(Türkçe) Sanat Dili Üzerine

Sanatlar hakkında yazıp konuşurken anlaşılmaz olmak (en azından bazıları için) bir şart mıdır?

[Sergide] sabırla işlenen çalışmalarda yer alan mekân ve olguların kurgu oluşundaki insan izleri de o ‘yer’lerde insanların olmayışıyla belirsizliği histerik bir eksiklikle harmanlıyor.

ya da

[Tiyatro topluluğu] kolektif, cinsiyeti/cinselliği inşa eden ideolojilerin konuşlandığı karargâhları ve bu inşayı çapraz kesen sınıf, ırk, Batı-merkezcilik vb. tahakküm biçimlerini gün ışığına çıkarmaya çalışan bir dramaturgi ile feminizme eklemlenir.

ya da

[Sergideki] mekanlar arasında bu tutkulu seyahat, varlığın dehlizinde, zihinin koridorlarında bir keşiftir sanatçı için. Bu lirik yolculuk öncülünü poetik imgenin doğuşundan alır ve ideal metaforunu da evinin mahrem alanlarında bulur. İzleyiciyi sanat, şiir ve bilincin kendi içinde filizlendiği bir akıntının içinde yönlendirir.

gibi.

(Örnekleri arada bir karşıma çıkan, bir kenara kopyaladığım Türkçe metinlerden alıntılıyorum. Amacım kişileri değil, genel bir hali eleştirmek olduğu için isim ve kaynak vermiyorum. Her alıntının yazarı farklı bir kişi.)

Bu konuyu Google’a açayım, bakayım ne diyecek dedim ve yanıtlarda bir yazının başlığı birkaç kez beliriverdi: “International Art English” (Uluslararası Sanat İngilizcesi). Alix Rule ve David Levine adlarında iki kişi sanat yazılarında öncelikle İngilizcenin egemen olduğunu saptamışlar ve, bundan beş yıl kadar önce, İngilizce “sanat dili”ni inceleyen bu yazıyı yayımlamışlar. Bayağı bir gürültü kopmuş.* Ne yapmaya çalıştıklarını yazının ilk cümleleri özetliyor:

Uluslararasılaşmış sanat dünyası kendine has bir dile bağımlıdır. […] Bu dil bütünüyle İngilizceyle bağlantılıdır ama kesinlikle İngilizce değildir. Genel anlamda, İngilizce konuşulan dünyanın bir ihracıdır ve şu anki erişimini İngilizcenin küresel egemenliğine borçludur. […] Aşağıda, adına Uluslararası Sanat İngilizcesi dediğimiz dilin tuhaf sözcüklerini, gramerini ve biçimini inceliyoruz ve çağdaş sanatın yaratılışı, tanıtımı, satışı ve anlaşılmasında aracı olan bu dilin kökenlerine bakıp geleceği konusunda varsayımlarda bulunuyoruz.

Burada “sanat” ve “çağdaş sanat” sözcükleriyle görsel sanatlar kastediliyor. Yazarlar görsel sanat profesyonellerinin sık kullandığı e-flux sitesinden on üç yıllık basın duyurularını bir analiz yazılımına (Sketch Engine) taratmışlar ve yazılardaki sözcüklerin, sözdizim tercihlerinin, yapay sözcüklerin, vb. dökümünü çıkarmışlar.

Bence incelemeyi görsel sanatlarla sınırlamayıp diğer sanat dallarındaki tanıtım, eleştiri, konuşma metinlerine ve akademik makalelere de uygulasalardı, aynı sonuçlara ulaşırlardı. Örnek vermek için uzağa gitmeme gerek yok, uzanıp masamın ucunda duran New York’taki BAM’in (Brooklyn Academy of Music) 2019 ilkbahar sezonu broşürünü alıp birinci sayfayı açıyorum, iki kişilik akrobatik bir dans gösterisi tanıtılıyor. Çevirisi:

Havada asılı iki parçalanmış can birbirine uzanır, bütünleşebilmek özlemiyle. Bu akrobatik figürler, olağanüstü bir güven sergileyerek, düşecek olurlarsa tutacak bir ağ olmadan, müşterekliğimizin gerçekliğini aramaktadırlar, çevrelerindeki yaşayan, nefes alan ortamla eşzamanlı olarak.

Ben bu “arif olan anlar, anlamayan derdine yansın” tavrının ve üslubun sanat yapıtlarının Avrupa’da kentlilere pazarlanmaya başlandığı onsekizinci yüzyıl sonlarında filizlendiğini düşünürüm. Söz konusu yazının yazarları kaynak konusunda nokta atışı yapmışlar: Üslubun 1960’lardaki Fransız “yapısalcılık sonrası” (poststructuralist) düşünürlerin çarpıcılık ve derin felsefiklik adına Fransızcayı evirip çeviren metinlerinden, Almanya’daki Frankfurt Okulu’nun yayınlarından ve özellikle de bunların kötü İngilizce çevirilerinden kaynaklandığını ileri sürüyorlar. Ve biçim tabii ki internet nedeniyle kısa zamanda bütün dünyaya ve dillere yayılıverdi diyorlar.

İster İngilizce, ister başka bir dilde olsun, bu türden sanat söyleminin en önde gelen özelliğini saptamak için uzman olmaya gerek yok, her kim birkaç örneğe baksa aynı sonuca varır: Anlaşılmazlık.

Neden anlaşılmıyor?

Çünkü, (sözünü ettiğim yazıda da vurgulandığı gibi) öncelikli amaç anlaşılmak değil, bu dil (ya da dilsel biçim) aracılığıyla belirli bir çevreye aidiyetini göstermek, o çevre tarafından kabul edilmek, tanınmak ve sanat piyasasında ya da akademik piyasada yer edinmek. Bunu üniformalaşmış bir üslubu sırtına giyip diğer üniformalılar arasına katılmaya benzetebilirim.

Anlaşılmazlık, bu dili kullanan çevrenin sıradan insanlardan değil, derin düşüncelerle halleşebilen, sanat yapıtlarındaki simgeleri, gizli anlamları keşfedebilen bilgili ve duyarlı kişilerden oluştuğunu ima ediyor. “Sanattan anlayanın sanat hakkında yazıp söylediklerinin sanattan anlamayana anlaşılmaz gelmesi doğaldır” asılsız kanısının ardına saklanıldığını da söyleyebiliriz.

Gerçekte, içeriğin belirlediği bir biçimden değil, içerikten bağımsız, kişilerin birbirini örnek alarak sürdürdüğü bir şablondan söz ediyoruz. Öyle ki, kolayca anlaşılabilir bir şey söylemek bir bakıma üsluba ters düşüyor ve etikete uymuyor: Anlaşılır olmak, itiraz ve tartışma tehlikesine açık oluyor (örneğin, “belirsizliği histerik bir eksiklikle harmanlıyor” gibi bir tümcede ben itiraz edilebilecek hiçbir şey göremiyorum).

Yani, Uluslararası Sanat İngilizcesi’nde de, bunun başka dillerde ve sanatlardaki karşılıklarında da ne söylendiği değil, nerede, ne zaman, kim tarafından ve nasıl söylendiği önemli.

Nasıl söyleniyor? Rule ve Levine’in bulgularından da yararlanarak, üç temel yönteme başvurulduğunu görüyorum:

Belirsizleştirme: Bir iletide özne ne kadar belirsizleşirse, ortam (matris) o kadar belirleyici oluyor. İnsan beyni belirsizlikle karşılaştığında anlamlandırabilmek için etraftan, özne-dışı kaynaklardan yardım almaya çalışıyor. Bir nesnenin ne işe yaradığını kestiremediğimiz zaman, “masanın üstünde, tuzlukla biberliğin yanında durduğuna göre yiyecekle ilgili bir şey olmalı” diyoruz. Bunun gibi, kuşe kağıtlı, renkli, modern tasarımlı, şık kitapçılarda satılan pahalı bir sanat dergisinde basılmaya değer bulunmuş bir yazının ne dediğini anlamayan kişi, sorunun yazar ve yayıncıda değil, kendinde olduğunu düşünüyor.

Yani, iletiyi belirsizleştirmek, anlamı içerik-dışı ögelere yüklemek için başvurulan pratik, emniyetli, hattâ garantili bir yöntem. Söz konusu türden yazıları yazanlar belirsizliği ilintisiz sözcükleri yan yana getirerek, tuhaf tamlamalar ve isimlerden fiil, fiillerden isimler türeterek ve cümleleri (sonuna geldiğinde nereden başladığını unutturacak kadar) uzatarak kuruyorlar. Bileşik olmayan, basit bir cümleye rastlamak imkansız gibi.

…bir amaç için tasarımın yerine, bir varoluşun ajansı olarakendüstriyel malzemeyi yani kentsel doğal bileşeni; üretim süreci, çevresel faktörlerle ilişkisi gibi özdeksel kaliteleri ile devşiren hareketi, örüntüyü, strüktürü kullanarak yarattığı kaordik (chaos and order) bir nesne ya da varlık olarak ortaya çıkmasını temel aldığı…

Terimler: Günün bu alandaki “sofistike” kılıklı popüler sözcüklerinin ya da terimlerinin kullanılması, hattâ bazen uluorta peş peşe sıralanıvermesi:

Rule ve Levine, “mekân” (space), “gerçeklik” (reality) ve (bilgelik çağrıştıran bir amblem olarak) “diyalektik” sözcüklerinin popülerliğini hiç yitirmediğini ve bazen bayağı kafa kaşıttıracak biçimlerde kullanılabildiklerini söylüyor: “yokluğun mekânı” (the space of absence), “içsel psikoloji ve dışsal gerçeklik” (internal psychology and external reality) gibi. Buna karşılık “spekülatif” 2009 yılında tavan yapmış ama iki yıl sonra yerini “kırılma, kopma, parçalanma” anlamındaki “rupture” almış, onun ardından da “çapraz kesişme” diyebileceğimiz “transversal” rekor kırmış.

Elimde sayısal inceleme yapabilecek kadar Türkçe yazı yok ama son yıllarda karşılaştığım “olmazsa olmaz” sözcüklerden aklıma gelenler: hafıza/bellek, kırılma, kırılganlık, performatif, kimlik, içsel/dışsal, kamusal, mekân(sal), duygulanım, sorunsallaş(tır)ma, kesişme, tahakküm, eklemlenmek, temsiliyet, muktedir, eleştirel, toplumsal cinsiyet, içkin.

Sanatçıların üretimleri, bilginin uç noktalarını, tanıklık ve deneyimin aldatıcı yanını ve tarihin nasıl yozlaştırılabildiğini tartışmaya açar. Eleştirel feminizm ve queer kuramından etkilenen pratikleri, politik temsiliyetçiliğin kapsam ve yararlarını sorunsallaştırır. [Sergi] uyruk, egemenlik, toplumsal cinsiyet, akrabalık ve teknoloji kavramlarının yeniden tariflendiği zamanlar için bir gelecek tahayyül etmeyi amaçlar. […] duyarlılıkları tetiklerken beden ve zihnin alışkanlıklarını şaşırtan bir ortam oluşturur. Bu işler, sergilenen bir dizi sanat nesnesinden ziyade mekânsal müdahale ve hatta klasik sergileme biçimlerine karşı birer performatif iddia niteliğindedir.

ya da

[Sanatçının] buradaki tavrı, hafızayı canlı bir kalkan olarak öne sürmektir. Elbiseler birer kayıt ve kanıt nesnesine dönüşür. Dayatılan hafızaya bir karşı hafıza inşa ederek hamle yapar.

ya da

[Sanatçı] bu sergide iç mekanın içsel değeri üzerine yapılan fenomenolojik bir yaklaşımla anılarının ve hayallerinin bir sentezini sunuyor.

gibi.

Burada tıp, hukuk, ekonomi gibi ancak uzmanların anlayabileceği teknik terimler barındıran bir alanın dilinden değil, herkese hitaben, herkes tarafından okunup anlaşılmak üzere yazılıp söylenen duyurulardan, tanıtımlardan, makalelerden, eleştirilerden söz ettiğimizi unutmayalım.

Aksiyon: Üçüncü bir nitelik olarak sanat dilinde düşüncelerin bir olaylar ya da eylemler dizini anlatılıyor gibi aktarılmasını sayabilirim: Nedenini bilemiyorum ama bu dilde hep bir şeyler buluşuyor, birleşiyor, tam ayrılacakken dönüşüyor, kesişiyor, çatışıyor, sonra arıyor, ortaya çıkarıyorken işaret ediyor, tartışıyor, yükseliyor, iniyor, vb.

Bu eylemleri bildiren fiillerin failleri kimdir diye baktığımızda birtakım ele avuca gelmeyen, bana sürekli “nasıl yani?” dedirten, hayal ürünü özneler görüyoruz. Örneğin, bir söyleşide “düşün dünyası” ile “duyulur dünya” adı verilen iki şeyin bir araya gelmesinin “düşünceleri” görülebilir kıldığı söyleniyor:

Düşün dünyası ile duyulur dünyanın birlikteliğinde, düşüncelerin görülebilir kılınmalarını, kavram ve imgelerin hayal gücü ile buluşarak beden üzerinden harekete dönüştürülmelerini ve hareketle açığa çıkan düşünce alanının ne olduğunu anlamayı amaçlayan…

ya da

[Sanatçı] Batılı ve modernist kavram ve değerleri, bize özgü ilginçlikler üzerinden tartışırken; Batı’nın çeperinde hem gelenek hem de (Post-) modernist ve globalist tahakkümlerin arasından sıyrılıp nefes almayı beceren hayat formlarına sevecenlik, hayret ve hayranlıkla yaklaşan istisnai bir eleştirel sanat dili geliştiriyor.

gibi.

*  *  *

Başka dilleri bilemiyorum ama sanat dilinin Türkçe versiyonlarında dilin bazı kendine özgü niteliklerinden de yararlanılıyor. Örneğin, Türkçe’deki devrik cümle Batı dillerinde pek yok. Türkiye kültüründe devrik cümle şiir ve şiirsellikle, dolayısıyla da duyarlılıkla, entelektüellikle özdeşleştirildiği için bundan sanat dilinde bolca yararlanılıyor:

Derrida’ya göre işte tam da bu bekleme anı, armağanına karşı bir armağan alma beklentisidir armağanı armağan olmaktan çıkartıp ontolojik bir varoluşun deligömleğine hapseden.

ya da

Toplumsal bilinçaltına bu tür kusurları süpürerek, görünmez kılarak bir özne tasavvuruna ulaşır katı siyasal düzenler.

gibi.

Türkçede eski ve yeni sözcükler diye iki bölük olması ve sözcüğün sözlük anlamı ötesinde bir de eskilik ve yeniliğiyle anlam iletmesi ilginçliği hep vardı. Bundan otuz yıl önce gençten birinin “egemenlik” yerine “tahakküm”, “kuraldışı” yerine “istisnai”, “başarızlık” yerine “akamet”, “belirgin” yerine “aşikar”, “boyun eğme, katlanma” yerine “tevekkül” sözcüklerini kullanması tutucu bir kesime ait olduğunun işareti sayılırdı.

Eski sözcüklerin sanat dilinde şaşılacak sıklıkta kullanılmasına bakarak eski/yeni sözcük çağrışımlarının değişmiş olduğunu anlıyorum ama nereye vardıkları konusunda bir fikrim yok. Eski sözcük merakının nedenini yalnızca tahmin edebilirim: Bilgelik sergilemek için ya da bir tür vurgu amacıyla ya da eskinin öztürkçeleştirme furyasına bir itiraz olarak kullanılıyor olabilirler.

*  *  *

Bazıları Rule ve Levine’in yazısını konuyu fazla ciddiye almakla eleştirmiş: Bu yazıları kimse okumaz, yazanlar da okunmayacağını bilerek, dolayısıyla anlaşılma/eleştirilme endişesi olmadan, bir biçim, bir “amblem” yaratmak üzere yazarlar demişler.

Gerçekten de, Batılı toplumlarda sanat dili öylesine şablonlaşmış ve karikatürleşmiş durumda ki, “artspeak” ya da “art gibberish” gibi adlarla anılır halde. Google aramalarımda sanatçılar için “otomatik” kendini tanıtım yazısı üreten birkaç web sitesiyle bile karşılaştım. Örneğin, Artybollocks ve 10gallon bunlardan ikisi. En ilginci ve matrağı da sanıyorum birkaç saniyede kişiye özel metin oluşturan 500letters.org.

Rule ve Levine’in incelemesinin görsel sanat piyasasıyla sınırlı olması, konunun yalnızca o çevre için geçerli olduğu izlenimi veriyor. Gerçekte bu dil çok daha geniş bir alana yayılmış durumda: her yerde, her türlü sanatla ilgili makale, duyuru, konuşma, söyleşinin yanısıra, üniversitelerdeki yüksek lisans ve doktora tezlerinde, ders materyallerinde görmek mümkün. Olayın bu boyutu, kanımca, özellikle “kral çıplak” demekte fazlaca ürkülen toplumlarda, gerçekten ciddiye alınması gereken, vahim bir durum.

 * “International Art English” yazısıyla ilgili birkaç yazı:

When Artspeak Masks Oppression

A user’s guide to artspeak

‘International Art English’: The Joke That Forgot It Was Funny