John Cage, Ses ve Dinlemek Üzerine

[Bu yazı ilk kez Sanat Dünyamız dergisinin (Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul) 176. sayısında (Mayıs-Haziran 2020) “Sesli İşler” dosyasının bir parçası olarak yayımlandı.]

Foto: James Klosty

John Cage dümdüz ve “konsantre” davranan biriydi: yani, Türkçe’de “oturmaksa oturmak, kalkmaksa kalkmak, dinlemekse dinlemek, bakmaksa bakmak” diye betimleyebileceğimiz türden biri. Kimle konuşuyor olursa olsun, söyleneni tek kelime kaçırmadan dinleyen ve söylediğini karşıdakinin gözünün içine bakarak, dikkatle, anlaşılmaya özen göstererek söyleyen biri. “Ben şimdi şu taşa bakacağım” diyebilen ve oturup bir yerden bulduğu taşın yüzeyindeki biçimleri uzun uzun, dikkatle inceleyebilen birinden söz ediyorum.

1980’lerin ortalarında New York’taki Cooper Union salonunda Cage’in bestelerinin de seslendirileceği bir konsere gitmiştim. Yerime oturduktan kısa bir süre sonra Cage salona girdi, gelip önümdeki koltuğa oturdu, etrafa bakınmaya başladı. Öne uzanıp merhaba dedim, bana döndü, kısa tarafından hal hatır sorduk, sonra o önüne döndü, ben de arkama yaslandım.

Az sonra Cage başını çevirip bana eliyle “yaklaş” işareti yaptı, yaklaştım, gözünü gözüme dikip “ben izlemeye başlamak için zilin çalmasını beklemem” (I don’t wait for the bell to begin to watch) dedi ve tekrar döndü. O anda adamı rahatsız ettiğim için azar yediğimi düşünüp terler bastığını hatırlıyorum ama sonradan düşündükçe söylediğinin azar değil, benim gibi gençlere her fırsat bulduğunda (bazen damdan düşer gibi) verdiği öğüt ya da derslerden biri olduğuna karar verdim. İçinde bulunduğumuz bağlamı kullanarak ömrünü adadığı görüşü bir cümlede ifade edebileceğini keşfetti ve o cümleyi bana iletti. Bu anlayışın kafama “dank” edebilmesi için de mükemmel bir iletiydi bence.

Cage, bir konserin ya da herhangi bir gösterinin öncesinde ve sonrasında da izlenebilecek hareketler ve dinlenebilecek sesler olduğuna dikkatimi çekiyordu. Bunlar tasarlanmamış, düzenlenmemiş, çerçeveye alınmamış oldukları için umursanmazlar: zil sesi ya da ışıkların sönmesi gibisinden bir “komut”, dikkate değmez olayların bitip dikkate değerlerin başladığını duyurur. Genellikle gişede para verip satın aldığımız bir zaman dilimini izleyip dinleyerek “tüketme” vaktinin geldiğini bildiren sinyaldir bu — pizzacıdan aldığımız bir dilim pizzayı “ye” komutuyla birlikte yemeye başlamak gibi.

Hareketi bir kenara bırakıp sese odaklanalım: (1) Çevremizde sürekli yer alan sesleri (gürültüler) müzik dinler gibi dinleyebilmemiz mümkün mü? (2) Mümkünse de, bunlar dinlemeye değer mi?

John Cage bu iki sorunun ikisine de “evet” dediği için yalnızca müzikte değil, sanat genelinde de çığır açıyor: (1) Her ses, dikkatini odakladığın sürece, dinlenebilir: bir odada oturmuş müzik dinliyorsan sokaktan gelen sesler “gürültü” olur, sokaktaki sesleri dinliyorsan da önündeki müzik gürültü olur. (2) Kişilerin bilinçli seçimleriyle düzenlenmemiş, doğadaki hareketler gibi rastlantılarla biçimlenen ses trafikleri, öngörülemez ve sürprizlerle dolu oldukları için daha ilginç, dolayısıyla da daha dinlemeye değerdir.

Foto: Dion Ogust

John Cage’in bu görüşlerinin ilk ve en “ses getiren” manifestolaşması 29 Ağustos 1952, Cuma günü, saat 20:15’te başlayan bir piyano konserinde gerçekleşir. Konser, Woodstock (New York) yakınlarındaki Maverick Concert Hall’da düzenlenir. Hâlâ kullanımda olan salon ağaçlar arasında, ambara benzeyen ahşap bir binadır. Hava uygun olduğu zaman arka duvardaki kapılar açılabilir ve isteyenler konseri açık havada da oturup dinleyebilirler.

Bu konserde o yılların modern piyano müziğinin önde gelen virtüozlarından David Tudor, aralarında bir süredir birlikte çalıştığı John Cage’in de olduğu “ultra-modern” bestecilerin yapıtlarını seslendirecektir. Üstünkörü hazırlanmış program sayfasından da anlaşılabileceği gibi civardaki tatilcilerin öylesine geldiği, küçük çaplı bir “yaz konseri”dir bu.

Sıra adı programda yanlışlıkla “4 parça” diye yazılmış, bestesi Cage’e ait parçaya gelince David Tudor piyanoya oturur, önüne birkaç sayfalık notayı koyar, tuşlara vurmak yerine klavyenin kapağını sessizce kapatırken elinde tuttuğu kronometreye basar ve 30 saniye kronometreyi ve boş ölçülerden oluşan notayı izler, sonra kronometreyi durdurur ve kapağı açar. Kısa bir süre sonra kapağı yine kapatırken kronometreye basıp bu kez 2 dakika 23 saniye bekler. Üçüncü ve son bölüm de 1 dakika 40 saniye sürer ve sonunda Tudor piyanodan hiçbir ses çıkarmamış olarak kalkar.

Parçanın bölümleri toplam 4 dakika 33 saniye sürmüştür ve adı da budur: Dört Dakika Otuz Üç Saniye (genellikle İngilizce’deki dakika ve saniyeyi gösteren kesme işaretleri kullanılarak 4’33” yazılır, “Dört Otuz Üç” diye anılır). Ücra bir yerde bir avuç insana sunulan bu yapıt, Cage’in en bilinen, en çok tartışılan işi olmanın ötesinde, estetik gelenekle bağını en radikal biçimde koparmış birkaç sanat yapıtından biri ve müzikte ortaya konmuş en çarpıcı ve düşündürücü soru işaretidir. (Görsel sanatlardaki karşılığı olarak öncelikle Marcel Duchamp’ın 1917’de sergilediği pisuvarı ve Robert Rauschenberg’in bütünüyle beyaza boyadığı panoları (1951) sayabiliriz.)

Dört Otuz Üç’ün geniş çapta duyulması ve ana fikrin anlaşılması oldukça uzun bir zaman alır (hâlâ birçoğunca tam kavranamadığını düşünürüm). Yapıtın “sessiz parça” olarak anılması yanlış anlamanın başlıca nedenidir: Cage’in sessizliği bestelemiş olduğu söylenir. Gerçekte, parça sessizlik diye bir şey olmadığına işaret etmek üzere akıl edilmiştir. Cage, her anımızda seslerle kuşatılmış olduğumuza ve bunları duymazdan gelmek yerine dinlediğimizde rastlantılarla biçimlenen bir müziğin ortasında yaşadığımızı farkedeceğimize işaret eder. Başka bir deyişle, her zaman duyduğumuz ama dinlemediğimiz sesleri zamansal bir çerçeveye almıştır, sokaktan bulunma bir nesneyi çerçeveleyip bir galeride sergiler gibi. Cage söz konusu konserle ilgili şunları söyler:

“Dinlemeyi bilmedikleri için sessizlik diye düşündüler; her yan rastgele seslerle doluydu. İlk bölümde dışardaki rüzgârın sesi duyuluyordu. İkinci bölüm sırasında çatıda yağmur damlaları pıtırdamaya başladı. Üçüncü bölümde de insanların konuşmaları ya da kalkıp çıkmaları bir yığın ilginç ses çıkardı.”1

John Cage’in kariyerini iki döneme ayırabiliriz: birincisi, “müzik temelde sestir ve her türlü ses müzikte kullanılabilmelidir” dediği dönemdir. İkinci dönemde ise her sesin müzik olarak algılanabileceğini ve çevremizde yer alan seslerin akıp giden sonsuz bir kompozisyonun anlık birimleri olduğunu savunur.

Cage, eğer sesleri düzenlemek, bir “müzik parçası” haline sokmak istiyorsak, bu düzenlemenin doğanın rastlantısal “işleyiş biçimini” taklit ederek yapılabileceği fikrini ortaya atar. Bunu yapabilmek için de kompozisyondaki seçimlerini “rastlantı işlemleri” diye adlandırdığı birbirinden farklı “şansa bırakma” yöntemlerine başvurarak yapar. 1950 sonrasında akıl ettiği bu yöntemlerin uygulanmasında da, sonuçta ortaya çıkan notanın icrasında da alabildiğine ciddi, titiz ve disiplinlidir: “disiplinsizliğin disiplinli biçimde aktarımı” denebilir. John Cage’in yapıtlarını kayda değer kılan, ayakta tutan, arka planda ciddi bir sav, ayrıntılı bir yöntem ve yoğun emek olmasıdır.

Peki, nasıl dinleyeceğiz bu sesleri? “Dinlemeyi bilmek” nasıl oluyor? İnsanların çok büyük çoğunluğu için yarım saatliğine durup caddenin trafiğini (ya da Cage’in Europera’sını) dinlemek, çıldırmışlığa denk gelen, aklı başında birinin yapmayacağı bir eylem sayılır. Böyle sıradışı eylemler genelde meditasyon ya da mistiklik gibi kurumsallaşmış kılıflar uydurularak gerekçelendirilir – toplumda “anormal” damgasını yememek için. Cage’in söylediği, gerçekte, son derece basit ve ayağı yere basan bir önermedir: Dikkatini ver ve dinle. O kadar.

John Cage’i tanımış kişiler fikirlerini eksantriklik olsun diye ortaya atmadığını, keşfettiği birtakım gerçeklikleri dünyayla paylaştığını ve bu keşiflerini keyifle “yaşadığını” bilirler. Örneğin, New York’taki 18inci Sokak’la Altıncı Cadde’nin köşesinde, Merce Cunningham’la birlikte oturduğu büyük dairede tek bir çalgının da, herhangi bir müzik dinleme aparatının da bulunmadığı bilinirdi (bir odada bir televizyon olduğu söylenirdi). Onun yerine, Altıncı Cadde trafiğinin yirmi dört saat süren sesi doldururdu daireyi:

“Bu dairede olduğumdan daha mutlu olamazdım, Altıncı Cadde’nin sesleri sürekli şaşırtıyor beni, bir kez olsun kendini tekrarlamıyor. … Londra’ya giden Afrikalı prensin öyküsünü bilirsin, bütün bir müzik programı sunmuşlar, orkestra müziği. Prens ‘Niye hep tekrar tekrar aynı parçayı çalıyorsunuz?’ demiş”. Cage güldü, gözleri parladı, başıyla pencereyi işaret etti. “Onu Altıncı Cadde’de hiç yapmıyorlar.”2

______________________

1 Kyle Gann, No Such Thing as Silence: John Cage’s 4’33”, New Haven and London: Yale University Press, 2010, s. 4.

2 Alex Ross, “Searching for Silence: John Cage’s art of noise.” The New Yorker, October 4, 2010 (52-61), s. 61.

Bu yazıda söylenenlerin kaynakları için:

Semih Fırıncıoğlu, John Cage: Seçme Yazılar, İstanbul: Pan Yayıncılık, 2011.

Semih Fırıncıoğlu, web sitesi: “Gösteri Sanatları Üzerine Notlar”, www.performansfikri.com

Yorum bırakın