Rey, Su ve Say

70’li yılların ortalarında İstanbul’da Balkanlar’dan gelen birkaç bestecinin halk müziklerini nasıl kullandıklarını anlatacakları bir açık oturuma gitmiştim. Büyükçe bir salonda, çoğunluğu müziği meslek edinmiş kişilerden oluşan kırk-elli izleyici oturmuş bekliyordu. Bir koltuğa yerleşir yerleşmez az ötemde Ruhi Su’nun oturduğunu farkettim. Fotoğraflarda gördüğümüz gibi, tepeden tırnağa siyah giyinmişti. Salondaki herkesin gözü üzerindeydi (12 Mart’ın üstünden çok bir zaman geçmemişti ne de olsa).

Birden bir kıpırdanma oldu, herkes ayağa fırladı, niye olduğunu anlayamadım ama ben de kalktım. Baktım, salondakiler sağa sola gülümseyerek selam verip öne doğru yürümekte olan, kunduraları cızırtılı yaşlı bir adamı izliyor, adam önlerine gelince hafiften eğilip selamlıyorlar. Yakınımdaki birine “kim bu?” işareti yaptım, kulağıma eğilip “Cemal Reşit yahu” dedi.

Cemal Reşit Rey gidip en öndeki sıranın ortalarında bir koltuğa oturdu. Az sonra Ruhi Su ağır ağır kalkıp Cemal Reşit’in yanına gitti. Salondaki herkes pür dikkat izliyor. Eğilip “hocam merhaba, Ruhi Su” dedi — elini öptü mü, sıktı mı hatırlamıyorum. “A a” dedi Cemal Reşit, “Ruhi! Bas Ruhi! Aman Ruhicim sen ne güzel bastın öyle, ne güzel bastın! Nerelerdesin? Neler yapıyorsun? Operayı bıraktın mı? Nerde söylüyorsun?”

Herhalde salondaki herkes de benim gibi ani bir ter baskınına uğradı o anda. Ruhi Su “ben artık saz çalıyorum hocam, halk müziği söylüyorum” dedi. “Ne çalıyorsun? Saz mı? Ne sazı?” “Bağlama hocam, halk müziği çalgısı.” Cemal Reşit hayretle baktı biraz Ruhi Su’nun yüzüne, sonra nezaketen bir şeyler daha söyleyip döndü önüne, Ruhi Su da, yüzünde donuk bir gülümseme, gidip yerine oturdu. Sonradan yanımdakilerden birinin “galiba parasızlıktan türkücülüğe başlamış zavallı diye düşünüp üzüldü” dediğini, bir başkasının da “ihanete uğramış gibi oldu” dediğini hatırlıyorum yarım yamalak.

Bugün yaşı ellinin altında olanlardan bu iki ismin kim olduğunu bilen herhalde çok azdır. Bu arkadaşlara şu kadarını söyleyeyim: O yıllarda Ruhi Su’nun ne iş yaptığını olsa olsa Cemal Reşit bilemezdi. Yani, (bir-iki öğrencisinden duyduğum) kendini bütünüyle müziğe (klasik Batı müziği), piyanosunun başında “eser vermeye” ve öğrenci yetiştirmeye adamış, bunun dışındaki her şeyi dikkat dağıtan başağrıları gibi gören birinden söz ediyorum. Cemal Reşit birçok benzeri gibi gerçeklikten kopuk, sınırlı ve sanal bir dünyada yaşıyordu.

Şimdi bazıları “sen kim oluyorsun da şu kadar eser vermiş, şu kadar ödül almış, ülkede çoksesli müziği aşılamak için bu kadar çırpınmış bu Türk büyüğü hakkında ileri geri konuşuyorsun?” diyebilir. Bunları diyebilecek kişiler arasında, eminim, Cemal Reşit’in orkestra yapıtlarından birini olsun oturup baştan sona dinlemiş olanların sayısı parmakla sayılacak kadar bile yoktur. Onuncu Yıl Marşı’nın bestecisi olduğunu bilen bile pek azdır.

Son yıllardaki Fazıl Say kaynaklı sanatsal hakaretleşmeler, ayrıntıları artık belleğimde iyice cılızlaşan bu anıyı getirdi aklıma.