Dilsel Muhabbet

Elazığ’da, ana cadde üzerinde bir kadın terzisi vardı. Çok pahalıya diktiği, ama onun gibi dikebilen başka kimsenin de olmadığı söylenirdi (annem hâlâ söylüyor). Sık sık Ankara’ya, İstanbul’a gidip geldiğinden, oralardan özel kumaşlar getirdiğinden, modayı izlediğinden konuşulurdu. Perçemli, ince bıyıklı, biraz yapılı bir adam kalmış aklımda. Bir de dükkânında nereden geldiğini anlayamadığım, çok tatlı bir koku vardı — bugün bile burnuma gelse hemen tanırım.

Bu terzi beyin (herhalde batıyla bağlantısını göstermek için) Elazığ lehçesi yerine kibar Türkçesi konuşmaya çalışmasıyla ve müşterilerine “siz” diye hitap etmesiyle dalga geçilirdi. Söylendiğine göre bir gün dükkânı epeyce kalabalıkmış ve bu herkese “buyurunuz,” “oturunuz,” “ne arzu edersiniz?” falan gibi sözler ederken içeri bir köpek girmiş ve köpeğe dönüp “hoştunuz” demiş. Ondan sonra da adı Hoştunuz kalmış. Son derece doğal bir biçimde, “Mantoyu Hoştunuz’a mı diktirdin?” ya da “Gel Hoştunuz’a gidelim, bakalım kaça dikecek” denirdi.

Bir gün annemle benim Ankara’daki dayımı ziyarete tren yerine uçakla gitmemize karar verildi (o uzaklığa giden otobüsler henüz yoktu). Yaşımın üç ya da dört olması gerekir. Tek hatırladığım, benim annemin kucağında oturarak gitmemin planlandığı, uçak havalanır havalanmaz annemin kusmaya başladığı ve tesadüfen aynı uçakta olan Hoştunuz’un beni alıp kucağına oturttuğu. Hayattaki ilk uçak yolculuğumu Elazığ’dan Ankara’ya, Hoştunuz’un kucağında yaptım.

*  *  *

Türkçe’deki şimdiki zaman takısı (-iyor/-ıyor/-üyor/-uyor) sanırım Anadolu lehçelerinde ilk ekarte edilen takıdır. Son derece tutarlı bir mantığı da var bunun: ağzın birbirinden bayağı uzak rezonans noktaları arasında gidip gelmeyi gerektiriyor. Elazığ’da bu takı, ünlü uyumu umursanmadan, tek bir “i” sesine indirgeniyor: geli, oturi, yapi, konuşi. Başka bazı bölgelerde biraz daha cömert davranılıp bir de “r” ekleniyor: gelir, gidir, yapir. Çukurova’da da benim pratiklik açısından aklımın hiç almadığı -üür takısı kullanılıyor: gelüür, olüür, yapüür gibi.

Benim çocukluğumda Elazığlıların batılı kibarlar karşısında çektikleri dilsel sıkıntıların başında bu şimdiki zaman takısı gelirdi. Tecrübeyle sabittir, Elazığ’dan çıkıp başka kentlere gittiğimizde en zorlandığımız nokta buydu. “Oturi” yerine “oturuyor” dememiz gerektiğini biliyorduk ama çok yapmacık geliyordu, bir türlü rahatça söyleyemiyorduk.

Bizim aile güneye yerleştikten sonra okullar kapanır kapanmaz yazı geçirmek üzere soluğu Elazığ’da alırdık ve konu komşu bize artık, Elazığ deyişiyle, “tangolaşmış” gözüyle bakar, karşımızda düzgün konuşmaya gayret ederdi. Ben bir gün akşamüstü balkonda otururken karşımızdaki evin kızlarından biri kendi balkonlarına çıktı ve sokakta oynayan erkek kardeşlerine seslendi: “Ehmed abe, Mehmed abe, baba geldi, sizi yemege çağıri.” Birden benim karşıda oturduğumu farketti ve ekledi: “yor.”

*  *  *

Türkçe’deki istek ve emir kipleri birbiriyle çok karıştırılır. Açıklamaya çalışayım:

İstek/dilek kipi: geleyim/gelesin/gele, gelelim/gelesiniz/geleler

Emir kipi: …/gel/gelsin, …/gelin(iz)/gelsinler
(Emir kipinin birinci tekil ve birinci çoğulu yok, kişi kendi kendine emir veremediği için.)

İstanbul Türkçesinde istek kipinin genellikle birinci tekil ve birinci çoğulu, diğerleri için ise emir kipi kullanılıyor. Emir kipini kullanarak karşınızdakine “defol git,” üçüncü bir kişi için “defolup gitsin” demeniz doğrudur; emir veriyorsunuz. Ama “Allah cezanı versin” ya da “Allah cezasını versin” demek teknik olarak yanlış. Allah’tan bu dileğinizi “Allah cezanı vere” ya da “Allah cezasını vere” biçiminde ifade etmeniz gerekir. “Şu okula girsin de hayatı kurtulsun” yerine “şu okula gire de hayatı kurtula” demek daha doğru.

grndms

Ben ve ailenin bedduasından en sakınılan iki üyesi: solda anneannem, sağda babannem.

Buna karşılık Anadolu konuşma dilinde bu kipler birbirine pek karışmaz ve istek/dilek kipinin ikinci ve üçüncü şahısları için mükemmel bir kullanım alanı bulunur: beddua. Elazığ’daki çocukluk yıllarımda çevremde epeyce bir yaşlı hanım vardı. Bunlar tabii ki erkekler gibi küfredemezlerdi, onun yerine beddua dillerinden düşmezdi.

Bedduaların (“karış” ya da “garış” olarak da bilinir) iki tür kullanımı olurdu: olumlu (Allah belanı vere) ve olumsuz (Allah belanı vermiye). Olumsuzlar özellikle aile içinde, öfke ya da eleştiriyi karşıdakine zarar vermeden ifade etmekte kullanılırdı. Tıpkı şakayla karışık eleştiri amacıyla “Allah senin belanı vermesin e mi” dememiz gibi. Benim çocukluğumda orta yaş ve üstündeki kadınların konuşmalarında neredeyse her cümlenin bir olumsuz bedduayla başlaması kural gibiydi. “Yere girmeyesin, bir çay daha içsene” gibi. “Etin dökülmeye,” “Allah canın almıya,” “gebermiyesin,” “gözün kör olmıya,” “yetişmeyesin,” “töremiyesin” bu açılış beddualarının aklıma gelen en tipik örneklerinden.

Ailedeki çocuklara, herhalde ne olur ne olmaz diye, olumsuz da olsa beddua edilmezdi. Çocuklarla söze kipin birinci tekiliyle dilek sunularak girilirdi: “gadan alam” (derdin, üzüntün benim olsun), “verene kurban,” “kurban olam” (bazen kısaca “kurban”), hattâ “götün yiyem.”

Sağlık durumunun kendilerini yakından ilgilendirmediği kişiler içinse olumlu beddualar rutin bir biçimde, hiç sakınılmadan kullanılırdı. Bunlardaki hunharlığın yanısıra yaratıcılık ve imge zenginliği de, bunların matriarkların en önemli kamçısı oldukları da bilinir. Anadolu beddualarının sanırım epeyce bir derlemesi yapıldı, internette de bolca örnek bulabilmek mümkün.

Bana çocukluğumda da, sonradan da en çarpıcı gelen, bedduaya değer bulunan şeyler konusundaki cömertlik (ya da sorumsuzluk) olurdu. “Uy canı çıka, boynu altında kala” feryadını duyup baktığında bedduaya nedenin manavdan alınan bir kilo şeftaliden birinin ezik çıkması olduğunu görebilirdin, örneğin. Temizlikçi kadın yer bezini kazara mutfak lavabosuna koyduğu için “Allah canın ala ki o bezi oralara koymıyasın,” çocuğun oyuncağını bozan arkadaşı için “kolu kıçı kırıla,” rakip siyasi partiyi öven birine “hepiniz teneşire gelesiz” denmesi gibi orantısızlıklara şaşırıp kalırdım.

Sözü kem gözlü birinin (genellikle “gök” (mavi) gözlü olurdu bunlar) “gözünün değmesinden,” yani nazarından korunmak amacıyla geliştirilmiş, kişinin arkasından söylenen, çok sevdiğim bir beddua dörtlüğüyle bitiriyorum:

Gözün gök taşına
Götün yere yapışa
Yerden bir kurbağa çıka
Haceten yapışa

Türkçenin Değerini Biliniz

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 15 Mayıs 2013

Amerika’ya özellikle Ortadoğu ve Balkanlar’dan göçen kişilerin karşılaştıkları başlıca sorunlardan biri, İngilizce dilinde doya doya küfredememeleridir. İngilizcedeki küfür dağarcığı, temelde, f ile başlayan dört harfli sözcüğün yerli yersiz laf aralarına sokuşturulmasından oluşur ve anadilinde ana avrat düz gitmeye alışmış insanları katiyen kesmez. Gelmiş geçmiş en zengin dil sayılan İngilizcede küfür alanındaki bu az gelişmişlik nasıl olabiliyor? Hayal gücü kısıtlı bir toplumdan da söz etmiyoruz: örneğin, Türkçedeki “bardağı taşıran son damla” deyişinin karşılığı olarak “devenin belini kıran son saman çöpü” diyecek kadar yaratıcı olabiliyorlar.

Ben bu farkın nedeninin bütünüyle dilsel olduğu sonucuna vardım. Türkçenin gramerindeki bazı formlar İngilizcede yok. Birincisi, Türkçede “geniş zaman” dediğimiz, alabildiğine ilginç, özel bir fiil zamanı var (yaparım-yaparsın-yapar…). Bu zamanda söylenen fiil, içinde az çok dört anlamı birden barındırıyor (1. her zaman yaparım, 2. yapabilirim, 3. yapmak isterim, 4. yapacağım) ve duruma göre bunlardan biri öne çıkıyor. Savunma, tehdit ve saldırı karışımı ifade için mükemmel bir form: “ben senin …arım.” İngilizcede buna en yakın gelen kupkuru “f… you” oluyor, ondan öte de bir şey yok.

İkinci nedeni de Türkçede “istek kipi” dediğimiz formun küfür için biçilmiş kaftan olan birinci tekilinin (-eyim/-ayım) İngilizce karşılığının olmaması. Buna en yakın kullanım, istek ya da dilek belirtmek yerine, izin istemeye yönelik: “ben senin …ayım” kurgusunu çevirmeye kalksanız akla “may I …. you” ya da “let me … you” geliyor, anlamı “ben senin …abilir miyim?” oluyor. Yani, İngilizce dilinde karşınızdakine gelmişi, geçmişi ve yedi sülalesi hakkındaki temennilerinizi ifade edip rahatlamanız olanaksız.

Hiç incelemedim ama bu özel formlar konusunda karşılaştığım birçok yazıda kaynağın Eski Yunanca olduğu ve halen Türkçenin yanısıra Arnavutça, Ermenice, Gürcüce, Kürtçe, Sırpça gibi dillerde de varolduğu söyleniyor. Eğer doğruysa, bu dilsel formların bölgenin tarih ve coğrafyasından kaynaklanan gereksinimler sonucunda gelişmiş olduğunu düşünebilir miyiz acaba?

Siz Olsaydınız Ne Yapardınız?

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 15 Mayıs 2013

Epeyce bir zaman önce, New York’un tekinsizlikte başı çektiği yıllarda (on yıldır en güvenli büyük kentlerden biridir), olağanüstü soğuk bir gece yarısı dalgınlığıma geldi, karanlık bir ara sokağa saptım ve soyuldum. Bir arabanın arkasından on beş yaşlarında iki siyahî çocuk çıktı, biri elindeki tabancayı gösterdi, yedi dolar param vardı, “Kusura bakmayın, bu kadar” deyip uzattım. İnanmayıp ceplerimi yokladılar, kolye falan baktılar, “Bir bu kol saatim var, isterseniz buyurun” dedim, beğenmediler, “Dön, arkana bakmadan geldiğin yöne yürü” dediler. O kadar.

Eve gelince 911’e telefon ettim, soyulduğumu, canımı acıtmadıklarını, bir şey yapılması için değil, yalnızca bilgilendirmek için aradığımı söyledim. Hattaki kişi olay yerini sordu, “Çocuklar siyah mıydı, beyaz mı?” dedi, giysilerini tarif etmemi istedi, sonra “sokağa çık, polis arabası geliyor seni almaya” dedi.

Arabada arkaya oturdum, öndeki iki polisin biri arabayı kullanıyordu, diğeri sürekli telsizle konuşuyordu. Birkaç sokak gidip durduk, baktım polisler kaldırımda iki siyahîyi durdurmuş bekletiyorlar. “Bunlar mıydı?” dediler, “Hayır” dedim. Başka bir yere gittik, orada da titreye titreye iki kişi bekliyor, “Bunlar da değildi.” Özetle, o bölgede nerede gençten iki siyahî görmüşlerse gelip bakmam için durdurmuş bekletiyorlardı. Hiç aklıma yatmadı, “Beyler, bunu yapmaya hakkınız var mı? Doğru mu bu?” gibisinden bir şeyler dedim, arabayı durdurup avaz avaz, küfrün bini bir para bağırmaya başladılar: “Keyfimizden mi yapıyoruz? Sen soyulma diye yapıyoruz. Senin gibi ‘PC’ler (siyaseten doğrucu) yüzünden oluyor bunlar zaten.” “Beni soyanlar Hispanik olsaydı, beyaz olsaydı ne olacaktı? Bu adamlara derilerinin renginden dolayı potansiyel suçlu muamelesi yapıyorsunuz” dedim. “Bırak bu ağızları, kimin yolda adam soyup kimin soymadığını sen de bal gibi biliyorsun” dediler. “Öyle olsa da bu yaptığınız çözüm değil, bence suça teşvik” deyince daha da tepeleri attı, “Senin gibilere müstahak, gelecek sefere bir de bir yerine bir şey saplasınlar da gör” deyip telsize “Bırakın hepsini gitsin, bu adam bozuk çıktı,” bana da “H..tir in git” dediler. Taksiye binecek para da, o saatte bir bankamatikten para çekecek cesaret de kalmadığından, soğuktan dişlerim takırdayarak epeyce bir yol yürüdüm eve varmak için.

Ertesi gün kibar bir polis aradı, o çocuklara rastlarsam hemen aramam için özel bir telefon numarası verdi. Ve de birkaç gün sonra baktım, benimkiler köşedeki parkta oturuyorlar. Yaşları sandığımdan da küçüktü. Sonradan hayatlarına eğri yollarda devam etmiş olmaları büyük olasılık, ama o gün bunları tutuklatsam başlarına gelecekleri, doğru yolu bulma şanslarını ellerinden büsbütün almış olacağımı düşündüm ve polisi aramadım. Soygun sırasında hırpalanmış olsaydım da aramaz mıydım acaba? Bilmiyorum. Ama bunun hiç kimseye bir yararı olmazdı, ona hâlâ eminim.

Olsa da olur, olmasa da olmaz

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 5 Mayıs 2013

New York’ta geçtiğimiz otuz yılda benim gözüme çarpan en belirgin gelişmelerden biri, “ak saçlı kadın” denen varlığın giderek ortadan kaybolması oldu. İzleyici yaş ortalaması artık altmış civarında olan klasik konser ya da tiyatro gösterilerinde salonda oturanlara arkadan baktığımda, yüzlerce çıplak ya da kır erkek kafası ve her birinin yanında herhangi bir yaşta olabilecek bir kadın başı görüyorum. Bu herhalde dünyanın hemen her yeri için geçerli bir gelişme.

Boyamanın yaygınlaşması dışında kadın saçlarında bir değişim daha yer aldı: Siyahî kadınların otuz yıl önce kıvırcık olan saçları gitgide dümdüz oldu. Son yıllarda tek tük normale dönüş görüyorum ama büyük çoğunluğun saçı hâlâ düz (Michelle Obama’nınki de dahil), saçı kendi haline bırakmak ayıpmış gibi. Bunun beyazlaşmak güdüsüyle başladığını ve giderek, çevre baskısıyla, herkesin kendini uymak zorunda hissettiği bir modaya dönüştüğünü görmek için sosyal psikolog olmaya gerek yok. “Moda moda / Olsa da olur, olmasa da” diye bir söz vardı: moda genelde öyle başlıyor, bir süre sonra “olmasa da olmaz”laşıyor.

weaveSiyahî hanımların kıvırcık saçlı görünmek istememeleri, beyaz hanımların ak saçlı görünmek istememelerinden temelde pek farklı değil. Ne var ki, siyahîlerin toplumun hâlâ en düşük gelirli kesimi olması ve saçı düzleştirmenin yüksek maliyeti, bu modayı oldukça “zararlı” kılıyor. Saçın kimyasallarla düzleştirilme işlemi 150 dolardan başlıyor ve dört-altı haftada bir az çok aynı fiyata elden geçirilmesi gerekiyor (kullanılan kimyasalların ciddi toksikliği de başka bir zarar). Buna bir de bitmez tükenmez özel bakım ürünlerinin fiyatını eklemek gerekiyor. Daha farklı ve çok daha pahalı teknikler de var. Örneğin, “weave” denen yöntemde saç düzleştirildikten sonra ince ince örülüyor, bu örgüler birbirine dikilerek başın tepesinde bir takke oluşturuluyor, bu takkeye de bir lepiska peruk dikiliyor. Bu yöntemin maliyeti de yüzlerceden binlerce dolara kadar uzanıyor.

Özetle, bir siyahî kadının yıllık saç masrafı 2.500 dolardan başlıyor deniyor. Siyahî kesimin yıllık brüt hane geliri ortalaması 32.000 dolar civarında, yüzde 27’si de yoksulluk sınırında. Milyarlarca dolarlık bu endüstride harcayanın yanısıra kazananlar da siyahlar olsa bir denge oluşabilirdi ama bu alan büyük çapta Asya kökenlilerin elinde. (Ayrıntılı bilgi için Chris Rock’un Good Hair adlı ilginç filmini izleyebilirsiniz.)

Kadının Soyadı Var

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 28 Nisan 2013

İnanmazsanız inanmayın ama ben ta çocukluğumda bile kadınların evlenince kocalarının soyadını almasını tuhaf bulurdum, büyüdükçe de yalnızca tuhaf değil, yanlış olduğuna da karar getirdim. Ama toplum baskısının gücü ve onun uzantısı birtakım bürokratik zorlukların da her zaman için farkındaydım. Öyle ki, zamanında ben de Türkiye’de bir evlenip boşanma geçirdim, eşimin kendince bir kimliği ve mis gibi altı harflik soyadı varken benim hiçbir yere sığmaz soyadımı almasını saçma bulduğumu söyleyince, her iki taraftaki akrabadan da işitmediğim azar kalmamıştı.

Ondan sonra New York’ta oturmaya başladığım 80’ler ve 90’larda ABD’de benim kafama uygun gelişmeler oldu, kadın hakları savunucularının baskısıyla yasalar kendi soyadını kullanan evli kadınların bürokratik sorunlar yaşamaması için değiştirildi. 90’larda evlenince soyadını değiştirmeyen kadın oranının yüzde 25’e yaklaştığını biliyordum.

Geçenlerde bu konuda bir yazı okurken bu oranın 2000’lerde yüzde 18’e düşmüş olduğunu gördüm ve şaşırıp nedenlerini araştırmaya çalıştım. Durumu bazıları ABD’nin konservatifleşmesiyle, bazıları feminizmin güç yitirmesiyle, bazıları da kadınların artık böyle şeyleri dert edinmeyecek kadar bağımsızlaşmış olmasıyla açıklıyor. Ancak, konuyu araştırırken, birtakım başka istatistiklere de rastladım (ve, pardon, içime su serpildi):

ABD’de evlenmeden birlikte yaşayan çift oranı 2010’da yüzde 12 olmuş (on yılda yüzde 25 artmış). Bundan dört yıl önce yapılan resmî bir araştırmada, birlikte oturan 30-44 yaşlarındaki çiftlerin sayısının on yılda ikiye katlanmış olduğu ortaya çıkmış. Artık eyaletlerin büyük çoğunluğunda evli olmayan ama bir evi ve gelirlerini paylaşan çiftlerin birbirlerinin sağlık sigortasından yararlanabilmesi, birinin vergi beyanında ötekini bakımından sorumlu olduğu kişi gösterebilmesi, birlikte konut kredisi alabilmeleri, vb. yasalaşmış durumda. Çocuklar açısından da yasal bir sorun yok. Özetle, evlenen kadın soyadını tutsun mu, değiştirsin mi konusunu rafa kaldıran birtakım köklü değişimler oluyor buralarda, haber vereyim dedim.

Biraz Farklı Bir Askerlik Anısı

İki yıl New York’ta tiyatro ve müzikle uğraştıktan sonra apar topar, on sekiz aylık askerlik hizmetimi yerine getirmek üzere Türkiye’ye döndürülmüştüm. İngilizcemin çok iyi olduğu anlaşıldığından, piyade eğitiminin ardından, özel bir emirle Ankara’da, Genelkurmay Başkanlığı’nda, bir yıl süreyle bir masada oturup evrak kaydetmekle görevlendirildim.

Tuzla Piyade Okulu’ndaki eğitimin başlarında kimlik fotoğrafı çekilmesi için fotoğrafçının önünde kuyruğa girdik. Sıra bana gelince ben de iskemleye oturdum, fotoğraf çekildi (bkz. üstteki foto). Kalkarken yüzbaşının “O ne biçim surattı öyle be? Bir daha çek o adamı” bağırtısıyla tekrar oturdum, yeniden çekildi (bkz. alttaki foto).

Tuzla Piyade Okulu’ndaki eğitimin başlarında kimlik fotoğrafı çekilmesi için fotoğrafçının önünde kuyruğa girdik. Sıra bana gelince ben de iskemleye oturdum, fotoğraf çekildi (bkz. üstteki foto). Kalkarken yüzbaşının “O ne biçim surattı öyle be? Bir daha çek o adamı” bağırtısıyla tekrar oturdum, yeniden çekildi (bkz. alttaki foto).

Koridorun karşı tarafındaki odada dairemizin başkanı paşanın iki emir subayı otururdu. Biri yaşını almış bir astsubaydı. Yumuşak, hoş bir adamdı. Bütün gün elinde bir telsiz, kapıya yakın boş bir masada, gözleri yarı kapalı otururdu. Ne zaman “na’ber abicim?” desem, yanıt hep aynıydı: “akşam olsa da yatsak.”

Diğeri, insanın bakmaya korktuğu türden, iri yarının da irisi, yüzü hiç gülmeyen bir topçu binbaşıydı. O da boş ama astsubayınkinden daha büyük bir masada öylesine, yarı uyku halinde, put gibi otururdu. Oldukça asabi ve hareketli paşa odasından adlarını haykırdığında ya da kapısını açıp çıktığında bu ikisinin nasıl olup da zıplayıp koşuşturmaya başlayabildiklerini konuşurduk benim odadakilerle.

Arada bir onların odasındaki dolaptan bir evrak almaya girdiğimde binbaşının göz ucuyla beni süzdüğünü farkediyordum ama haftalarca ne o bana, ne ben ona tek kelime etmedi. Bunda benim de orada en az onunki kadar lanet bir suratla dolaşmamın payı olabilir (bir orgeneral beni koridorda durdurup “bu kadar asteğmen geldi geçti, senin kadar suratından düşen bin parçasını görmedim, bu kadar mı çekilmez bir yer burası be?” demişti).

Sonra, bir gün binbaşı odasından başını çıkarıp “asteğmen, bir geliversene” dedi. Odaya girince kapıyı kapatmamı, karşısına oturmamı söyledi. Ben ya çocuğuna İngilizce dersi verdirtecek ya da yeni bir ev aletinin kullanma kılavuzunu çevirtecek gibi klasiklerden bir şey beklerken aramızda şöyle bir konuşma geçti:

“Sen sanatla uğraşırmışsın, doğru mu?”

“Evet.”

“Ne yaparsın?”

“Tiyatro, müzik.”

“Amerika’dan gelmişsin. Neresinden?”

“New York.”

“Sen orada sergilere, galerilere falan gider miydin? Resme ilgin var mıdır?”

“Vardır komutanım, ilgilenirim.”

“Anlat bakalım, neler yapıyorlar oralarda.”

“Vallahi ben gelmeden hemen önce en büyük olay Nam June Paik’in sergisiydi. Whitney Müzesi’nde.”

“Ne yapar?”

“Video enstalasyonları yapar. Televizyonları üstüste koyup bunlarda videolar oynatır.”

“Siktiret onu, resim ne yapıyorlar?”

“Siz resimle ilgileniyorsunuz galiba.”

“Başka bir şeyle pek ilgilenmem.”

“Kusura bakmayın komutanım ama” dedim, “Genelkurmay Başkanlığı’nda bir üstümle resim sanatından konuşacağım kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi, biraz afalladım.” Binbaşı yüzünü yaklaştırıp “Sen akşam beş olduğunda burdan nasıl çıktığımı görmüyor musun?” dedi, “eve nasıl koşacağımı bilemiyorum. Kapıdan girip üstümü değiştirir değiştirmez tuvalin başındayım. Çoluk çocuk da kabullendi artık bunu, ilişmiyorlar, yemeğimi de getirip yanıma koyuyorlar.” Sonra heyecanla yeni bir ev yaptırmakta olduğunu, çatı katının doğal ışıklı kocaman bir stüdyo olacağını, heykele de başlamayı planladığını, emeklilik gününü iple çektiğini, aklının fikrinin yalnızca resim yapmakta olduğunu anlattı.

Binbaşıyla bir tür bir sırdaş dostluğu başladı aramızda. Örneğin, koridorda karşılaştığımızda beni durdurup etrafa çaktırmadan “İki metreye bir metre bir yağlı boya var kafamda ama yerim dar anasını satayım” gibisinden fısıldıyordu. Ressamlığını diğer subaylardan niye gizliyordu bilemiyorum. Birkaç kez öğlen yemeğine birlikte gittik. Her yüz yüze kalışımızda “anlat bakalım” emri geliveriyordu. Neyi ne kadar bildiğini, ne düşündüğünü bilemiyordum ama “artık ne anlarsa” deyip aklıma geleni sıralıyordum: David Salle, minimalizm, yeni erotizm, Lichtenstein… Binbaşı arada bir sözümü kesip “Ne boy çalışıyor? Yağlı boya mı? Tuval tek parça mı oluyor?” gibi sorular soruyordu.

Sonra bir gün “seninle galeri gezelim” dedi. Birkaç gün sonra da saat beşte Sıhhiye tarafına giden servislerden birine binip meydanda indik, o önde ben arkada yer altındaki pasaja girdik. 12 Eylül darbesinin üçüncü yılındaydık, yönetim hâlâ askerlerin elindeydi ve Ankara gibi yerde çam yarması gibi bir subay bir yana, Genelkurmay breveli bir asteğmene bile saygıda kusur edilmiyordu.

Binbaşının galeri dediği yerler orta sınıf vatandaşın alıp evine astığı türden, yaldızlı çerçeveli yağlı boya manzara tabloları satan birkaç dükkandı. Binbaşı selam sabah demeden bunlardan birine daldı, içerdekiler irkilip ayağa fırladılar, dosdoğru yürüyüp resimlerden birine yüzünü iyice yaklaştırıp incelemeye, ardından yanıbaşında esas duruşa geçmiş dükkan sahibine sorular yağdırmaya başladı: “Kaç yılında yapılmış bu resim? Niye bu kadar çok vernik sürüyorlar? Sudaki şu dalgaları sence malayla mı yapmış fırçayla mı? Çerçeveyi siz mi yaptırdınız? Kaça çıkıyor bu çerçeve?” Böyle sorular sorarak epeyce bir resmi yakından inceledi. İşimizi bitirip yukarı, sokağa çıkınca “ne diyorsun?” dedi, ben de bunlarda pek bir ustalık olmadığını, dekorasyon amacıyla satılan ucuz işler olduğunu söyledim. “Biliyorum” dedi, “ama boyayla birtakım numaralar yapıyor bu ressamlar, onu anlamaya çalışıyorum.” Adamın resim öğrenimi almadığı için malzemeyle başının dertte olduğu belliydi. Buna yardımcı olacak birini bulmak geldi aklıma. Ankara’da ressam tanıdıkları olan tek bir kişi tanıyordum, ona sordum, “bu devirde bir askere resim dersi verecek sanatçı bulamazsın” dedi.

Binbaşıyı bir de bir gerçek sanat galerisiyle tanıştırayım deyip birkaç gün sonra aldım, Çankaya taraflarındaki Urart galerisine götürdüm. Bir kadın ressamın büyük boy soyut resimleri sergileniyordu. Binbaşı yine burnunu resimlere yapıştırıp sorular yağdırmaya başladı, bir de yağlı boya dururken akrilik kullanmanın saçmalığı üzerine ufak bir nutuk attı. Galeriden çıkınca resimlerin kavramı, kompozisyonları hakkında ne düşündüğünü sordum, “siktirsinler, doğru düzgün resim yapmaktan aciz oldukları için böyle uydur kaydır işler yapıyorlar, ben sana resim nasıl olurmuş göstereceğim” dedi.

Ertesi sabah “öğlen yemeğine çıkmadan önce benim odaya gel” dedi. Saat on iki olunca kalkıp gittim. Astsubay da odadaydı. El ayak iyice çekilsin diye biraz bekledik. Sonra kapıyı kapadık, binbaşı büyük bir dosya çıkarıp masaya koydu, “birkaç kara kalem ve suluboya getirdim” dedi ve astsubayın “üff, bravo be, şuna bak” tezahüratları eşliğinde gururla, dolma gibi parmaklarından hiç umulmayacak bir özenle, birer birer göstermeye başladı: Mehmetçik siperde yatmış nişan alıyor, dört asker bir tepeye bayrak dikiyor, efe harmandalı oynuyor, top mermisi taşıyan köylü kadınlar, kağnılar…

Kışlaların, orduevlerinin duvarlarını, anıtları falan süsleyen bu en basmakalıp resimleri yapanlar da işlerinde bu derece tutkulu, saplantılı olabiliyorlarmış demek ki geçti aklımdan. Orada adamın şevkini kıracak değildim tabii, ardı ardına sıraladım: “hareketi çok güzel yakalıyorsunuz, oranlar mükemmel, ne güzel yerleştirmişsiniz, resim okullarında bunu dört yılda zor öğreniyorlar” gibisinden. Yanlış hatırlamıyorsam, Amerika’ya dönünce de Ankara’ya giden biriyle binbaşıma bir suluboya takımı alıp gönderdim.

İki tane çakmak üzerine

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 24 Nisan 2013

Birkaç gün önce metroda yanımda oturan otuzlarında bir adamla sohbete koyulduk. Tunus’tan göçmüş, arada bir de gidiyormuş. Ben de çok zaman önce Türkiye’den geldiğimi, birkaç ayda bir gittiğimi anlattım. Biz adamla laflarken tren bir istasyonda durdu, kapılar açılınca New York’ta hava soğuduğunda yerin altına inen, genellikle aklî dengesi bozuk evsizlerden biri (“bum” olarak anılırlar) gelip kapıyı tuttu ve vagondakilere bağıra çağıra epeyce bir saydırdı, sonra dönüp gitti.

Tunuslu “sen bu kadar zamandır burada oturuyorsun, bu bum’ların kimseye saldırdığını, dokunduğunu gördün mü hiç?” diye sordu. “Hiç görmedim” dedim. “Burada hiç yumruk yumruğa kavga gördün mü?” dedi, “bir kez gördüm, bir kapıcı bir taksi şoförüne yumruk attı, şoför Hintliydi, kapıcı nereliydi bilmiyorum” dedim. “Ben Tunus’a gittiğimde neredeyse her gün birilerinin birilerine tekme tokat giriştiğini görüyorum” dedi, “ben de Türkiye’ye gittiğimde onu görüyorum, ya bir yerde bir kavga çıkıyor ya da çıkmak üzere oluyor” dedim. “Sence niye böyle bir fark var? Burada akıl hastası biri bile öfkelendiği insanlara dokunmuyor” diye sordu.

Amerikan toplumunda dokunmanın büyük bir tabu olduğu bilinir — ve özellikle Ortadoğulular ve Latinler bunu “ruhsuzluk” sayarlar. Sarılmak, omuza el atmak, kola girmek, makas almak gibi pozitif dokunmalar beden dilinde yerleşmemiş. Ancak, bunun gibi, vurmak da yok: kafası bozulan birinin ötekine her an silleyi basıvereceği pek akla gelmiyor. Bu, doğal olarak, dile de yansıyor: “döverim ha,” “gelirim yanına,” “iki tane çaktı,” “bi kafa” gibi ifadelere hiç rastlanmıyor. Öyle ki, uzunca bir aradan sonra Türkiye’ye gidip de ailenizdeki çocukların birbirine “patlatırım ha” dediğini duyunca ya da televizyonda birbirinin üzerine yürüyen milletvekillerini görünce “doğru yahu, bir de böyle bir şey vardı, unutmuşum” diyebiliyorsunuz.

Bu dokunma tabusu ABD’de yasalara da yerleşmiş. Bir fiziksel kavgada ilk kim dokunduysa kanun karşısında dezavantajlı duruma düşüyor. Maçlarda, filmlerde falan görüp yadırgayabilirsiniz: insanlar yüzlerini burunları arasında bir santim kalacak kadar yaklaştırıp tükürükler uçuşturarak, avaz avaz bağırırlar birbirlerine ama dokunmazlar. Amaç, karşıdakini ilk dokunan durumuna düşürmek için provoke etmektir: “erkeksen dokun, bak n’oluyor” gibi.beyzbol tartisma

Bir New York Numarası

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 14 Nisan 2013

Malum, ABD’lilerin kundura ebadından hava ısısına varıncaya kadar kullandığı derecelendirmelerin hepsi kendilerine özgü. Buraya yerleşen insan bir süre sonra ister istemez santimetreyi unutup inçle, kiloyu unutup poundla düşünmeye başlıyor. Ancak, memleketteki anneniz her telefon ettiğinizde “orada hava kaç derece?” diye soruyorsa, kafadan hesaplanması çok zor fahrenhayt-santigrat çevrimi biraz sorun oluyor. Tamam, şimdilerde cepten falan bakıp söyleme olanağı var ama ben yine de değme New Yorklunun bile bilmediği bir numarayı anlatayım, en azından New York’ta oturanlar ve yakında Türkiye’den akın etmeye başlayacak turistler eşe dosta hava atmakta kullanabilsinler.

Manhattan’ın en çok kullanılan 6 numaralı metro hattının duraklarını burada bir süre oturmuş herkes ezbere bilir. Bunlardan 33. Sokak durağını fahrenhayt diye düşünün, karşılığı kabaca sıfır santigrat oluyor. Ardından gelen birinci durak 42’dir (5 santigrat karşılığı), ikinci durak 51 (10 santigrat), üçüncü durak 59 (15 santigrat). Yani, durağın sıra numarasını beşle çarparak donma derecesinden cehennem sıcağına kadar yol alabilirsiniz: 68-77-86-96-103-116. Bundan yüz yıl önce metro duraklarını belirlerken turistlere kolaylık olsun, ellerinde dolaştırdıkları haritalarını hava sıcaklığını santigrada çevirmekte de kullanabilsinler dediklerini sanmıyorum ama, işte, isterlerse kullanabilirler.

Sadet

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 12 Nisan 2013

Birkaç haftadır Hıdır’a benden istediği biçimde kısa New York ve Amerika yazıları gönderiyorum, o da köşesinde yayımlıyor. Şimdi, izin verirse, bir seferliğine konu değiştireceğim ve şu “Türk-Kürt savaşı tamam mı, devam mı?” konusunda, genellikle “aykırı” bulunan türden sanat işleriyle uğraşan biri olarak bir şeyler önereceğim.

Bu diyeceklerimi, başta halkı barışa ikna etmek için dolaşmaya çıkacak Âkiller olmak üzere, her aklı yatan icra edebilir (fikrin benden çıktığını söylemelerine de gerek yok):

Ortalık bir yere bir mikrofon koysunlar ve içlerinden biri başlasın birer birer saymaya, o yorulunca bir diğeri devralsın. 40.000’e kadar. Her üç saniyede bir sayı seslendirseler (ki, “yirmi dokuz bin dokuz yüz seksen iki” gibi bir sayıyı sığdırmak zor), yani, hiç aksatmadan dakikada yirmi sayı hızında sayabilseler, işlem 33 saatten fazla sürecektir. Bir sabah saat 9:00’da başlasalar, ertesi gün akşam 18:00’de ancak bitirebilecekler. Görsel-işitsel efektlerle falan işi sulandırmasınlar; yalnızca söylenen her sayının otuz yıldır süren savaşta, büyük çoğunluğu gencecik yaşında ölüp gitmiş bir insana karşılık geldiğini bildirsinler, yeter.

Ya da her cesede karşılık bir adım atarak, hiç durmadan, 40.000 adımlık bir yürüyüş yapsınlar. Ortalama bir adımın 78 santimetre olduğu söyleniyor: yaklaşık 32 kilometre yol eder. 15-20 kilometreden sonra yürüyenlerin hali canlı yayında gösterilebilir: “bir ceset daha, bir ceset daha…”

Ya da 40.000 sayıyı her sayfaya 50 satır gelecek biçimde alt alta sıralasınlar (sayı yerine çocukların adlarını yazsalar daha iyi olur ama bulabileceklerini sanmıyorum) ve kâğıtlara arkalı önlü bassınlar: 400 sayfalık kitap eder.

Soyut lâf kalabalığının en bariz, en basit gerçekliği görünmez kıldığı, “en az kırk bin” deyip geçildiği dönemlerde, bu türden yabancılaşma karşıtı “hatırlatmalar” son derece yararlı olabilir.

Yaşlılara “nasılsın?” diye sorunca…

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 10 Nisan 2013

Yaş ilerledikçe çevremde seksenlerini, doksanlarını süren akraba ve tanıdık sayısı da arttı ve, en azından kendi deneyimimde, şimdilere dek pek ayrımında olmadığım yeni bir Amerikalı-Türkiyeli farkı beliriverdi.

Her iki tarafın yaşlıları da (çoğunluğu kadın, doğal olarak) huysuzluk, inatçılık ve sevimlilikte birbiriyle yarışıyor, hepsinin bedeni de bezdirecek derecede aksıyor. Aradaki fark bunlara “nasılsın?” dediğinde çıkıyor ortaya. Amerika’daki genellikle “sağol, iyiyim, sen nasılsın?” diyor, üstelersen biraz bir şeyler anlatıyor (“sağ gözüm görmüyor,” “belim ağrıyor” gibi), fazla zorlarsan da seni tersliyor. Bunun bir nedeni bu kuşağın bireysel mahremiyete düşkünlüğü olabilir, başka bir nedeni de bu kültürde birinin karşısındakine bedensel dertlerini anlatmasının ayıp sayılması.

Buna karşılık, Türkiye’dekine “nasılsın?” sorusunu sorduğunda genellikle “gel otur, anlatayım” diyor ve bedensel arazlarından harika bir öykü oluşturuveriyor. En çok da bu öykülerini işkence ve afet metaforlarıyla bezemelerine hayran kalıyorum: “Sabah uyandım ki şu sol omzuma çivi çakıyorlar, kalkıp oturdum, o geçti, bu sefer belimin ortasına bir top ateş bastılar, kalçamdan aşağı şimşekler çakıyor, her nedense bu sağ dirseğim de içten içten oyuluyor, ayağa kalktım, bir dalga geldi, kayık bir o yana, bir bu yana…” Yok mu bir karşılaştırmalı kültür antropologu şu konuya el atacak? Harika bir doktora tezi çıkmaz mı bundan?

Allah rızası için bir kahve parası

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 31 Mart 2013

Yaşı tutmayanlar olur da büyüklerden biraz ilginç anı dinlemek isterlerse, “1979 Türkiye’de nasıl bir yıldı?” diye sorabilirler. Tek cümleyle, 1979 Türkiye’de yokluk yılıydı. Benzinden ispirtoya, kâğıttan sigaraya varıncaya kadar her şey belki ve ancak karaborsada bulunabiliyordu. Bu bulunamazların en bir bulunamazı da kahveydi diye hatırlıyorum. Öyle ki, döviz yokluğundan kahve lüks tüketim sayılmış, ithalatı bu krizden epeyce bir süre önce durdurulmuştu.

Ben New York’a bu hengâmenin sonlarında vardım ve ilk dolaşmaya çıkışımda şu olayla karşılaştım: Hani Türkiye’de dilenciler “Allah rızası için bir ekmek parası” diye dilenirler ya? Burada dilenciler “God rızası için bir kahve parası” diye dileniyorlardı. Hiçbir anlam verememiştim: O kadar şey dururken niye böyle karın doyurmaz bir lüks tüketim maddesi için dileniyorlardı? Burada da mı kahve kıtlığı vardı? Tanıştıklarıma sordum bunun hikmetini, en sıradan ve ucuz tüketim kalemi olduğu için öyle yerleşmiş dediler, “çok bir şey istemiyorum, yalnızca bir kahve parası” gibi!

ny coffeeBir kap kahve 40-50 cent civarındaydı, genellikle bakkallardan veya donut dükkânlarından alınırdı ve “Cafer’in aptes suyu” derecesinde kötü olurdu. Yani, ucuz kahveyi fazlaca kavurup üstün kalite diye satan Starbucks’ın 1980’lerin sonlarından başlayarak her yana yayılıvermesinin ardında böyle bir neden de var. Ve ucuz bakkal kahvelerinin gözden düşmesi, Starbucks gibi yerlerin de kahve fiyatlarını zıplatmasıyla birlikte dilenme jargonu da değişti, artık “karnım aç, para verin” diyorlar, New York’ta yıllardır kahve parası diye dilenene rastlamadım.

“Demek o da…”

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 27 Mart 2013

Hazreti İsa’nın yeniden hayata dönüp göğe çekildiği pazar gününden (Paskalya) önceki cuma gününde (Good Friday) çarmıhta öldüğüne, kırk gün öncesinde de kendini kırk günlüğüne çölde tek başına dua ve tövbeye adamış olduğuna inanılır. Bu kırk günlük kendini arıtma dönemi (Lent) bir çarşamba günü başlar, adına da İngilizce’de Ash Wednesday (Kül Çarşambası) denir. Bu yıl Paskalya 31 Mart’ta kutlanacak, Ash Wednesday de 13 Şubat idi.


Ash Wednesday inananlar için Paskalya’ya kadar süren bir günahlarına pişmanlık, ölümlülüğünü hatırlama ve perhiz döneminin başlangıcı niteliğinde. Yapılan da genelde daha sık dua etmek, hayır işi yapmak ve cuma günleri et yememekten oluşuyor. Bir de bu kişiler Ash Wednesday sabahı kiliseye gidiyorlar ve törenden sonra papaz parmağını küle batırıp alınlarına bir haç çiziyor. Sonra da alınlarındaki bu işaretle işleri güçleri her neyse onu yapmaya gidiyorlar, gün boyunca da silmiyorlar.

ash


Ash Wednesday kimin dindar olup kimin olmadığının dış görünümle ilan olunduğu tek gün olması açısından bana çok ilginç geliyor. Hıristiyanlarda giysi, takı, saç ve sakal biçimi gibi dindarlık göstergeleri olmadığı için, başka bir din ortamında yetişmiş olanlar bu gün sürpriz üstüne sürpriz yaşayabiliyor. Söz gelimi, çok büyük bir şirketin tepelerindeki biriyle iş görüşmesine gidiyorsunuz, karşınıza alnında kocaman bir kül iziyle, son derece şık ve ciddi bir hanım oturuyor. Yolda yürüyen mini etekli kızın, birine ceza kesmekte olan polisin, lokantadaki garsonun, çocuğunuzun öğretmeninin, içki dükkânındaki tezgâhtarın, televizyondaki spikerin, doktorunuzun alnının ortasında bu işareti görünce ister istemez aklınıza “aa, demek o da…” gelmemesi olanaksız. Ama onun ardından da “neden olmasın?” geliyor ve buna zihninizin boş yere dilim dilim kalıplara ayrılmış olduğu dışında verilebilecek mantıklı bir yanıt olmuyor.

New York’un Damarı

New York’a ilk gelişimde iki yıl kaldım, sonra askerlik yapmaya yaklaşık iki yıllığına Türkiye’ye döndüm. Türkiye’de kalıp bir üniversitede öğretim görevlisi olmak ya da reklam sektörüne girmek gibi olanaklar vardı ama ben hep yapmak istemiş olduğum bir şeyi yapabilmek, küçük bir modern tiyatro topluluğunda “kumpanya” hayatı yaşamak için New York’a geri geldim. Kendi kararımla, özgürce seçip girdiğim koşulların zorluklarına severek olmasa da yakınmadan katlanabilen biriyim. Sanatla profesyonelce uğraşmanın en büyük derdi her zaman para sıkıntısı çekmektir, ben de bu kaçınılmaz yan etkiye ister istemez katlandım (on yıl). Ama, özellikle New York gibi yerlerde, parasızlığın zararı kadar yararı da olabiliyor, birçok şeyi ancak parasızken görüp tanıma olanağınız olabiliyor. Kaldı ki, New York’un alternatif sanat dünyasında son derece pragmatik bir inanış vardır: yeni ve ilginç şeyler varlıktan değil, yokluktan türer. ”Her işte bir hayır vardır” demezler ama her işten bir hayır çıkarabilme dürtüsü son derece güçlüdür (o nedenle de sanatlardaki gelişmenin motoru bunlardır).

yatak

Yatak katı ve çalışma odası

New York’a ikinci kez varışımda kiralamaya paramın yeteceği bir yer bulmakta epeyce zorlandım, birkaç ay tiyatro stüdyosunda uyku tulumunda, tanıdıkların kanepelerinde falan yattım. Sonra yaşlı bir heykeltraş tanıdık, “Izzy,” “benim evin çatı katında bir oda boşaldı, istersen gel, kirası iki yüz elli dolar ama söyleyeyim, çok küçüktür” dedi. Çok küçükten kastı 13 feet’e 8 feet, yani 4 metreye 2,5 metre bir hücre idi. Tavan epeyce yüksek olduğundan yatak için enlemesine, beş basamaklı bir merdivenle çıkılan bir platform yapılmıştı. 1,75 boyumla sığabiliyordum ama yataktayken gerinme olanağım yoktu. Onun dışında, kafanı dışarı uzattığında Hudson nehrinden küçük bir parça görebildiğin bir pencere, küçük bir buzdolabı, onun üstünde iki gözlü bir elektrik ocağı ve bir de lavabo vardı. Kendi kapı numarası, elektrik sayacı olan, telefon bağlatabildiğin yasal bir apartman dairesiydi bu.

calisma

Arkada çalışma masası, önde oturma odasındaki televizyon

Bir akşamüstü bir şilte ve iki bavul eşyamla taşındım. Şilteyi kaldırıp platformun üstüne attığım anda dört bir yandan o kadar çok mutfak böceği fışkırdı ki, kendimi dışarı attım. Aşağı inip Izzy’nin binayı çekip çeviren ressam karısı Betty’ye durumu anlatınca “tabii” dedi, “senden önce orada bir adam, bir kadın ve orta boy bir köpek tam iki yıl oturdu, feci pis insanlardı.” Geceyi geçirmek üzere yine bir tanıdığın kanepesine yollanırken “işte şimdi New York’a damardan giriyorum” diye düşündüğümü anımsıyorum.

Ertesi gün gidip bir şişe böcek ilacını sonuna kadar dört bir yana sıkıp yine çıktım. Ondan sonraki gün de odayı milim milim temizleyip badana yaptım ve yerleştim. Benden önceki kiracılar daha güzel görünsün diye mutfak tarafındaki duvarın sıvasını söküp kırmızı tuğlaları açığa çıkarmışlar, böylece böcekler için mükemmel bir toplu konut ortamı yaratmışlardı.

Betty’nin verdiği ensiz bir masa, bir iskemle, küçük bir sehpa, tabure gibi eşyalarla odamı döşedim. Üç uzun adımda odanın bir ucundan öteki ucuna gidebiliyordum: mutfak, oturma odası, çalışma odası. Yakınlarda oturan bir kız arkadaşımı “gel bak, çok matrak” diye çağırdım, odaya girer girmez “ne hallere düştün” diye hüngür hüngür ağlamaya başladı. Başka bir arkadaşımı çağırdım, oturup hiç ses çıkarmadan bir sigara içti, sonra “tamam, eğlenceli bir deneyim olabilir senin için bu, ama iki aya çıkmazsan kafayı yersin” dedi.

mutfak

Mutfak, elbise dolabı ve cümle kapısı

Ama ben halimden memnundum. Bunun birinci nedeni otuz dört yaşımda, hayatımda ilk kez kendime ait bir mekanım olmuş olmasıydı. 4 x 2,5 metre de olsa burası yalnızca ve yalnızca bana ait olan evimdi. Ev yaşantımdaki hiçbir şeyi hiç kimseyle paylaşmam gerekmiyordu — tuvalet dışında. İşin en tatsız tarafı oydu.

Kattaki banyo-tuvaleti iki kat arkadaşımla paylaşıyordum (tuvalete her oturmaya gidişimde elimde bir şişe lizol ve kağıt havlu rulosu taşıyarak). Benim apartman dairemin iki yanında benimkinden de küçük iki daire vardı. Sağ taraftakinde Leo oturuyordu, öteki adamın adını hatırlamıyorum. Leo kapkara uzun saçıyla sakalı birbirine karışmış, son derece kıllı ve kokan bir adamdı. Kıllı ve kokulu olduğunu biliyorum çünkü hava sıcak olunca penceresini ve kapısını açıp donla yatağına serilme huyu vardı. Ev sahibesi Betty getir götür işi olduğunda Leo’yu çağırıyordu, o da karşılığında herhalde elli dolar falan kira ödeyerek kalıyordu orada.

Leo’nun en ilginç yanı odasında üç, belki de dört televizyon bulundurmasıydı. Televizyonların hepsi küçükçe boy ve siyah-beyazdı ve birini yatağa sırtüstü yattığında yüzünden üç-beş karış ötede duracak biçimde tavandan asmıştı, bir diğeri (herhalde yatakta oturunca karşısına gelsin diye) yanındaki bir sehpada, biri de buzdolabının üstünde duruyordu ve her zaman hepsi birden açık oluyordu. Tuvalete her gidişimde Leo’nun odasından duyduğum televizyon seslerinden genellikle bütün televizyonlarında aynı programı izlediği sonucunu çıkarmıştım.

Leo her pazartesi öğlene doğru bir tekerlekli alışveriş arabasını yüklenip evden çıkıyor ve birkaç torba yiyecekle dönüyordu, onun dışında da odasında oturup televizyon izliyordu. Bir seferinde “bakıyorum da yalnız pazartesileri alışveriş yapıyorsun, bir yerde ucuzluk mu oluyor?” diye sormuştum, “televizyon dergisi pazartesi çıkıyor” demişti. Kendini disiplinli bir biçimde televizyon izlemeye adamış gibiydi.

Izzy dizlerinden sorunluydu: Dizlerini değiştirmek yerine dondurmuşlardı, yani bacakları bükülmüyordu, ama küçük, seri adımlarla yolda da yürüyebiliyordu, ağzından hiç düşmeyen piposuyla iş günlerinde metroya binip atölyesine de gidip geliyordu, yan yan merdiven de çıkabiliyordu; yalnızca yattığı zaman birisi yardım etmezse ayağa kalkamıyordu. Dört katlı binanın birinci katında Izzy ve Betty oturuyordu, diğer katlar kiradaydı. Bütün kiracılara Izzy’nin bağırdığını duyarlarsa daireye girip ayağa kaldırmaları ya da yere düşürdüğü bir şeyi alıp eline tutuşturmaları gerektiği söylenmişti. O nedenle de Betty kocası evdeyken kapıyı açık bırakıp her nerede idiyse oradaki atölyesine resim yapmaya ya da nereye isterse oraya gidiyordu, Izzy de sesini duyan olmadığı zaman saatlerce yattığı yerde kalabiliyordu.

Yetmişini aşkın Izzy’nin heykelleri de (çoğunlukla büstler), ondan on yıl kadar genç karısı Betty’nin resimleri de (çoğunlukla manzara) hiç de öyle birilerinin satın almak isteyeceği türden değildi. Benim kattaki banyo-tuvalet de dahil, binanın duvarları ve merdivenler Izzy ve Betty’nin sanat yapıtlarıyla kaplıydı. Nasıl olup da Manhattan’da bir bina satın alabilmiş olduklarını bilmiyorum ama kira geliriyle yaşadıkları açıktı. Ancak, her ikisi de hafta içinde hiç sektirmeden atölyelerine gidip saatlerce çalışıyor, akşam yorgun argın dönüyorlardı. O yaşlarda günü gelince anlaşılacakları, üne kavuşacakları gibi hayallerinin olduğunu hiç sanmıyorum.

Leo’yla diğer komşu birbirinden hiç hoşlanmıyordu. Leo ötekinin lavaboyu ve küveti tıkayacak kadar ağdalı, yağlı bir traş köpüğü kullanmasından şikayetçiydi. Kattaki en geniş dairede oturup en yüksek kirayı ödeyen kişi olarak bu konuda Betty’yle benim konuşmamın daha etkili olacağını söylüyordu.

Bir süre sonra Leo’nun konuyu pek abartmadığını gördüm: gerçekten de her tarafa sıvanan, tuhaf bir köpük kullanıyordu adam. İnce uzun, sarışın, renkli gözlü, her zaman sinek kaydı traşlı biriydi. Her sabah saat dokuz oldu mu daktilosuna oturuyor ve yarım saat kadar çat çat yazıyor, onun ardından da yine bir yarım saat kadar yüksek sesle, tirad atar gibi uzata uzata bir şeyler okuyor, ondan sonra aşağı iniyor, bisikletine binip bir yere gidiyor, akşamüstü de dönüyordu. Bir seferinde “sen yazarsın galiba, daktilo seslerini duyuyorum” demiştim, “evet, yazarım, sen ne iş yaparsın?” demişti, ben de “tiyatroda dramaturji, müzik falan” deyince “ah, sonunda katta bir sanatçı daha” deyip Leo’yu çekiştirmeye başlamıştı. O da Leo gibi bir yığın aksaklığın giderilmesi için benim Betty’ye baskı yapmamı istiyordu. Örneğin, koridordaki ampullerden biri iki yıldır yanmıyordu, kadın beş yıl önce koridordaki halıyı değiştireceğim demişti ama o günden beri bir kez olsun bizim kata çıkmamıştı. Böyle yıllarla konuşunca sormuştum ne zamandır orada oturduğunu, “on dört yıl” demişti, “Leo da on bir.”

Yazar komşumun en tuhaf tarafı tertemiz traşlı yüzünden, özenle taranmış saçlarından ve ürkütücü derecedeki kibarlığından hiç beklenmeyecek kadar yıpranmış, delik deşik giysiler giymesiydi. Bir gün artık giymediğimi farkettiğim birkaç kazağımı ona vereyim dedim. Gidip kapısını çaldım, “kim o?” dedi, “bitişik komşu” dedim, açtı. Adam tepeden tırnağa çırılçıplaktı, elinde bir bezle apış arasını kapatıyordu yalnızca. “Ben bu kazakları hiç giymiyorum, sen ister misin diye sorayım dedim” deyince, “sağol ama benim giysiye hiç ihtiyacım yok, başka birine ver de boşa gitmesin, gördüğün gibi ben evdeyken bir şey giymiyorum, işte de giymiyorum, bir tek yol için de değmez” dedi ve kapıyı kibarca kapattı. Hiçbir şey anlamadım. Betty’ye uğradım, ne demek bu diye sormaya: “Ha” dedi, “o resim okulunda çıplak modellik yapar. Ben bir zamanlar resim dersi alırken tanıştım, odayı kiraladı, şimdi bir türlü çıkmıyor.” Traş köpüğünden söz ettim, “hala mı onu kullanıyor o salak herif, ben ona daha geçen yıl söylemiştim şunu kullanma diye” dedi. Sonra adamın işi icabı sürekli bedenindeki kılları traş etmesi gerektiğini, her nedense o tuhaf köpükten bir türlü vazgeçemediğini anlattı.

O dairede yedi buçuk ay oturdum, ondan sonra tiyatronun üst katındaki, eni biraz kısa düşse de boyu tenis sahası uzunluğundaki loft boşaldı, oraya taşındım. Bir süre sonra Izzy’ye sordum yeni kiracı bulabildiniz mi diye, “o kadar güzel temizleyip adam etmişsin ki odayı, Betty üç günde aylığı dört yüz dolardan verdi birine” dedi.

Yirmi Yıldır Düşük Pantolon

Taraf“Pop-Up” köşesi, 24 Mart 2013

Zamanında doktora tezimi yazarken sigara tüketimimi üç misline çıkarıp saçımı yolmak gibi de tuhaf bir tik geliştirince, babam elime otuzüçlük bir tespih tutuşturmuştu. Aylarca oynadım bununla. Bir gün üniversite kantininde elimde tespihim oturmuş çay içerken o yıllarda kantinleri mesken tutan siyasilerden birkaçı yanıma gelip “abi, senin girmiş çıkmışlığın olduğunu bilmiyorduk” demişlerdi. Meğerse farkında olmadan hapishane usulü çeviriyormuşum tespihi.

pants2

Şimdi, bu bağlantının ABD’deki karşılıklarından biri şu: Pantolonunu külotlu poposunun bitip bacaklarının başladığı düzeye kadar düşürmüş 15-20 yaşlarında Afrika kökenli bir Amerikalı erkek biraz paytakça yürüyerek geliyor ve diğerleri saygıyla “abi, sen de girmiş çıkmışsın demek ki” diyorlar. Şu sıralarda demiyor olsalar bile, bu modanın başladığı zamanlarda diyorlarmış. Tespih bağlantısı kadar net olmasa da bunun da bir mantığı var: Hapishanede kemer, kundura bağı gibi nesnelere izin yok, o nedenle pantolonlar düşük, ayakkabılar bağsız dolaşılırmış. Modanın bundan çıktığında herkes hemfikir ama “düşüklük” derecesinin epeyce abartıldığı da belli, çünkü bu “sagging” pantolonun kemersiz giyilmesi olanaksız.

Pantolondan önce bağları çıkarılmış spor ayakkabısı modası vardı, o geldi geçti, ama düşük pantolon herhalde tarihe en uzun sürmüş, en tuhaf moda olarak geçecek: yirmi yıl olmuş başlayalı. Biz zamanında rockculara özenip saçımızı uzatıp dar blucinler giydiğimizde babamın kuşağı “yani bu gâvurlar kıçlarını açsalar siz de açacaksınız” diye dalga geçerlerdi. Bir bakıma bu dedikleri oldu: rockcuların yerini rapciler aldı, popolarını açtılar ve moda, kaynaklarından bütünüyle soyutlanarak, dünyaya yayılıverdi. Şimdilerde ABD’de beyaz gençler pantolonu yavaş yavaş yukarı çekmeye başlıyorlar ama siyahlar arasında aynı tempoda devam ediyor. “Başkaldırı simgesi” gibi kılıflardan konuşuluyor ama bence bu moda tarihe bir de mahalle ve akran baskısının muhteşem gücüyle en anormalin bile bir noktada normalleşebileceğinin bir kanıtı olarak geçecek. Şu anda belirli çevrelerde süregitmesinin tek nedeni, o çevrelerde herkesin öyle giyiniyor olması. Bir çocuk bir söyleşide “pantolonumu belime çeksem, kendimi çıplakmış gibi hissederim” diyordu.

Lokantalara Not Sistemi (2)

Taraf“Pop-Up” köşesi, 17 Mart 2013

Geçen hafta Hıdır’ın yayımladığı, New York’taki lokantalara not verilmesi konusunda yazdıklarım biraz ses getirdi, aynı sistemin İstanbul’da da uygulanabilirliği konusunda mesajlar dolaştı. Bu ilgi karşısında konuyu yarım yamalak bırakmayayım dedim ve araştırmacı gazetecilik yapıp tanıdık birkaç lokantacıyla görüştüm.

Geçen haftaki yazıyı okumayanlar için özet: New York’ta üç yıldır lokantalara denetçiler tarafından sağlık/temizlik kurallarına uygunluklarına göre A, B ya da C notu veriliyor ve bu not lokantanın camına asılıyor. Halk A almamış lokantaya gitmiyor, o nedenle lokantacılar üzerinde büyük bir baskı oluşuyor. Hangi lokantanın ne zaman denetlendiği ve ne sorunlar görüldüğü belediyenin internet sitesinde açıkça yazıyor ama bunun denetçiler ve lokantacılar arasında ciddi filmler çevrilmesini önlemek için yeterli olmayacağı da insanın aklına takılıyor.

Konuştuklarım arasında en verimli kişi Mısırlı Kıpti arkadaşım sandviççi Ferit oldu, çünkü küçük bir el hareketi benim neden söz ettiğimi anlaması için yetti.

Birincisi, Ferit’in herkese çok selamı var.

İkincisi, Ferit A notu almamak için ya zekâca özürlü ya da anormal derecede pis biri olmak gerektiği görüşünde: Ciddi bir kural ihlali (fare, böcek belirtisi, buzdolabının çalışmaması gibi) en çok 7 kötü puan alıyor. Notun A’dan B’ye düşmesi için puanın 14’ü, C’ye düşmesi için de 24’ü aşması gerek. Yani, geniş bir tolerans payı var. (Bundan rahatsız olan aşırı titizlere belediye “o zaman lokantaya girmeden önce cebinden internet sitemize gir, o yerde 2010 yılından beri ne aksaklıklar görülmüş olduğunu madde madde oku, kararını öyle ver” diyor.)

Üçüncüsü, puan 14’ün altında olduğu sürece okeysin ama 14’ü aşıp da B sınıfına düşecek olursan, seni oraya düşüren her ihlal için ciddi miktarlarda para cezası kesiyorlar. Yani, müşteri baskısının üstüne bir de bu baskı var.

Dördüncüsü, denetçi “cebime birkaç yüzlük sıkıştır da şu notunu düşürmeyeyim” diyecek olursa Ferit kesinlikle yapmam diyor, çünkü adamın seni sınıyor olma ya da sivil polis olma ihtimali yüksek (kelepçe ve kodes durumları). Herkesin aklında bu kurt dolaştığı için belediye böyle numaraları oldukça sık yapıyormuş.

Beşincisi, lokantacı denetçiyi şikâyet edebiliyor ve yetkililer ciddiye alıp dinliyor ve gereği neyse yapıyor.

Altıncısı da bir denetçi aynı lokantayı iki kez denetleyemiyor.

Yani, Ferit sistemden memnun, gıda zehirlenmesi gibi sorunların belediyenin rapor ettiği biçimde yarı yarıya çözülmüş olduğuna inanıyor.

New York modeli özetle budur. Daha fazlasını merak edenler nyc.gov/html/doh adresinde bakınabilirler.