Müzik Deyip Geçme Sakın

Aklımdan çıkmış: Ben bir zamanlar sessiz filmlere piyano çaldım. Arada bir sağa sola not düşme huyumun yine faydasını gördüm, geçenlerde elime eski bir defter geçti, öyle hatırladım.

1987 ve 88’de Manhattan’ın aşağılarındaki Thalia Soho adlı, eski filmler gösteren çok küçük sinemada ara sıra sessiz filmlere piyanoda eşlik ediyordum. Bütünüyle doğaçlama. Seans başına 10 dolar veriyorlardı diye kalmış aklımda.

thalia 2Bizim tiyatrodaki oyunculardan biri, Laura, orada makinistlik yapıyordu, o ayarlamıştı. Sinema sahibi bir yerden bayağı kötü durumda bir duvar piyanosu bulmuş, sessiz filmlerde şunu çalacak biri olur mu demiş, Laura’nın aklına da ben gelmişim.

Birçok sessiz filmde sonradan eklenmiş, dümdüz bir müzik olur, canlı müzik eşliği olacağı zaman filmin sesini kapatırlar. Biz de öyle yapıyorduk.

Thalia’da sessiz film sesli bir filmle dönüşümlü gösterilirdi: İlk seans öğlen gibi sessizle başlardı, ardından sesli gelirdi, sonra saat üç, dört gibi tekrar sessiz, sonra tekrar sesli. O düzende iki ya da üç seans çalardım.

Ben filmi (piyanoda uydur kaydır bir şeyler yaparak) ilk kez öğlen seansında izlemiş olurdum. O saatte kalkıp sessiz film izlemek için sinemaya gelmiş üç, beş kişi öyle ne yaptığımı umursayacak ruh halinde insanlar olmazdı. Bir tek Fritz Lang’ın Metropolis’inin ünü ve ihtişamından korktum, önceden izleyip not aldım diye hatırlıyorum (87’nin 18 ve 19 Aralık günlerinde ikişer seans çalmışım).

Sesli film sırasında ya çıkıp bir şeyler yerdim ya da fuayede makinistle çene çalardım. Laura olmadığı zamanlar makinistliği Ekvadorlu ufak tefek bir adam yapardı. Eskiden matadormuş, bedenindeki yara izlerini gösterir, yuvarlak teneke film kutularını, saplı süpürgeyi falan aksesuar olarak kullanarak anlaşılması imkansız bir İngilizceyle boğa güreşi tekniklerini ve hikayelerini anlatırdı.

Deftere bu sessiz film piyanistliğinin benim için son derece eğitici bir deneyim olduğunu yazmışım. Doğrudur:

tabaklarİşe başladığımda ilk farkettiğim şey yaptığımın gereksiz, bütünüyle yapıştırma bir iş olmasıydı. Çünkü filmi yapanlar sessiz olacağını bilerek yapmışlar, çekim ve montajı filmin ses olmadan anlaşılabilmesini, etkili olabilmesini düşünerek ayarlamışlardı. İzleyici de, adı üstünde, “sessiz” bir film izlemeye geliyordu.

İzleyici için benim varlığımın yemeğin düz bir tabakta gelmesini beklerken nakışlı bir tabakta sunulması gibi hoş bir sürprizden öte bir değeri yoktu. Garnitür dahi değildim. Filmin tadında herhangi bir fark yaratmam beklenmiyordu, yalnızca eski zamanlara ait bir uygulamayı canlandıran bir hoşluk olarak görülüyordum.

Bu gereksizliğe yabancılığımdan, başlarda varlığımı belli eden dramatik “yorumlar,” beklenmedik hamleler, atonaliteler falan uyduruyordum. Kısa zamanda izleyicinin bu “performans”tan hazzetmediğini farkettim — hatta biri “buraya seni dinlemeye değil, film izlemeye geliniyor” gibi bir laf da etmişti.

Sonra yavaş yavaş kendimi geri çekmeyi, arka planda çalışan bir saat gibi tekrarlı kalıplarla, standart armonilerle ürkütmeden, derinden gitmeyi öğrendim. Öyle ki, filmin başında ben piyanoya dokununca izleyici “aa piyanist de varmış” deyip biraz bakıp dinliyor, sonra kısa sürede beni unutuveriyor, ancak film bittiğinde iki saattir durmaksızın çaldığımı hatırlayıp alkışlıyordu.

Ve gördüm ki, ne kadar sinsileşirsem ve bilinçaltlarına işlemiş şablonları ne kadar çok kullanırsam izleyiciyi o kadar kolay yönlendirebiliyorum. Olmasa da pekala olur ama olunca da bütün ortamı el altından kontrol eden (ve bunu özellikle el altından yapması istenen) tuhaf bir eleman konumundaydım.

Bununla epeyce bir oynadım da: Söz gelişi üç, beş kişinin bir olup güçsüz biriyle dalga geçtiği bir sahnede incelerden basit bir arpej çalınca izleyici sataşanla birlik olup gülüyor, bir sonraki seansta kalınlardan uzayıp giden bir akor vurup gerisini boş bırakınca sataşanlara ters bakmaya başlıyordu. Hiç değişmeyen bir yemekten her seferinde farklı bir tad aldırmaca oyunu gibi. En iyi de Griffith’in Hoşgörüsüzlük (Intolerance) filmleriyle oynanıyordu diye kalmış aklımda.

jd_4Deftere göre Dreyer’in trajik “Jeanne d’Arc’ın Tutkusu” (La Passion de Jeanne d’Arc) filmine 6 Aralık 1987 günü üç seans çalmışım. Daha önce, Boğaziçi Üniversitesi’ndeyken izlediğim bir filmdi bu, yarım yamalak hatırlıyordum, anlatısını baştan sona çok çarpıcı yakın çekim yüzlerle ileten, son derece hüzünlü bir filmdir. İlk seansta film boyunca epeyce kasvetli, ağıtımsı bir hava tutturmuştum.

Seans bittiğinde orta yaşlarında, düzgün giyimli bir kadın geldi yanıma, “sen Katolik değilsin, değil mi?” dedi. “Değilim” dedim. “Belli oluyor” dedi, “filmi, özellikle de sonunu çok karamsar bir havaya soktun. Filmin sonunda Jeanne’ın yanması kurtuluş anlamına geliyor, Tanrı’ya kavuşuyor, azizlik mertebesine yükseliyor, sen bunu çok acıklı bir sona çevirdin.”

Kadınla fuayeye çıktık, farklı bir şey denemekten kaçınmayacağımı ama nasıl bir şey yapmam gerektiğini kestiremediğimi söyledim, “kadın alevler içindeyken başka ne çalınır ki?” dedim.

Biraz konuştuk, genel olarak ciddi ama daha parlak, daha tempolu, marşımsı bir yöne götürebileceğim sonucuna vardık. Kadın çıktı, ben de gidip bir kahve alıp döndüm. Sessiz film saati gelince salona girdim, bir de baktım ki kadın en ön sıranın benim bir adım arkama düşen en soldaki koltuğunda oturuyor. “Yine gelmişsiniz” dedim, “merak” dedi.

Ve hayatımda ilk kez bir antrenör eşliğinde sanat icra etmiş oldum: Kadın film boyunca arkamdan “bu iyi, hiç bozma,” “evet,” “şimdi değiştir,” “bekle,” “daha yavaş” gibi sözler mırıldandı. Sonunda da keyifle “iyi becerdik” deyip elimi sıktı gitti.

Olayı anlattığım arkadaşlar “Ne ukala kadınmış, niye izin verdin, niye dönüp susturmadın?” demişlerdi. Susturabilirdim tabii ama bundan kimsenin bir kazancı olmaz, tam tersine, hayatımdaki anlatacak matrak hikaye sayısı bir adet eksilmiş olurdu.

Yorum bırakın