Çocukluğumda babamın beni ifrit eden bir huyu vardı. Şöyle:
Diyelim ki, “falanca arkadaşın babasıyla tanıştım, çok hoş bir insan” gibisinden bir duyurumda bulundum… Babamın yüzüne hafif bir gülümseme yerleşir ve ardından şu hareketlerden biri gelirdi: ya “öyle diyorsan öyledir” anlamında bir gözünü kısıp başını o yana yatırıp kaldırırdı, ya kaşlarını kaldırıp hayretle yüzüme bakardı, ya da uzanıp usulca yanağımı okşar, “aslan oğlum benim” gibisinden bir şey derdi.
Yanımızda arkadaşlarından birileri varsa gülümsemesini onlara paslar, onlar da “bu oğlan ne kadar saf” konusundaki onaylarını bıyık altından iletirlerdi (hepsi bıyıklı olurdu).
Babama bildirdiğim neredeyse her “kanaat”imin başına gelirdi bu. Her şeyin ardında bir perde, her perdenin ardında da babamın ne olduğunu kesinlikle bildiği, benim bilmememin daha iyi olacağı, söylese de aklımın ermeyeceği bir şeyler dönüyor olurdu. Hiçbir şey “aslında” bana göründüğü gibi, bildiğim gibi değildi (bkz. Hamlet, William Shakespeare).
Ergenlik dönemine girdiğimde işin peşini bırakmayıp bilemediğim inceliklerin ne olduğunu söylemesi için bastırdıkça, babamdan aldığım karşılıkların hiç de öyle sağlam bilgilere, gerekçelere dayanmadığına uyanmaya başlamıştım. Söz gelişi, arkadaşımın sevdiğim babasındaki arızanın ne olduğunu söylemesi için üsteleyecek olsam, “Adam kılıbık, karısı parmağında oynatıyor onu” gibisinden ilgisiz, uydurma bir yanıt gelebiliyor, “Ne alakası var şimdi?” desem, beni daha da çatlatan bilgiç bir “Olmaz olur mu!” yapıştırabiliyordu.
Babam, temelde, biçimsel bir kontrol ve kendini kabul ettirme, otorite kurma tekniği geliştirmişti. Bu “bildiğin gibi değil” tekniğini yalnızca bana değil, yerine ve adamına göre değişen tavırlarda, herkese uygulardı. Babamın sesinden kulağımda en çok her söylenene karşılık patlatıverdiği “Kim demiş?” ya da “Kim diyor?” kalmış. Daha da ilginci, sorusuna “Ahmet Taşkıran diyor” gibi tartışılmaz somutlukta bir yanıt geldiğinde konuyu ve havayı anında değiştirebiliyor, “O Ahmet yirmi senedir aynı pis ceketi giyer” gibi ilgisiz bir şey söyleyip işi sulandırabiliyordu. Bu kıvraklık da tekniğin bir parçasıydı.
Babam üzerinden ayrımına vardığım bu iletişim modunun zamanla ne babamla, ne de Çukurova’nın bir kasabasıyla sınırlı kalmadığını, ulusal bir davranış biçimi olduğunu, hatta yıllar geçtikçe daha da yerleşip müzminleştiğini düşünmeye başladım. Gerçekte babam da herkesin herkese sürekli pişirip yedirdiği yemeği yapıyordu, yalnızca arada bir suyunu fazla kaçırıyordu.
Türkiye toplumunda hiçbir şeyin göründüğü, sanıldığı gibi olmadığına, koşulları ve gelişmeleri perde arkalarında dönen dümenlerin belirlediğine, o perde arkalarına erişimi olmayan kişinin sürünmekten ömür boyu kurtulamayacağına yaygın biçimde inanıldığını bilmek için uzman olmaya gerek yok. Ateş olmayan yerden duman çıkmadığını da biliyoruz. Yine de son yıllarda toplumun iletişiminde paranoyanın güçlü bir belirleyici olduğunu söyleyen, birçoğu akademisyen epeyce insan da var ve halin bu olduğunu farklı yöntemlerle kanıtlamaya çalışıyorlar.
Benim alanım gösteri sanatları olduğu için bakıp gördüklerime göre fikir beyan ediyorum, bilimsel sayılacak bir dayanağım yok. Dikkatimi şu çekiyor: Toplumdaki çoğu kişi bu hali, farkında olarak ya da olmayarak, çevresindekileri kontrol etmek, kendini empoze etmek için kullanıyor. Hatta bundan ekmek yiyen de var (köşe yazarı çokluğunun nedeni bununla da açıklanabilir). Bir kısır döngü söz konusu diye düşünüyorum: Güvensizlik kullanıldıkça büyüdü, büyüdükçe daha çok kullanıldı ve gele gele günümüz ortamına ulaştık.
Belki de bende saplantı haline geldiği için, baktığımda sürekli gerçekliğin bildiği gibi olmadığı bilgisini karşısındakinin yüzüne tutup duran birilerini görüyorum. Nasıl tutuyorlar birbirlerinin yüzüne? Genellikle parmak uçlarını birleştirdikleri sağ ellerini biraz sola yatırarak.
Lokanta, kahve gibi yerlerde hararetli muhabbete koyulmuş kişileri izlerseniz, ellerin bardak, çatal ya da cep telefonu tutmadığı zamanlarda bu biçime ne sıklıkta girdiğini görebilirsiniz. Kulak kabartacak olursanız da bu ele en çok “aslında” kelimesinin eşlik ettiğini duyarsınız. Daha da kestirmesi, televizyondaki bitmez tükenmez tartışma programlarını ya da siyasetçi söylevlerini izleyebilirsiniz.
Söze eşlik eden beden hareketleri incelenip sınıflandırılır. İletişmekte olan tarafların ellerini aralarındaki boşlukta dolaştırarak alışverişi kontrol etmeye çalıştıkları hareketlere “düzenleyici hareket” (regulatör) deniyor. Bunların çoğu toplumdan topluma farklı anlamlara gelen, kodlanmış biçimler oluyor.
Örneğin, parmak uçları birleştirilmiş elin hiç yana bükülmeden ileri uzatılması genellikle Orta Doğu ülkelerinde ve Türkiye’de karşıdakini pasifize etmek için, “bir dakika dur” anlamında kullanılıyor. Bu biçimdeki el ileri geri sallanacak olursa “nefis,” “çok güzel” anlamına geliyor.
Aynı elin doksan derece içe bükülüp biraz da aşağıda tutulması karşı tarafın söze girmesini önlemek ve “izahatı” dikkatle izlemesini, ciddiye almasını sağlamak için kullanılıyor. Yalnızca Türkiye’ye özgü olduğunu sandığım az eğik tutuş da “Aslında…” açılışına eşlik ediyor.
“Aslında” sözcüğü eskiden de sık kullanılır mıydı hatırlamıyorum (“hakikatte,” “bizatihi,” “esasında” gibi açılış sözcükleri vardı) ama buna eşlik eden düzenleyici el hareketinin sonradan, paranoya düzeyindeki artışla birlikte gelişip yaygınlaştığını sanıyorum.
Uzun zamandır Türkçe ile İngilizce arasında gidip gelen bir hayat sürdüğümden, sürekli karşılaştırma yapmak kaçınılmaz oluyor. İngilizce’de de “aslında”ya karşılık gelen “actually,” “in fact,” “as a matter of fact” gibi söze girişte kullanılabilecek epeyce sözcük var ama bunlar ulu orta kullanılmıyor.
Çünkü, Anglo-Sakson kültürde “aslında olay şudur” diye kestirip attırmıyorlar adama, “Nerden biliyorsun?” diye dayatıyorlar. Muhabbetleri genellikle formüler ahkam bildirimlerinden çok, insanların başlarından geçenlerden, hissiyatlarından ya da okudukları, duydukları şeylerden konuşmaları oluşturuyor.
Bu açıdan baktığımda bir ilginçlik daha görüyorum: Türkçe dilinde İngilizce’de de, diğer Batı dillerinde de olmayan, kişinin bildirdiği gelişmeye bizzat şahit olmadığını, öğrenmiş olduğu bir şeyi aktardığını belirten bir “-miş” takısı var. “Ahmet gel-di” dersen sen Ahmet’in gelişini gördün, “Ahmet gel-miş” dersen de Ahmet’in geldiğini bir yerlerden öğrendin demek oluyor. Hatta aktardığın bilgiyle aranda epeyce bir mesafe olduğunu belirtmek için “-miş”i ikiye katlayıp “gel-mişmiş” demen de mümkün. Herhalde birilerinin bir bildiği vardı ki “Türkçe konuşacaklar için böyle bir farklılaşma gerekir” deyip bu kuralı koymuşlar.
Ama bir işin “aslını” bildiriyorsan lafı -mişle, -mışla evirip çevirmek olmuyor: Kuşkuya yer bırakmadan, kendinden emin, parmak uçlarını birleştirip az biraz sola yatırdığın elini karşındakine tutup “Aslında, bütün dünyayı toplam on kişi yönetiyor” diyorsun, öteki de “Yanlış biliyorsun, aslında on iki kişi, yılda iki kez Brezilya’daki bir dağın tepesinde toplanıyorlar” diyor, mesela.