Allah rızası için bir kahve parası

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 31 Mart 2013

Yaşı tutmayanlar olur da büyüklerden biraz ilginç anı dinlemek isterlerse, “1979 Türkiye’de nasıl bir yıldı?” diye sorabilirler. Tek cümleyle, 1979 Türkiye’de yokluk yılıydı. Benzinden ispirtoya, kâğıttan sigaraya varıncaya kadar her şey belki ve ancak karaborsada bulunabiliyordu. Bu bulunamazların en bir bulunamazı da kahveydi diye hatırlıyorum. Öyle ki, döviz yokluğundan kahve lüks tüketim sayılmış, ithalatı bu krizden epeyce bir süre önce durdurulmuştu.

Ben New York’a bu hengâmenin sonlarında vardım ve ilk dolaşmaya çıkışımda şu olayla karşılaştım: Hani Türkiye’de dilenciler “Allah rızası için bir ekmek parası” diye dilenirler ya? Burada dilenciler “God rızası için bir kahve parası” diye dileniyorlardı. Hiçbir anlam verememiştim: O kadar şey dururken niye böyle karın doyurmaz bir lüks tüketim maddesi için dileniyorlardı? Burada da mı kahve kıtlığı vardı? Tanıştıklarıma sordum bunun hikmetini, en sıradan ve ucuz tüketim kalemi olduğu için öyle yerleşmiş dediler, “çok bir şey istemiyorum, yalnızca bir kahve parası” gibi!

ny coffeeBir kap kahve 40-50 cent civarındaydı, genellikle bakkallardan veya donut dükkânlarından alınırdı ve “Cafer’in aptes suyu” derecesinde kötü olurdu. Yani, ucuz kahveyi fazlaca kavurup üstün kalite diye satan Starbucks’ın 1980’lerin sonlarından başlayarak her yana yayılıvermesinin ardında böyle bir neden de var. Ve ucuz bakkal kahvelerinin gözden düşmesi, Starbucks gibi yerlerin de kahve fiyatlarını zıplatmasıyla birlikte dilenme jargonu da değişti, artık “karnım aç, para verin” diyorlar, New York’ta yıllardır kahve parası diye dilenene rastlamadım.

“Demek o da…”

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 27 Mart 2013

Hazreti İsa’nın yeniden hayata dönüp göğe çekildiği pazar gününden (Paskalya) önceki cuma gününde (Good Friday) çarmıhta öldüğüne, kırk gün öncesinde de kendini kırk günlüğüne çölde tek başına dua ve tövbeye adamış olduğuna inanılır. Bu kırk günlük kendini arıtma dönemi (Lent) bir çarşamba günü başlar, adına da İngilizce’de Ash Wednesday (Kül Çarşambası) denir. Bu yıl Paskalya 31 Mart’ta kutlanacak, Ash Wednesday de 13 Şubat idi.


Ash Wednesday inananlar için Paskalya’ya kadar süren bir günahlarına pişmanlık, ölümlülüğünü hatırlama ve perhiz döneminin başlangıcı niteliğinde. Yapılan da genelde daha sık dua etmek, hayır işi yapmak ve cuma günleri et yememekten oluşuyor. Bir de bu kişiler Ash Wednesday sabahı kiliseye gidiyorlar ve törenden sonra papaz parmağını küle batırıp alınlarına bir haç çiziyor. Sonra da alınlarındaki bu işaretle işleri güçleri her neyse onu yapmaya gidiyorlar, gün boyunca da silmiyorlar.

ash


Ash Wednesday kimin dindar olup kimin olmadığının dış görünümle ilan olunduğu tek gün olması açısından bana çok ilginç geliyor. Hıristiyanlarda giysi, takı, saç ve sakal biçimi gibi dindarlık göstergeleri olmadığı için, başka bir din ortamında yetişmiş olanlar bu gün sürpriz üstüne sürpriz yaşayabiliyor. Söz gelimi, çok büyük bir şirketin tepelerindeki biriyle iş görüşmesine gidiyorsunuz, karşınıza alnında kocaman bir kül iziyle, son derece şık ve ciddi bir hanım oturuyor. Yolda yürüyen mini etekli kızın, birine ceza kesmekte olan polisin, lokantadaki garsonun, çocuğunuzun öğretmeninin, içki dükkânındaki tezgâhtarın, televizyondaki spikerin, doktorunuzun alnının ortasında bu işareti görünce ister istemez aklınıza “aa, demek o da…” gelmemesi olanaksız. Ama onun ardından da “neden olmasın?” geliyor ve buna zihninizin boş yere dilim dilim kalıplara ayrılmış olduğu dışında verilebilecek mantıklı bir yanıt olmuyor.

New York’un Damarı

New York’a ilk gelişimde iki yıl kaldım, sonra askerlik yapmaya yaklaşık iki yıllığına Türkiye’ye döndüm. Türkiye’de kalıp bir üniversitede öğretim görevlisi olmak ya da reklam sektörüne girmek gibi olanaklar vardı ama ben hep yapmak istemiş olduğum bir şeyi yapabilmek, küçük bir modern tiyatro topluluğunda “kumpanya” hayatı yaşamak için New York’a geri geldim. Kendi kararımla, özgürce seçip girdiğim koşulların zorluklarına severek olmasa da yakınmadan katlanabilen biriyim. Sanatla profesyonelce uğraşmanın en büyük derdi her zaman para sıkıntısı çekmektir, ben de bu kaçınılmaz yan etkiye ister istemez katlandım (on yıl). Ama, özellikle New York gibi yerlerde, parasızlığın zararı kadar yararı da olabiliyor, birçok şeyi ancak parasızken görüp tanıma olanağınız olabiliyor. Kaldı ki, New York’un alternatif sanat dünyasında son derece pragmatik bir inanış vardır: yeni ve ilginç şeyler varlıktan değil, yokluktan türer. ”Her işte bir hayır vardır” demezler ama her işten bir hayır çıkarabilme dürtüsü son derece güçlüdür (o nedenle de sanatlardaki gelişmenin motoru bunlardır).

yatak

Yatak katı ve çalışma odası

New York’a ikinci kez varışımda kiralamaya paramın yeteceği bir yer bulmakta epeyce zorlandım, birkaç ay tiyatro stüdyosunda uyku tulumunda, tanıdıkların kanepelerinde falan yattım. Sonra yaşlı bir heykeltraş tanıdık, “Izzy,” “benim evin çatı katında bir oda boşaldı, istersen gel, kirası iki yüz elli dolar ama söyleyeyim, çok küçüktür” dedi. Çok küçükten kastı 13 feet’e 8 feet, yani 4 metreye 2,5 metre bir hücre idi. Tavan epeyce yüksek olduğundan yatak için enlemesine, beş basamaklı bir merdivenle çıkılan bir platform yapılmıştı. 1,75 boyumla sığabiliyordum ama yataktayken gerinme olanağım yoktu. Onun dışında, kafanı dışarı uzattığında Hudson nehrinden küçük bir parça görebildiğin bir pencere, küçük bir buzdolabı, onun üstünde iki gözlü bir elektrik ocağı ve bir de lavabo vardı. Kendi kapı numarası, elektrik sayacı olan, telefon bağlatabildiğin yasal bir apartman dairesiydi bu.

calisma

Arkada çalışma masası, önde oturma odasındaki televizyon

Bir akşamüstü bir şilte ve iki bavul eşyamla taşındım. Şilteyi kaldırıp platformun üstüne attığım anda dört bir yandan o kadar çok mutfak böceği fışkırdı ki, kendimi dışarı attım. Aşağı inip Izzy’nin binayı çekip çeviren ressam karısı Betty’ye durumu anlatınca “tabii” dedi, “senden önce orada bir adam, bir kadın ve orta boy bir köpek tam iki yıl oturdu, feci pis insanlardı.” Geceyi geçirmek üzere yine bir tanıdığın kanepesine yollanırken “işte şimdi New York’a damardan giriyorum” diye düşündüğümü anımsıyorum.

Ertesi gün gidip bir şişe böcek ilacını sonuna kadar dört bir yana sıkıp yine çıktım. Ondan sonraki gün de odayı milim milim temizleyip badana yaptım ve yerleştim. Benden önceki kiracılar daha güzel görünsün diye mutfak tarafındaki duvarın sıvasını söküp kırmızı tuğlaları açığa çıkarmışlar, böylece böcekler için mükemmel bir toplu konut ortamı yaratmışlardı.

Betty’nin verdiği ensiz bir masa, bir iskemle, küçük bir sehpa, tabure gibi eşyalarla odamı döşedim. Üç uzun adımda odanın bir ucundan öteki ucuna gidebiliyordum: mutfak, oturma odası, çalışma odası. Yakınlarda oturan bir kız arkadaşımı “gel bak, çok matrak” diye çağırdım, odaya girer girmez “ne hallere düştün” diye hüngür hüngür ağlamaya başladı. Başka bir arkadaşımı çağırdım, oturup hiç ses çıkarmadan bir sigara içti, sonra “tamam, eğlenceli bir deneyim olabilir senin için bu, ama iki aya çıkmazsan kafayı yersin” dedi.

mutfak

Mutfak, elbise dolabı ve cümle kapısı

Ama ben halimden memnundum. Bunun birinci nedeni otuz dört yaşımda, hayatımda ilk kez kendime ait bir mekanım olmuş olmasıydı. 4 x 2,5 metre de olsa burası yalnızca ve yalnızca bana ait olan evimdi. Ev yaşantımdaki hiçbir şeyi hiç kimseyle paylaşmam gerekmiyordu — tuvalet dışında. İşin en tatsız tarafı oydu.

Kattaki banyo-tuvaleti iki kat arkadaşımla paylaşıyordum (tuvalete her oturmaya gidişimde elimde bir şişe lizol ve kağıt havlu rulosu taşıyarak). Benim apartman dairemin iki yanında benimkinden de küçük iki daire vardı. Sağ taraftakinde Leo oturuyordu, öteki adamın adını hatırlamıyorum. Leo kapkara uzun saçıyla sakalı birbirine karışmış, son derece kıllı ve kokan bir adamdı. Kıllı ve kokulu olduğunu biliyorum çünkü hava sıcak olunca penceresini ve kapısını açıp donla yatağına serilme huyu vardı. Ev sahibesi Betty getir götür işi olduğunda Leo’yu çağırıyordu, o da karşılığında herhalde elli dolar falan kira ödeyerek kalıyordu orada.

Leo’nun en ilginç yanı odasında üç, belki de dört televizyon bulundurmasıydı. Televizyonların hepsi küçükçe boy ve siyah-beyazdı ve birini yatağa sırtüstü yattığında yüzünden üç-beş karış ötede duracak biçimde tavandan asmıştı, bir diğeri (herhalde yatakta oturunca karşısına gelsin diye) yanındaki bir sehpada, biri de buzdolabının üstünde duruyordu ve her zaman hepsi birden açık oluyordu. Tuvalete her gidişimde Leo’nun odasından duyduğum televizyon seslerinden genellikle bütün televizyonlarında aynı programı izlediği sonucunu çıkarmıştım.

Leo her pazartesi öğlene doğru bir tekerlekli alışveriş arabasını yüklenip evden çıkıyor ve birkaç torba yiyecekle dönüyordu, onun dışında da odasında oturup televizyon izliyordu. Bir seferinde “bakıyorum da yalnız pazartesileri alışveriş yapıyorsun, bir yerde ucuzluk mu oluyor?” diye sormuştum, “televizyon dergisi pazartesi çıkıyor” demişti. Kendini disiplinli bir biçimde televizyon izlemeye adamış gibiydi.

Izzy dizlerinden sorunluydu: Dizlerini değiştirmek yerine dondurmuşlardı, yani bacakları bükülmüyordu, ama küçük, seri adımlarla yolda da yürüyebiliyordu, ağzından hiç düşmeyen piposuyla iş günlerinde metroya binip atölyesine de gidip geliyordu, yan yan merdiven de çıkabiliyordu; yalnızca yattığı zaman birisi yardım etmezse ayağa kalkamıyordu. Dört katlı binanın birinci katında Izzy ve Betty oturuyordu, diğer katlar kiradaydı. Bütün kiracılara Izzy’nin bağırdığını duyarlarsa daireye girip ayağa kaldırmaları ya da yere düşürdüğü bir şeyi alıp eline tutuşturmaları gerektiği söylenmişti. O nedenle de Betty kocası evdeyken kapıyı açık bırakıp her nerede idiyse oradaki atölyesine resim yapmaya ya da nereye isterse oraya gidiyordu, Izzy de sesini duyan olmadığı zaman saatlerce yattığı yerde kalabiliyordu.

Yetmişini aşkın Izzy’nin heykelleri de (çoğunlukla büstler), ondan on yıl kadar genç karısı Betty’nin resimleri de (çoğunlukla manzara) hiç de öyle birilerinin satın almak isteyeceği türden değildi. Benim kattaki banyo-tuvalet de dahil, binanın duvarları ve merdivenler Izzy ve Betty’nin sanat yapıtlarıyla kaplıydı. Nasıl olup da Manhattan’da bir bina satın alabilmiş olduklarını bilmiyorum ama kira geliriyle yaşadıkları açıktı. Ancak, her ikisi de hafta içinde hiç sektirmeden atölyelerine gidip saatlerce çalışıyor, akşam yorgun argın dönüyorlardı. O yaşlarda günü gelince anlaşılacakları, üne kavuşacakları gibi hayallerinin olduğunu hiç sanmıyorum.

Leo’yla diğer komşu birbirinden hiç hoşlanmıyordu. Leo ötekinin lavaboyu ve küveti tıkayacak kadar ağdalı, yağlı bir traş köpüğü kullanmasından şikayetçiydi. Kattaki en geniş dairede oturup en yüksek kirayı ödeyen kişi olarak bu konuda Betty’yle benim konuşmamın daha etkili olacağını söylüyordu.

Bir süre sonra Leo’nun konuyu pek abartmadığını gördüm: gerçekten de her tarafa sıvanan, tuhaf bir köpük kullanıyordu adam. İnce uzun, sarışın, renkli gözlü, her zaman sinek kaydı traşlı biriydi. Her sabah saat dokuz oldu mu daktilosuna oturuyor ve yarım saat kadar çat çat yazıyor, onun ardından da yine bir yarım saat kadar yüksek sesle, tirad atar gibi uzata uzata bir şeyler okuyor, ondan sonra aşağı iniyor, bisikletine binip bir yere gidiyor, akşamüstü de dönüyordu. Bir seferinde “sen yazarsın galiba, daktilo seslerini duyuyorum” demiştim, “evet, yazarım, sen ne iş yaparsın?” demişti, ben de “tiyatroda dramaturji, müzik falan” deyince “ah, sonunda katta bir sanatçı daha” deyip Leo’yu çekiştirmeye başlamıştı. O da Leo gibi bir yığın aksaklığın giderilmesi için benim Betty’ye baskı yapmamı istiyordu. Örneğin, koridordaki ampullerden biri iki yıldır yanmıyordu, kadın beş yıl önce koridordaki halıyı değiştireceğim demişti ama o günden beri bir kez olsun bizim kata çıkmamıştı. Böyle yıllarla konuşunca sormuştum ne zamandır orada oturduğunu, “on dört yıl” demişti, “Leo da on bir.”

Yazar komşumun en tuhaf tarafı tertemiz traşlı yüzünden, özenle taranmış saçlarından ve ürkütücü derecedeki kibarlığından hiç beklenmeyecek kadar yıpranmış, delik deşik giysiler giymesiydi. Bir gün artık giymediğimi farkettiğim birkaç kazağımı ona vereyim dedim. Gidip kapısını çaldım, “kim o?” dedi, “bitişik komşu” dedim, açtı. Adam tepeden tırnağa çırılçıplaktı, elinde bir bezle apış arasını kapatıyordu yalnızca. “Ben bu kazakları hiç giymiyorum, sen ister misin diye sorayım dedim” deyince, “sağol ama benim giysiye hiç ihtiyacım yok, başka birine ver de boşa gitmesin, gördüğün gibi ben evdeyken bir şey giymiyorum, işte de giymiyorum, bir tek yol için de değmez” dedi ve kapıyı kibarca kapattı. Hiçbir şey anlamadım. Betty’ye uğradım, ne demek bu diye sormaya: “Ha” dedi, “o resim okulunda çıplak modellik yapar. Ben bir zamanlar resim dersi alırken tanıştım, odayı kiraladı, şimdi bir türlü çıkmıyor.” Traş köpüğünden söz ettim, “hala mı onu kullanıyor o salak herif, ben ona daha geçen yıl söylemiştim şunu kullanma diye” dedi. Sonra adamın işi icabı sürekli bedenindeki kılları traş etmesi gerektiğini, her nedense o tuhaf köpükten bir türlü vazgeçemediğini anlattı.

O dairede yedi buçuk ay oturdum, ondan sonra tiyatronun üst katındaki, eni biraz kısa düşse de boyu tenis sahası uzunluğundaki loft boşaldı, oraya taşındım. Bir süre sonra Izzy’ye sordum yeni kiracı bulabildiniz mi diye, “o kadar güzel temizleyip adam etmişsin ki odayı, Betty üç günde aylığı dört yüz dolardan verdi birine” dedi.

Yirmi Yıldır Düşük Pantolon

Taraf“Pop-Up” köşesi, 24 Mart 2013

Zamanında doktora tezimi yazarken sigara tüketimimi üç misline çıkarıp saçımı yolmak gibi de tuhaf bir tik geliştirince, babam elime otuzüçlük bir tespih tutuşturmuştu. Aylarca oynadım bununla. Bir gün üniversite kantininde elimde tespihim oturmuş çay içerken o yıllarda kantinleri mesken tutan siyasilerden birkaçı yanıma gelip “abi, senin girmiş çıkmışlığın olduğunu bilmiyorduk” demişlerdi. Meğerse farkında olmadan hapishane usulü çeviriyormuşum tespihi.

pants2

Şimdi, bu bağlantının ABD’deki karşılıklarından biri şu: Pantolonunu külotlu poposunun bitip bacaklarının başladığı düzeye kadar düşürmüş 15-20 yaşlarında Afrika kökenli bir Amerikalı erkek biraz paytakça yürüyerek geliyor ve diğerleri saygıyla “abi, sen de girmiş çıkmışsın demek ki” diyorlar. Şu sıralarda demiyor olsalar bile, bu modanın başladığı zamanlarda diyorlarmış. Tespih bağlantısı kadar net olmasa da bunun da bir mantığı var: Hapishanede kemer, kundura bağı gibi nesnelere izin yok, o nedenle pantolonlar düşük, ayakkabılar bağsız dolaşılırmış. Modanın bundan çıktığında herkes hemfikir ama “düşüklük” derecesinin epeyce abartıldığı da belli, çünkü bu “sagging” pantolonun kemersiz giyilmesi olanaksız.

Pantolondan önce bağları çıkarılmış spor ayakkabısı modası vardı, o geldi geçti, ama düşük pantolon herhalde tarihe en uzun sürmüş, en tuhaf moda olarak geçecek: yirmi yıl olmuş başlayalı. Biz zamanında rockculara özenip saçımızı uzatıp dar blucinler giydiğimizde babamın kuşağı “yani bu gâvurlar kıçlarını açsalar siz de açacaksınız” diye dalga geçerlerdi. Bir bakıma bu dedikleri oldu: rockcuların yerini rapciler aldı, popolarını açtılar ve moda, kaynaklarından bütünüyle soyutlanarak, dünyaya yayılıverdi. Şimdilerde ABD’de beyaz gençler pantolonu yavaş yavaş yukarı çekmeye başlıyorlar ama siyahlar arasında aynı tempoda devam ediyor. “Başkaldırı simgesi” gibi kılıflardan konuşuluyor ama bence bu moda tarihe bir de mahalle ve akran baskısının muhteşem gücüyle en anormalin bile bir noktada normalleşebileceğinin bir kanıtı olarak geçecek. Şu anda belirli çevrelerde süregitmesinin tek nedeni, o çevrelerde herkesin öyle giyiniyor olması. Bir çocuk bir söyleşide “pantolonumu belime çeksem, kendimi çıplakmış gibi hissederim” diyordu.

Lokantalara Not Sistemi (2)

Taraf“Pop-Up” köşesi, 17 Mart 2013

Geçen hafta Hıdır’ın yayımladığı, New York’taki lokantalara not verilmesi konusunda yazdıklarım biraz ses getirdi, aynı sistemin İstanbul’da da uygulanabilirliği konusunda mesajlar dolaştı. Bu ilgi karşısında konuyu yarım yamalak bırakmayayım dedim ve araştırmacı gazetecilik yapıp tanıdık birkaç lokantacıyla görüştüm.

Geçen haftaki yazıyı okumayanlar için özet: New York’ta üç yıldır lokantalara denetçiler tarafından sağlık/temizlik kurallarına uygunluklarına göre A, B ya da C notu veriliyor ve bu not lokantanın camına asılıyor. Halk A almamış lokantaya gitmiyor, o nedenle lokantacılar üzerinde büyük bir baskı oluşuyor. Hangi lokantanın ne zaman denetlendiği ve ne sorunlar görüldüğü belediyenin internet sitesinde açıkça yazıyor ama bunun denetçiler ve lokantacılar arasında ciddi filmler çevrilmesini önlemek için yeterli olmayacağı da insanın aklına takılıyor.

Konuştuklarım arasında en verimli kişi Mısırlı Kıpti arkadaşım sandviççi Ferit oldu, çünkü küçük bir el hareketi benim neden söz ettiğimi anlaması için yetti.

Birincisi, Ferit’in herkese çok selamı var.

İkincisi, Ferit A notu almamak için ya zekâca özürlü ya da anormal derecede pis biri olmak gerektiği görüşünde: Ciddi bir kural ihlali (fare, böcek belirtisi, buzdolabının çalışmaması gibi) en çok 7 kötü puan alıyor. Notun A’dan B’ye düşmesi için puanın 14’ü, C’ye düşmesi için de 24’ü aşması gerek. Yani, geniş bir tolerans payı var. (Bundan rahatsız olan aşırı titizlere belediye “o zaman lokantaya girmeden önce cebinden internet sitemize gir, o yerde 2010 yılından beri ne aksaklıklar görülmüş olduğunu madde madde oku, kararını öyle ver” diyor.)

Üçüncüsü, puan 14’ün altında olduğu sürece okeysin ama 14’ü aşıp da B sınıfına düşecek olursan, seni oraya düşüren her ihlal için ciddi miktarlarda para cezası kesiyorlar. Yani, müşteri baskısının üstüne bir de bu baskı var.

Dördüncüsü, denetçi “cebime birkaç yüzlük sıkıştır da şu notunu düşürmeyeyim” diyecek olursa Ferit kesinlikle yapmam diyor, çünkü adamın seni sınıyor olma ya da sivil polis olma ihtimali yüksek (kelepçe ve kodes durumları). Herkesin aklında bu kurt dolaştığı için belediye böyle numaraları oldukça sık yapıyormuş.

Beşincisi, lokantacı denetçiyi şikâyet edebiliyor ve yetkililer ciddiye alıp dinliyor ve gereği neyse yapıyor.

Altıncısı da bir denetçi aynı lokantayı iki kez denetleyemiyor.

Yani, Ferit sistemden memnun, gıda zehirlenmesi gibi sorunların belediyenin rapor ettiği biçimde yarı yarıya çözülmüş olduğuna inanıyor.

New York modeli özetle budur. Daha fazlasını merak edenler nyc.gov/html/doh adresinde bakınabilirler.

Lokantalara Not Sistemi (1)

Taraf“Pop-Up” köşesi, 10 Mart 2013

Eskiden beri New York’a ilk kez gelen birinin dolaşmaya çıktığında ilk dikkatini çeken şeylerden biri adım başı bir lokanta, kafe ya da bara rastlamasıdır (yirmi dört bin gibi bir sayı söylenir). Son iki yıldır bir de bu lokantaların camlarına yapıştırılmış sayfa büyüklüğündeki harfler dikkat çekiyor. Bu ilginç, hatta ilham kaynağı olabilecek bir konu olduğu için Hıdır’ın köşesine yakışacağını düşündüm:

Yediğimize içtiğimize karışmayı asli görevi kabul etmiş belediye başkanımız Michael Bloomberg’in sağlık şubesinin akıl ettiği bir uygulama bu. Eskiden beri beklenmedik zamanlarda lokantalara girip denetleyen görevliler olurdu ama bunun düzenli biçimde ve dürüstçe yapılmadığından, lokantaların yetkilileri takmadığından yakınılırdı. Şimdi bu denetçiler değerlendirme sonucunu bir harf olarak cama yapıştırmak zorundalar.

not

Bir lokantanın A alması “çiçek gibi” olmasa da genelde kurallara uygun, temiz bir yer olduğunu gösteriyor. B notu “çok ciddi bir sorun yok ama A almışlar varken burada yemenin ne âlemi var?” gibi yorumlanabilir. C ise “isterseniz yiyin, sonunda ölüm yok” anlamına geliyor. C bile alamayacak yer de zaten anında kapatılıyor. B ve C alanlara bir de “Derecelendirme Sürüyor” kartı veriliyor: durumunu hemen A yapmak isteyen o kartı asıp tadilata ve temizliğe başlıyor, “benim müşterim sağlamdır, uğraşamam” diyen de her ne not almışsa onu asıyor. Ve millet notu A olmayan lokantaya pek yanaşmıyor, bu muazzam baskı nedeniyle de notunu A yapmış lokanta sayısı yüzde sekseni aşmış.

Bu uygulamanın denetçiler için güzel bir el altından ek gelir kaynağı yaratacağı akla gelebilir. Bunun en önemli önlemi: internet üzerinden şeffaflık. İsteyen sağlık dairesinin sitesine giriyor, merak ettiği lokantanın adını yazıyor, karşısına o lokantanın hangi tarihlerde denetlendiği ve her seferinde bulunmuş aksaklıkların listesi çıkıyor. Bu bulgulara lokantacının kendisi de itiraz edip hemen duruşma talep edebiliyor, bir müşteri de “siz bunlara A vermişsiniz ama aşçının önlüğünü gördünüz mü?” gibi serzenişler iletebiliyor. Ayaküstü belirli bir bölgedeki lokantaların notlarını ve bir lokantanın hâl ve gidişini görmek isteyenler için sağlık şubesi iPhone ve iPad için app’ler de sunuyor.

Grand Central, Bavul ve 100. Yıl

Taraf“Pop-Up” köşesi, 3 Mart 2013

İnsanoğlunun aklıyla fazlaca böbürlenmesi tepenizi attırdığında, bavulun altına tekerlek takmayı tekerleği icadından en az 5.500 yıl sonra akıl edebilmiş olduğunu hatırlatabilirsiniz.

Eminim dünyanın her yerinde 1970’ler ve öncesinde doğmuş her kişinin tekerleksiz bavul işkencesinden geçmişliği, sakatlanma ve fıtık tehlikesiyle tanışmışlığı vardır. Bavula tekerlek takma fikri ilk kez 1971’de, iki yıl önce vefat eden Bernard D. Sadow’un aklına gelmiş. Nasıl mı? Yerinden kalkmaz iki bavulla kan ter içinde havaalanına gelmiş, bakmış bir işçi tekerlekli büyük bir makineyi iterek götürüyor, bu bavulların altında da öyle tekerlekler olsaydı ne iyi olurdu diye düşünmüş. O kadar! 1972’de patentini almış, ömrü boyunca da tekerlekli bavul yapan şirketler patent hakkını tıkır tıkır ödemişler.

Tekerlekli bavul imalatı 70’lerin ilk yarısında başlamış ama hem milletin kabullenmesi hem de dört tekerleğin dördünün de uçak, otobüs bagajından parçalanmadan çıkacak sağlamlıkta yapılabilmesi 10-15 yıl çekmiş. Şu anda standartlaşmış olan, kulpu çekince uzayan, iki tekerlek üzerinde giden bavul/çanta patentinin tarihi: 1987. Onu da bir pilot akıl etmiş.

bavul

Bu konunun Hıdır’ın köşesinde işi ne? Şu: Bu yıl New York’un gözbebeği tren istasyonumuz Grand Central Terminal’in 100. doğum yılını kutluyoruz. İstasyonda bu yüz yılı özetleyen harika bir sergi açıldı, onu görmeye gittim, baktım ki bir yana eski bavullardan bir enstelasyon yapmışlar. Serginin geriye kalanında bu muazzam binayı ve tünelleri yapmak için kullanılan bin bir yöntem ve teknolojiyi okuyup izledikten sonra, bir yolcu için en vazgeçilmez sayılan bu nesnelerin ilkelliği daha da inanılmazlaşıyor. Tekerleksizlikleri bir yana, koskoca gövdelere takılmış küçücük kulplar sanki taşıyanın elini haşat etmek ve üç yolculuktan sonra kopmak üzere tasarlanmış. Yarı duygulanıp yarı hayıflanarak tren, otobüs garlarında, havaalanlarında nefes nefese bavul sürükleyen, kaldıran, indiren insanlar geçiverdi gözümün önünden.

New York’ta olanların ya da yolu bu taraflara düşeceklerin sergiyi kaçırmamalarını tavsiye ederim. 15 martta kapanıyor.