’e telefon ettim, soyulduğumu, canımı acıtmadıklarını, bir şey yapılması için değil, yalnızca bilgilendirmek için aradığımı söyledim. Hattaki kişi olay yerini sordu, “Çocuklar siyah mıydı, beyaz mı?” dedi, giysilerini tarif etmemi istedi, sonra “sokağa çık, polis arabası geliyor seni almaya” dedi.

Arabada arkaya oturdum, öndeki iki polisin biri arabayı kullanıyordu, diğeri sürekli telsizle konuşuyordu. Birkaç sokak gidip durduk, baktım polisler kaldırımda iki siyahîyi durdurmuş bekletiyorlar. “Bunlar mıydı?” dediler, “Hayır” dedim. Başka bir yere gittik, orada da titreye titreye iki kişi bekliyor, “Bunlar da değildi.” Özetle, o bölgede nerede gençten iki siyahî görmüşlerse gelip bakmam için durdurmuş bekletiyorlardı. Hiç aklıma yatmadı, “Beyler, bunu yapmaya hakkınız var mı? Doğru mu bu?” gibisinden bir şeyler dedim, arabayı durdurup avaz avaz, küfrün bini bir para bağırmaya başladılar: “Keyfimizden mi yapıyoruz? Sen soyulma diye yapıyoruz. Senin gibi ‘PC’ler (siyaseten doğrucu) yüzünden oluyor bunlar zaten.” “Beni soyanlar Hispanik olsaydı, beyaz olsaydı ne olacaktı? Bu adamlara derilerinin renginden dolayı potansiyel suçlu muamelesi yapıyorsunuz” dedim. “Bırak bu ağızları, kimin yolda adam soyup kimin soymadığını sen de bal gibi biliyorsun” dediler. “Öyle olsa da bu yaptığınız çözüm değil, bence suça teşvik” deyince daha da tepeleri attı, “Senin gibilere müstahak, gelecek sefere bir de bir yerine bir şey saplasınlar da gör” deyip telsize “Bırakın hepsini gitsin, bu adam bozuk çıktı,” bana da “H..tir in git” dediler. Taksiye binecek para da, o saatte bir bankamatikten para çekecek cesaret de kalmadığından, soğuktan dişlerim takırdayarak epeyce bir yol yürüdüm eve varmak için.

Ertesi gün kibar bir polis aradı, o çocuklara rastlarsam hemen aramam için özel bir telefon numarası verdi. Ve de birkaç gün sonra baktım, benimkiler köşedeki parkta oturuyorlar. Yaşları sandığımdan da küçüktü. Sonradan hayatlarına eğri yollarda devam etmiş olmaları büyük olasılık, ama o gün bunları tutuklatsam başlarına gelecekleri, doğru yolu bulma şanslarını ellerinden büsbütün almış olacağımı düşündüm ve polisi aramadım. Soygun sırasında hırpalanmış olsaydım da aramaz mıydım acaba? Bilmiyorum. Ama bunun hiç kimseye bir yararı olmazdı, ona hâlâ eminim.

Olsa da olur, olmasa da olmaz

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 5 Mayıs 2013

New York’ta geçtiğimiz otuz yılda benim gözüme çarpan en belirgin gelişmelerden biri, “ak saçlı kadın” denen varlığın giderek ortadan kaybolması oldu. İzleyici yaş ortalaması artık altmış civarında olan klasik konser ya da tiyatro gösterilerinde salonda oturanlara arkadan baktığımda, yüzlerce çıplak ya da kır erkek kafası ve her birinin yanında herhangi bir yaşta olabilecek bir kadın başı görüyorum. Bu herhalde dünyanın hemen her yeri için geçerli bir gelişme.

Boyamanın yaygınlaşması dışında kadın saçlarında bir değişim daha yer aldı: Siyahî kadınların otuz yıl önce kıvırcık olan saçları gitgide dümdüz oldu. Son yıllarda tek tük normale dönüş görüyorum ama büyük çoğunluğun saçı hâlâ düz (Michelle Obama’nınki de dahil), saçı kendi haline bırakmak ayıpmış gibi. Bunun beyazlaşmak güdüsüyle başladığını ve giderek, çevre baskısıyla, herkesin kendini uymak zorunda hissettiği bir modaya dönüştüğünü görmek için sosyal psikolog olmaya gerek yok. “Moda moda / Olsa da olur, olmasa da” diye bir söz vardı: moda genelde öyle başlıyor, bir süre sonra “olmasa da olmaz”laşıyor.

weaveSiyahî hanımların kıvırcık saçlı görünmek istememeleri, beyaz hanımların ak saçlı görünmek istememelerinden temelde pek farklı değil. Ne var ki, siyahîlerin toplumun hâlâ en düşük gelirli kesimi olması ve saçı düzleştirmenin yüksek maliyeti, bu modayı oldukça “zararlı” kılıyor. Saçın kimyasallarla düzleştirilme işlemi 150 dolardan başlıyor ve dört-altı haftada bir az çok aynı fiyata elden geçirilmesi gerekiyor (kullanılan kimyasalların ciddi toksikliği de başka bir zarar). Buna bir de bitmez tükenmez özel bakım ürünlerinin fiyatını eklemek gerekiyor. Daha farklı ve çok daha pahalı teknikler de var. Örneğin, “weave” denen yöntemde saç düzleştirildikten sonra ince ince örülüyor, bu örgüler birbirine dikilerek başın tepesinde bir takke oluşturuluyor, bu takkeye de bir lepiska peruk dikiliyor. Bu yöntemin maliyeti de yüzlerceden binlerce dolara kadar uzanıyor.

Özetle, bir siyahî kadının yıllık saç masrafı 2.500 dolardan başlıyor deniyor. Siyahî kesimin yıllık brüt hane geliri ortalaması 32.000 dolar civarında, yüzde 27’si de yoksulluk sınırında. Milyarlarca dolarlık bu endüstride harcayanın yanısıra kazananlar da siyahlar olsa bir denge oluşabilirdi ama bu alan büyük çapta Asya kökenlilerin elinde. (Ayrıntılı bilgi için Chris Rock’un Good Hair adlı ilginç filmini izleyebilirsiniz.)