ORGANİZE YANLIŞ ÜZERİNE

1960’ların son yıllarından birinde, Ankara’da, belediye otobüslerindeki kapıların üstünde “Dikkat! Otomatik Kapu Çarpar” yazdığını görmüştüm. Yanlış hatırlamıyorsam vidalanmış bir levhaydı bu; her “otomatik kapılı” otobüsün her kapısında vardı. Bunu öylesine hayrete değer bulmuşum ki, hâlâ nerede, hangi dilde olursa olsun “otomatik kapı” uyarısı görsem o ibare gelir aklıma.

Beni hayrete düşüren, birinin “kapı”yı “kapu” diye bilmesi ve öyle yazması değil, o levhadan binlerce üretilip yüzlerce otobüse monte edilmiş olduğunu görmekti. Yani, bir, iki kişinin değil, epeyce bir kişinin elinden ve gözünün önünden geçmiş bir nesne söz konusu. 

Süreçte ta iş işten geçinceye kadar gözden kaçmış bir yanlış olması mümkün müydü bunun? Yoksa, bir noktada farkedilmiş ama “kim uğraşacak şimdi, ha kapı, ha kapu” deyip umursanmamış mıydı? Yoksa, yanlışı yapandan sonrakilerin hepsi “birinin bir bildiği vardır ki böyle yazılmış” deyip ses çıkarmamış olabilir miydi?

Aynı “olgu”nun günümüzdeki örneklerinden birini İstanbul metrosunun Etiler çıkışında duyabilirsiniz: Bu merdivensiz duraktaki asansörlerde yumuşak bir kadın sesi içerdekilere sürekli asansörün ne yapmakta olduğunu bildiriyor. Yani, birilerinin akıl ettiği, ne söyleneceğini belirlemekten tutun sesi kaydedip birtakım gelişmiş aparatlarla asansörlere yerleştirmeye kadar uzanan profesyonel bir işlemden söz ediyoruz.

Önceki yıl bu asansörlerden birine bindiğimde “kapı kapanıyor” anonsunu duyunca ağzımı açıp asansördeki diğer kişilere “yanlış vurguluyor” dedim, dönüp “manyak mı?” ifadesiyle baktılar yüzüme. Gençten biri “nasıl yani?” diye sordu, “ka-pa--yor”un üçüncü hecesi yerine “kapı”nın ikinci hecesini vurguluyor, “pencere değil, ka- kapanıyor der gibi” dedim. Gülümseyerek “detaya çok dikkat ediyorsunuz” gibisinden bir şeyler söyledi, laf uzasa herhalde adet olduğu biçimde “yav ona gelinceye kadar…” diye devam ederdi (ve mimari planlamada dikkate alınmadığı için istasyon içinde esen sert fırtınalara ve güvenlikçiyi rüzgardan korumak için sonradan akıl edilen tuhaf camdan kulübeye işaret edebilirdi).

Bunun benzerini Türk Hava Yolları’nın uçaklarında her türbülansa girildiğinde birisinin bir düğmeye basıp çaldığı kayıtlı anonsta da duyabilirsiniz: “Bulunduğumuz yükseklikteki hava şartları nedeniyle lütfen yerinize dönünüz ve kemer ikaz ışıkları sönünceye kadar kemerinizi bağlı bulundurmanız gerekmektedir.” 

Bu kurumsal anonsları yazan, kaydeden, teslim alan, onaylayan, kullanıma açan düzinelerce insan olmalı. Bunda da demek ki hiçbiri dildeki bozukluğu farketmemiş ya da farketmiş ama bir şey yapmamış ya da yapmış ama umursayan olmamış.

Söz uçaktan açılmışken: Yılda birkaç kez bindiğim İstanbul-New York arasında gidip gelen THY uçaklarında büyük ekranlarda on saat boyunca birtakım “durum” bilgileri veriliyor. O anda dünyanın neresinde olduğumuza işaret eden haritalara bir diyeceğim yok ama tek başına “Esas Yön 214.0 derece” yazılı ekran yolculardan hangisinin ne işine yarıyor?

Başka bir ekrandaki üç satırdan üçüncüsü “Kalkıştan Sonra Geçen Süre”yi söylüyor: bu, saatine bakmaya üşenen yolcular için dikkate değer bir bilgi olabilir ama birinci ve ikinci satırlardaki “Yer Hızı 887 km/saat” ve “Esas Hava Sürati 875 km/saat” bilgilerini iletmekteki amaç ne olabilir? Bilginin kendisi tuhaf ama birilerinin birtakım seçenekler arasından bunları göstermeye değer bulmuş olması çok daha tuhaf. Aralarından birinin çıkıp “şuna ya ‘hız’ diyelim ya ‘sürat’” dememiş olduğu, demişse de umursanmamış olduğu da belli.

Gazete haberi Venedik Bienali’ndeki Türkiye Pavyonu’nun açılışında bunu finanse eden kişilerin konuşmalar yaptığını bildiriyor. Yazıda “bienal” kelimesi tabii ki epeyce bir geçiyor: ilk üçünde doğru yazılmış ama dördüncü ve beşincide “Venedik Binali, İstanbul Binali” olmuş.

Yazdığını okumadan gazeteye yollayan gazeteci olmaması gerekirse de olabiliyor ama haberi yayımlamadan önce okuması gereken birileri daha olmalı ve belli ki onlar da okumamış, çünkü pek öyle kolayca gözden kaçacak bir yanlış değil. Dahası, büyük olasılıkla, bu yanlışı farkeden okurlardan gazetecinin tepedeki e-posta adresine ya da gazeteye bir uyarı gönderen de olmamış (kendi deneyimimde, özenli olmaya çalışan bazı internet gazetelerinin böyle mesajlara çabuk ve olumlu karşılık verdiğini biliyorum).

Bu yazıyı, çok sayıda kişinin ürettiği ürünlerde falsolar olabilmesi konusundaki hayretimi paylaşmak üzere yazdım. Örneklerimin hepsi dilsel oldu ama biliyoruz ki aynı özensizliği organize üretilen ve çok sayıda kişinin kullanımına sunulan hemen her türden üründe görmek mümkün.

Organize özensizliğin bir açıklaması “ayrıntı meraksızlığı” olabilir: Ayrıntı bazı kültürlerde hiç umursanmıyor, “ne dediği, ne işe yaradığı ‘kabaca’ belliyse gerisini kurcalama” denip geçiliyor, bazı kültürlerde de bazen insanı sinir edecek ölçüde önemseniyor (“şeytan ayrıntıda gizlidir” (the devil is in the detail) diye İngilizce bir deyim bile uydurmuşlar). Söz gelişi, ben sürekli okuduğum The New Yorker dergisinde bir yazım hatası bulabilsem nerdeyse gidip kapılarına dayanacağım ama yirmi küsur yıldır rastlayabilmiş değilim. 

Ayrıntıya özensiz toplumlarda hayatın daha sürprizli ve zaman zaman keyifli olabildiğini biliyoruz ama dört bir yandaki küçük eğrilik büğrülükler arttıkça yaşam kalitesini ciddi biçimde düşüren, genel bir yamulma ve tatsızlaşma başlıyor. 

Dahası, yamukluk ve onun ürettiği zorluklar giderek kanıksanıyor ve yaşamın ”fıtratı” sayılıyor, hattâ farkedilmez oluyor: “şu böyle değil de şöyle olsaydı daha rahat yaşardık” gibisinden düşünceler akıllardan geçmez olmaya başlıyor. Belki de kafamı kurcalayan “nasıl olup da elli kişinin elinden geçmiş bir üründe yanlış olabiliyor?” sorusunun birinci yanıtı da bu kanıksamada ve yamuğun normalleşmesinde yatıyor olabilir.

Yorum bırakın