İfade özgürlüğü, basın özgürlüğü, ibadet özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, bilgi edinme özgürlüğü gibi özgürlükler hakkında bolca yazılıp konuşulur ama “sıkılma özgürlüğü” diye bir kavramın sözü edilmez.
Mutluluğun birinci kaynağı bireyin yaşantısını özgürce kontrol edebilmesidir; mecburiyet azaldıkça mutluluk artar, o nedenle de özgürlükler arasında sıkılma özgürlüğüne en ön sıralarda yer verilmesi gerekir — diye düşünüyorum.
Sıkılma özgürlüğünün konu edilmiyor olmasının bir nedeni sanırım bunun yönetenlerin yönetilenlere tanıdığı bir hak değil, bireyin kendine tanıdığı bir hak olması. O açıdan, belki de elde edilmesi en güç özgürlük budur diyebiliriz.
Bu yazıyı okuyanların epeycesi gibi ben de sabah akşam kimin ödlek ve (dolayısıyla) aptal, kimin yiğit ve (dolayısıyla) akıllı olduğundan konuşan insanlar arasında yetiştim. Hayatları bitmez tükenmez bir “ben haklıyım, sen haksız” didişmesiyle geçen, çocukken bile bu kavgalaşma enerjisini nereden buldukları aklıma takılan, tatsız tuzsuz insanlardı:
Yıllarca aynı işleri yapıp, aynı sözleri duyup söyleyip, aynı yerde, aynı kişilerle birlikte yaşamak zorunda olduğu için bunalan, ama hayatını değiştirmeye, toplumsal şablonlardan biraz olsun sapmaya ödü kopan insanlar. Daha beter hallerde olabileceklerini düşünüp bir yandan hayatlarının tekdüzeliğine korku içinde şükreder, diğer yandan bu tekdüzeliğin sıkıntısıyla hırçınlaşırlardı.
Bir toplumda belirsizlikler ve öngörülemezlikler arttıkça korkunun, dolayısıyla da tutuculuğun arttığı çok farkında olunan bir gerçeklik. Tutucu diye, emniyetini sınanmış ve kemikleşmiş toplumsal formüllerin dikte ettiği biçimde yaşamakta bulan insanlara deniyor. Başka bir deyişle, beklenmedikten ve belirsizlikten ödü kopan, kendini tekdüzeliğe ve tekdüzeleştirmeye mahkum etmiş insan.
Az farkında olunan bir gerçeklik de tutuculuğun en yaygın ve etkin tekdüzeleştirme silahının “merak törpüsü” olduğu. “Tutucu, değişimden sakınmak için, hem kendi, hem de çevresindekilerin (özellikle de enerjisi ve libidosu yüksek genç kuşakların) merakını durmadan törpülemeye çalışan insandır” diye bir cümle kurabilirim. “İcat çıkarma şimdi” kafası yani.
Bu “dilinde kahramanlık türküleri, yüreği gelecek korkusuyla pır pır” hali, herhalde koşullarda pek bir değişim olmadığından, bozulmadan, kuşaktan kuşağa devrolarak sürüp gitti.
Bilen bilir, yaşıtlarımdan çok gençlerle vakit geçirmeyi yeğleyen biriyim: Ne düşündüklerini, ne yaptıklarını, nereye gittiklerini çok merak ediyorum. Görüp duyduklarımı ister istemez zihnimde kendi kuşağımın deneyimleriyle karşılaştırıyorum ve (doğrunun yanlış yapmadan bulunamayacağına inanmış biri olarak) bizlerin yanlışlarını tekrarlamak yerine yeni yanlışlar yapıyorlar mı diye bakıyorum. Bizlerin saçmalamalarımız, sürünmelerimiz bir işe yaramış olsun gibisinden bir duygu bu. “Ardında iz bırakma isteği” denilen şey herhalde.
Gençlerin arasında öğüt verip dolaşan ak saçlı bilge olma hevesim hiç yok ama sıkılma özgürlüklerine sahip çıkmaları konusunda bayağı öğretmenleşebiliyorum:
Açılışı genellikle büyük aforizma yazarı Stanislaw Lec’in “‘girilmez’i ‘çıkılmaz’a yeğlerim” sözüyle yapıyorum. Yirmili, otuzlu yaşlarında olup da gelecek korkusuyla kendilerini ömür boyu çıkamayacakları evlere kilitlemelerinin tehlikesine dikkat çekmeye çalışıyorum. Bir eve girmenin kaçınılmaz olabileceğini (dışarda kar, yağmur, soğuk, sıcak oluyor) ama kapıyı açık bırakmalarını, dışarda olup bitenden haberdar kalmalarını, sıkıldıklarında en az zararla çıkabilmeye hazırlıklı olmalarını öğütlüyorum.
Diyorum ki: Şu günlerde bütün dünyada sancılarıyla kıvranmakta olduğumuz önlenemez değişim, artık istesek de kendimizi bir eve mahkum etmemize olanak vermeyecek. Yeni dünya düzeninde sınırlar, kavimleşmeler, bölükleşmeler giderek anlamsızlaşmaya, fiziksel ve zihinsel mobilite hızla artmaya başlıyor. Bir baltaya sap olmak yerine baltadan baltaya sıçrayan esnek hayatlar sürmek giderek daha mümkünleşiyor. Yeni kuşakların sıkılma özgürlüklerini bizlerin bir türlü beceremediğimiz kadar, doya doya yaşayabilecekleri bir düzene doğru gidildiğine inanıyorum.
İzlediğim iki ülkeden ABD’de halen nüfusun dörtte biri, Türkiye’de de üçte birinden fazlası 15-35 yaşlarında. Hala kumanda odasında oturan ama sayıları giderek tükenmekte olan, siyasi yelpazenin her yanından “eski tüfekler,” bu yeni kuşaklara artık iyice yıpranmış, kırık dökük gözlüklerinden bakmaya devam ediyor. Bunlara siyasi bilinci gelişmemiş, kendi gelecekleri için mücadele etmekten aciz, sorumsuz, “kayıp” bir güruh diye bakıyorlar.
Yaşlanmakta olan ve yaşlanmış kuşaklara “kayıplık” gibi görünen ilgisizliği ben gençlerin bizlerden, hırçınlıklarımızdan, adına “değerler” dediğimiz birtakım bahanelerle didişip durmalarımızdan müthiş derecede sıkılmış olmalarına bağlıyorum. Ne istediklerini kestiremiyor olabilirler ama bence ne istemediklerini oldukça iyi biliyorlar.
Birkaç hafta önce sokaklarında binlerce gencin sessiz sedasız dolandığı Kadıköy’de bir kafede sözü o gün gördüğüm eski kuşak bir köşe yazarının başlığında “Hukuk ve özgürlük bayrağı yere düşmez!” diyen yazısına getirdim. “Bu kişi yıllardır böyle yazar…” diye başlıyordum ki karşımdaki genç kız “Bayraksız, bayrağı düşürmesiz kaldırmasız bir şey düşünemez mi bunlar? Ben bunları hiç okumuyorum, okuyan kimse de bilmiyorum” dedi.
Ve bu kadar çok sayıda olmalarına, onlara hazırlamış olduğumuz çok zor koşullarda, çok tatsız bir dünyada yaşamak zorunda kalmalarına rağmen patlamıyorlar.
“Çok bastırılmış, ürkütülmüş oldukları için mi patlamıyorlar acaba?” geliyor aklıma bazen. Ama sanıyorum bizim bildiğimiz anlamda patlamalardan sıkıntı bastığı için patlamıyorlar: Sıkıntılarını, bıkkınlıklarını, hatta gelecek umutlarını özgürce bir ilgisizlikle (bayrak falan sallamadan) ifade ediyorlar. Bir tür doğal, içten gelen bir pasif direniş gibi.
Gençler sıkılma özgürlüklerine bireysel yaşamlarında ne kadar sahip çıkabilecekler bilemem, ama toplumsal alanda durum bana iyi görünüyor.
[Benim bu yazılarla ilgilenenler: Sağdaki “e-posta adresinizi girin” kutusuna e-posta adresinizi girip “takip et” düğmesine basarsanır, yeni yazı yayımladığımda duyurusu posta kutunuza gelir.]