Hırdavatçıların küresellik üzerine düşündürdükleri

HomeDepot_2Genellikle kafasında gösteri fikirleriyle dolaşan biri olarak nalbura çok meraklıyım. New York’ta eskiden Chelsea’deki büyük dükkana giderdim, sonra 23üncü Sokak’taki devasa Home Depot açıldı, artık orada takılıyorum, gittiğimde her bölümü, her rafı birer birer inceleyerek dolaşıyorum.

Home Depot’da her bölümde o malın uzmanı sayılabilecek bir, iki tezgahtar duruyor. Bunlara “tuvalet kapakları nerede?” gibi bir soru sorduğunda bir tür sevinçle “şu koridorun sonunda, hemen sağda” diye atlıyorlar, ama söze “şimdi…” diye başlarsan yüzlerinde bir “eyvah” ifadesi beliriveriyor. İşlerinin en zor yanı ev kuran ya da tamirini kendisi yapmaya çalışan bilgisizlerin sorularına maruz kalmaları olabilir.

Yakınlarda gittiğimde ampul bölümündeki tezgahtara belirli bir LED ışık düzeneği olabilir mi diye sordum. Adam “sen gerçekten bir problemini çözmeye mi çalışıyorsun yoksa sanatçı takımından mısın?” dedi. “Sanatçı takımı” dedim. “Sizden usandım” dedi, “bir şey bilmiyorsunuz, olmadık işler hayal ediyorsunuz, ondan sonra gelip burda bizi düğüm ediyorsunuz.” “Haklısın, boşver o zaman” dedim, “boşveremem, sordun bir kere” deyip yarım saat uğraştı ve olmayacak bir iş planladığım kesinleşti. “Gelecek gelişimde kahve mi getireyim sana çay mı?” dedim, “kafandaki fikri internette araştırıp da gel, başka bir şey istemem” dedi.

Alt kattaki vida uzmanı da matrak. Birkaç hafta önce “şu vidanın daha incesi yok mu?” diye sordum, “ne vidalayacaksın?” dedi, elimdeki çitaları gösterdim, “eminim sen sivrisineği de balyozla öldürüyorsundur” dedi.

Şimdi, bu Home Depot’daki bölümlerin her birini kendi başına küçük bir dükkan yapar, o dükkanları da yan yana dizerseniz, Galata Hırdavatçılar Çarşısı’nı kurmuş olursunuz. Bu muhteşem çarşıyı geçen sonbaharda (2015), SALT Galata binasında bir gösteri sahnelediğimde keşfettim.

SALT Galata, büyük, görkemli bir bina. Eski Osmanlı Bankası binası. Her bina gibi onun da bir önü, bir de arkası var. Önü uçtan uca avizecilerle dolu Bankalar Caddesi’ne açılıyor. Karşıya geçip yokuş yukarı yürürseniz Kule’ye ve Tünel’e çıkıyorsunuz. Binanın arkasında da tabelalı bir girişi olan Hırdavatçılar Çarşısı var, ondan aşağısı da Perşembe Pazarı.

Hrdvt

Hırdavatçılar Çarşısı’nın en ilginç tarafı, dükkanlar arasındaki işbölümü: her dükkan bir üründe uzmanlaşıyor ve birinin sattığını ötekiler satmıyor. Örneğin, bir dükkan her boydan, her cinsten ama yalnızca tekerlek satıyor. O tekerleği yerine vidalarken, atıyorum, araya bir yay koysam mı derseniz yaycıya gitmeniz gerekiyor.

Civardaki avizecilere pek ısınamadım: belki de aralarındaki rekabet yüzünden bana fazlaca profesyonel göründüler. Ama Hırdavatçılar Çarşısı’na hem ihtiyaç hem meraktan bol tarafından girip çıktım, oradaki esnafı da Home Depot tezgahtarları kadar sahici ve cana yakın buldum.

Örneğin, iki adet eski cins ev süpürgesi gerekiyordu, çarşıya girip önüme ilk gelene sordum, “şu dipteki dükkan” dedi. Dükkandaki adam “onlardan artık bulunmuyor, şu saplılardan versem olmaz mı?” dedi, “olmaz, tiyatroda kullanacağız, eski usul olması gerek” dedim. Cevap olarak başını çevirip ötedeki birine “Hasan, abiye bir çay getir” diye bağırdı, sonra bana dönüp “sen otur çayını iç, gelen olursa söyle beklesin, on dakkaya geliyorum” deyip gitti, on dakika sonra da elinde iki süpürgeyle döndü.

Oyunda kullanacağımız bir kutuyu sağlamlaştırmak için ABD’de “duct tape” denilen banttan gerekiyordu. SALT’taki teknik ekibe sordum Türkçesi nedir diye, “kamera bandı” diyeceksin dediler. Çarşıya girip “bant” dedim, dükkanını gösterdiler, içerdeki arkadaşa “kamera bandı” dedim, “ne işte kullanacan abi?” dedi. Konuyu anlattım, Amerika’da “duct tape deniyor” dedim, “öyle söylesene” deyip üstünde “duct tape” yazan bir kutuya işaret etti, “piyasada biz buna ‘tecavüzcü bandı’ diyoruz” dedi. Gülmekten kıvranarak “ne alaka?” dedim, “abi dizilerde görmüyor musun, milletin elini ağzını neyle bağlıyorlar? Koliyle satıyoruz onlara.” Fiyatı dokuz liraymış, “bir lira da güldürme ücreti alacağım, komple on” dedi.

Parası çok biri olsaydım, tercüman aracılığıyla da olsa birbirlerine anlatacaklarını duyabilmek için bu çarşı esnafından birkaçıyla Home Depot’dan satıcıları bir masa etrafında toplamaya çalışırdım. Kim bilir “bir seferinde adamın teki geldi…” diye başlayan ne öyküler çıkar. Ya da, önlerine SALT’ın içindeki lüks lokantanın yemeklerinden birini koysam, koca tabağın ortasında laboratuvardan çıkmış gibi duran minnacık karışımı görünce patlayacak esprileri çok merak ederim. Home Depotcuların ekmek içi dönere, çarşı esnafının Philly Cheese Stake’e bayılacağına da eminim.

PersembePzrSALT’taki oyuna arkadaki esnaftan birilerini çağırsam mı diye düşünmedim değil ama zorlama bir egzantriklik olacağına karar verip yeltenmedim. Bizim oyun binanın ön tarafına düşen yokuş yukarı ahalinin kodlarıyla düzenlenmişti. Binanın önüyle arkası arasında dünya kadar fark vardı.

Gerçekten de, biçimsel farklılıkları aralayıp biraz dikkatli baksak, söz gelişi, İstanbul’un Eyüp semtinin Moda semtinden çok Alabama’nın Birmingham şehrinin dış semtlerinden biriyle daha çok ortak yanı olduğunu görebiliriz. Birbirlerinin dilinden anlayabilseler internet üzerinden ne güzel karşılaştırmalı din ve ahlak sohbetleri yapabilir, enine boyuna tartışabilirler. Ne de olsa, etraflarında farklı şeyler görseler de, kullandıkları gözlükler aynı.

İstanbul’un Galata, Asmalımescit, Tophane semtleri bana Perşembe Pazarı’ndan çok Kolombiya’nın Cartagena şehrinin turistik bölgesini anımsatıyor. Orası da üç otuz paraya çalıştırılan, iş icabı kibar ve güler yüzlü, iş bitiminde gece yarısı, yorgun argın şehrin ücra bir yerlerine gidip yatacak genç garsonlarla dolu. Aynı dili okuyup yazabilseler mesajlaşacak ne çok benzer öyküleri ve dertleri vardır.

Altıyol’daki boğa heykelinin oralarda biraz açık saçık giysilerle düzenlenebilecek bir çağdaş dans gösterisi Brooklyn’in Bushwick semtine de uyar ama Utah’nın ücra kasabalarında, Osmaniye’de de olacağı gibi, polis engeliyle karşılaşabilir. Böyle nedenlerden (ve dile de gereksinim olmadığı için) çağdaş dans etkinlikleri hızla küreselleşiverdi: birbirinin videosunu izleyen, yazışan, festivallerde ve atölyelerde buluşan, birbirini davet eden ve hepsi de az çok aynı biçimde yaşayan bir kesim var dünyada. Ve Avusturya ya da İngiliz ya da Türk ya da Brezilya çağdaş dansını yaratmak, ilerletmek, dünyada bir numara kılmak gibi kaygıları da yok.

Manhattan adasının ortasındaki opera, bale, klasik konser sunulan Lincoln Center sanat merkezi bana Zürih ve Viyana’da gördüklerimi anımsatır. Orada sanat izlemeye gidenlerde “Avrupai” bir ritüelin parçası olduğu havasını sezinleyebilirsiniz. Aradaki kısacık mesafeye rağmen aşağı mahallelerde ya da Williamsburg semtinde sanatla uğraşan gençler Lincoln Center’a da, Metropolitan Müzesi’ne de, Broadway oyunlarına da gitmezler. İstanbul’un Yeldeğirmeni semtindeki derme çatma bir mekanda yer alan bir modern müzik konseri onlara daha tanıdık, daha anlaşılır gelecektir.

Doğru, artık aynı kaynaktan çıkıp aynı dili paylaşanlar birbirleriyle bol tarafından iletişebiliyor. Eskiden epeyce para dökerek arada bir yapılabilen kıtalararası telefon görüşmeleri bile şimdi istenirse günde birkaç kez, hem de bedavaya yapılabiliyor. New York’ta evde hasta bakan bir Filipinlinin bilgisayarında gün boyu memleketteki eviyle Skype bağlantısının açık durduğunu, ordakileri “evde akşama ekmek yok, biriniz gidip alsın” diye uyarabildiğini biliyorum. 

Ama aynı kaynaktan doğma kişilerin iletişimindeki bu niceliksel artışta “küreselleşme” kavramının ima ettiği “bilgi alışverişi” pek olmuyor. Bu gelişmede kayda değer olan içerik değil, iletişimi mümkün kılan teknolojnin kendisi. Gerçekte, eskiden ne konuşuyorduysak şimdi de onu konuşuyoruz, yalnızca daha sık konuşup ya da yazışıp aynı lafları daha çok tekrarlıyoruz.

Yaşantısını birbirinden uzakta ama benzer koşullarda, benzer konularla, benzer kodlarla sürdüren “yabancılar” iletişime geçtiği zaman ortaya yeni bir şeyler çıkmaya başlıyor, içerik ilginçleşiyor. Belki de “ilginçleşecek” demek daha doğru olur, çünkü “ortak dil” sorunu henüz çözülmüş değil.

Belki de internetle büyüyen yeni kuşaklar dili de oradan öğrenecekler (“dil” yerine “İngilizce” de diyebiliriz herhalde, internet sitelerinin yüzde altmışa yakınının İngilizce oluşuna bakarak). Belki de internette şimdikinden çok daha iyi çeviri programları çıkacak. Gerçek anlamında küresel “bilgi alışverişi” de o zaman başlayacak. O durumda da rüzgarların yönünde şu anda hayal bile edemeyeceğimiz değişimler olması bence kaçınılmaz.

Piyanonun suçu ne?

Nickard

Gary Nickard, “Monsters of Nature And Design II,” 2008.

Çalgılar arasında piyano kadar saldırıya uğramış başka bir çalgı yoktur. Yaklaşık yüz yıldır fırsatını yakalayan “dalıyor” bu alete.

fluxus

Philip Corner, “Piano Activities,” Fluxus Internationale Festspiele Neuester Musik, Weisbaden 1962.

Tecavüz çeşitleri bol: Oturup efendi gibi ya da hanım hanım tuşlara basmak yerine kolunu içine sokup telleri çekiştirmekten başlıyor, testereyle, baltayla girişmeye, metrelerce yükseğe kaldırıp yere atmaya kadar uzanıyor. Ve bunların hemen hepsi bir sanat etkinliği bağlamında yapılıyor.

Piyanonun sanat erbabını mütecavizleştiren yanı nedir?

NamJunePaik

Nam June Paik, “Exposition of Music – Electronic Television,” 1963.

Ahşap bir kasa üzerinde yatay biçimde gerili tellerin çekilerek ya da vurularak çalındığı kanun, santur gibi çalgıları düşünün: Orta Çağların sonlarında birileri bu çekme ve vurma işini kaldıraç temelli bir mekanizmanın gerçekleştirebileceğini akıl ediyor.

Ne işe yarıyor bu mekanizma? (1) Belirli bir düzende sıralanan kaldıraçlar (tuşlar) aracılığıyla telleri titretme işlemi daha kolaylaşıyor; (2) iki, üç değil, ona kadar ses aynı anda üretilebiliyor (her parmağı ayrı bir tuşa basarak). Ve mekanizmanın tellere vurduğu klavikord ile telleri çektiği klavsen adlı klavyeli çalgılar çıkıyor ortaya.

Klavikord ve özellikle de klavsen uzun zaman kullanılıyor. Bunların en büyük sorunu seslerinin kısık olması: oturma odasında falan duyuluyorlar ama daha büyük mekanlarda, özellikle de başka çalgılarla birlikte olunca cılız kalıyorlar. Piyanonun icadındaki başlıca hedef de bu, daha gür bir klavyeli çalgı yapabilmek oluyor. O nedenden, çalgıyı ilk akıl eden İtalyan Cristofori adına “gür-kısık” anlamında forte-piano diyor, sonra kelimeler yer değiştiriyor, piano-forte oluyor, daha sonra da forte düşüyor, piano kalıyor.

Klavyeli çalgıları kontrol eden klavyeye bir tür “uzaktan kumanda” olarak bakabiliriz. Ya da günümüzün bilgisayarlarına benzetebiliriz. Yani, çalgıcı seslere kaynaklık eden tellerle doğrudan değil, dolaylı ilişki kuruyor. Bu böyle olunca da kaynak hareketsiz, bağımsız, içinden sesler yükselen ama ne olup bittiği görülmeyen bir sandığa dönüşüyor. Ahşap olduğu ve üst sınıfların oturma odalarında bulundurulduğu için de kısa zamanda kakmalı, oymalı, boyalı mobilya kılığına bürünüyor.

Merak edip bakmış olanlar bilirler: Piyanonun içinde son derece karmaşık ve hassas ayarlar gerektiren bir mekanizma yatar. Bu mekanizmanın parçalarından yedi bin kadarı hareketlidir. Ama bütün bunlar o parlak mobilyanın içinde, gözden ırak çalışır, yanına gidip kapağını açıp bakmazsan göremezsin.

Andsnes

Leif Ove Andsnes, Carnegie Hall, New York, Feb 2012.

Piyano resitali dendiğinde akla gelen imgeye bir bakalım: Sahnenin ortasında üç ayak üstünde duran parlak siyah, kapağı açık, büyük bir sandık ve sandığın seyirciye göre sol başında oturan, sandığa oranla epeyce küçük kalan bir adam ya da kadın. Kuyruklu konser piyanosu (kilise orgunu saymazsak) klasik orkestra çalgıları içinde en kallavi, ağır ve pahalı olanı.

Pianist Yuja Wang, Oct 2013

Yuja Wang

Piyanist gövdeye oranla yine oldukça küçük kalan bir klavyede ellerini gezdiriyor ama salondakiler parmak hareketlerini pek ayrıntılı izleyemiyor. Arpçinin, gitarcının, viyolonselcinin çalgısını kucaklamasına, yekvücut olmasına benzer bir durum yok. Kimi piyanist bu “show” sorununu gözlerini kapatıp başını sağa sola savurarak, kendinden geçme halleri sergileyerek, şatafatlı giysiler giyerek çözmeye çalışır ama bu pek yeterli olmaz, çünkü ellerini klavyeden, poposunu tabureden kaldırması olanaksızdır.

fazil say

Fazıl Say

Parmakların hüner ve çalışmışlık gerektiren işler yaptığını ve sandığın içinde enteresan bir şeyler olup bittiğini kulağımıza gelen seslerden çıkarsayabiliyoruz, ama göremiyoruz. Çünkü piyanonun son yüz elli yıldaki biçimini ve statüsünü ve “konser” denilen toplumsal ritüeli üreten anlayış (“ideoloji” deyin isterseniz), konserin görsel değil işitsel bir ortam olduğunu dayatıyor: konuşmadan, öksürmeden, kıpırdamadan oturup salonu dolduran seslerin seni “duygular aleminde gezinti”ye çıkardığı bir ortam. Sanki çevremizde yüzlerce kişi yokmuş, sanki kim neye benziyor, ne giymiş falan diye bakmıyormuşuz, sanki piyanistin nasıl biri olduğunu kestirmeye çalışmıyormuşuz gibi.

Yani, sözgelişi, bir İngiliz aristokratın binbir işlevsiz davranış kuralından oluşan sofra adabını görünce bazılarımızın aklına hınzırlıklar üşüştüren şeyler burada da söz konusu. Ya da örtünün, boyanın, giysinin, duvarın ardında olup biteni görme merakı ve bu merakın giderilmesini engelleyen “adab”a bir başkaldırı da diyebiliriz.

Ancak, son yüz yılda müzikle uğraşan kimi kişileri piyanoya saldırtan bir neden daha var:

Ses dediğimiz olguyu dört niteliğin bileşimi belirliyor: (1) perde (sesin do mu, fa mı olduğu, frekans), (2) gürlük (volume), (3) süre (sesin ne kadar uzadığı) ve (4) tını (titreşen cismin yapısına göre gitar sesi, kapı sesi, insan sesi, vb. olması).

Bu dört nitelik açısından baktığımızda, piyano en geniş perde yelpazesine sahip çalgı: seksen sekiz tuşlu klavye son derece kalından son derece tize kadar uzanıyor. Ve tabii, on parmağınla aynı anda on ayrı ses çıkarabilmen mümkün. Ama perdeler sabit, bir tuşun vurduğu tel hangi frekansa akort edilmişse o sesi çıkarıyor, bir sesten bitişiğindekine kayabilmek, yaylı ve üflemeli çalgılardaki gibi ara sesler kullanmak imkansız.

Piyanoyu bayağı kısık çalmak da mümkün, hatırı sayılır gürlükte çalmak da.

Süre açısından piyano, vurmalı bir çalgı olduğu için, kısıtlı: tuşa bastığınızda bir çekiç yerinden kalkıp bir tele bir kez vuruyor ve dönüp yerine oturuyor, ses de hemen sönmeye başlıyor. Yani, yaylı ya da üflemeli bir çalgıda olduğu gibi, sesi kolun dayandığı ya da nefesin yettiği kadar uzatmak mümkün değil.

Sonuncu nitelik, tını ise piyanonun en zayıf noktası: başka çalgılarda yayı, dudakları, parmakları değişik biçimlerde tutarak farklı tınılar elde edebilmek mümkünken, piyanodan yalnızca tek tip bir ses elde edilebiliyor: piyano sesi.

Özetle, piyano bir armoni çalgısı: ses bileşimlerinin formüle edilip seslendirilmesi için en elverişli çalgı. O nedenle de müzikte armoninin odak noktası olduğu dönemler piyanonun saltanat yılları oluyor.

Piano Guys

The Piano Guys, 2012.

Sonra, yirminci yüzyılın başlarında, Batı’da egemen müzik konusunda birtakım itiraz mırıltıları yükselmeye başlıyor: armoninin yapay, uydurma bir sistem olduğunu, müziğin esasının ses, sesin en önemli niteliğinin de tınısı olduğunu söylüyorlar. İnsan kulağı bir sesi duyduğunda öncelikle ne sesi olduğuna, yani tınısına odaklanır diyorlar. Müzik çağrışımlarla iletişim kurar, çağrışımları da öncelikle tını tetikler diyorlar. Yani, piyanonun en beceremediği nitelik birden modern müziğin en çok ilgilendiği alan oluveriyor.

Ve piyanodan farklı tınılar elde edebilmek hem ideolojik muhalefet göstergesi hem de çalgıyı yeni anlayışa uydurma çabası oluyor. Tabureden kalkıp koca sandığın içine dalıyorlar.

Sanatlarda arada bir “manifesto” niteliğinde işler yapılması gerekir: belirli kavramlara, uygulamalara itirazını ortaya koyabilmek, sanat dalının temellerinin sorgulanmasına ve yeniliklere yol açabilmek için. Manifestolar genellikle kurumlaşma ve tıkanmışlık hissedildiği dönemlerde ortaya çıkar. Manifesto niteliğindeki işin amacı kurumlaşacak, tekrarlanıp duracak bir örnek yaratmak değil, yenilenmeye önayak olmaktır.

Piyanoya saldırı gerek müzikte gerekse toplumsal yaşantıda piyanonun simgelediği sisteme, anlayışa bir başkaldırıdır. Ne var ki, baş dediğin bir kere, bilemedin iki kere kaldırılır, üçüncüde niye kalktığını başın kendi bile hatırlamamaya başlar. Sonuçta olay büzülür, küçülür, “piyano görünce tellerini çekiştirenler” diye etiketlenen daracık bir kesimin rutin uğraşına dönüşür.

Son durum az çok şöyle: Bir kenarda yeni kuşakların pek ilgilenmediği klasik piyano konseri ritüeli hızla seyrekleşerek devam ediyor, öbür kenarda da birkaç kişi piyanoyu tarifine aykırı kullanma eylemini tekrarlayıp duruyor. Her iki kesim de bu arada teknolojinin yepyeni çalgılar yaratmış olduğundan, yepyeni tınılarla, yepyeni kompozisyon kavramlarıyla kuşatılmış olduğumuzdan bütünüyle habersiz gibi. Bu gelişmelerde piyanoya karşı yetmiş, seksen yıl önce gerçekleştirilmiş saldırıların büyük payı var, ama son zamanlardakilerin hiç yok.

Elden ele dolaşan boş bir kadeh gibisin, bayan

Kolaj 1

 

Çocukluğumda radyoda duyardık, annem de arada bir mırıldanırdı: “Perişan saçlarım, aşkımın ağıdır” diye başladığını sandığım şarkıyı. Aşkı uğruna ya da sonucunda çile çeken bir kadının yakınmaları diye düşünürdüm.

Birkaç yıl önce annem televizyonda TRT’nin Türk Sanat Müziği programlarından birini izlerken bu şarkı başladı ve ekranın altında başlığı belirdi: “Perişan Saçların.” Yanlış yazdılar derken sözleri dinlemeye başladım ve baktım ki yanlış olan benmişim, meğerse konu “benim” değil, “senin” perişan saçların imiş:

Perişan saçların aşkımın ağıdır
İncecik telleri kalbimin bağıdır

“Bir adam bir kadının perişan haldeki saçlarına neden serenat yapar ki?” sorusu geldi aklıma, yanıtı da arkadan gelen dizelerde buluverdim:

Gel gülüm, kaçma gel, sevişmek çağıdır

Yani, “güftekârın niyeti bozuk, yatağa götürmeye çalışıyor” sonucunu çıkardım.

Sonraki günlerde konuyu anlattığım arkadaşlar yorumumu matrak ama dar açılı buldular. Başka nasıl yorumlanabileceğini bilemeyecek kadar erkek egemen çevrelerde büyümüş olmamın sonucu olabilir.

Benim çocukluğumda kadınlar sabahın köründe fırlayıp çayı koyar, kahvaltıyı hazırlarlardı, öncelikle evin erkeği işe gitmeden önce karnını doyurabilsin diye. Erkek çıktıktan sonra gün boyunca durmamacasına didinirlerdi: yiyecek alışverişi, çocukların bakımı, temizlik, çamaşır, ütü, evin onarımı ve daha bir yığın işe koşuşturur, öğleden sonra da, yani erkeğin “yorgun argın” eve gelme saati yaklaşınca yemek telaşı başlardı. (Erkeğin genellikle gün boyu bir dairede, yazıhanede ya da dükkanda oturduğu toplum kesimlerinden söz ediyorum.) Akşam yemeğinden sonra görüntü çoğu evde aynıydı: Pijamalarını çekip oturmuş, sigarasını tüttürüp gazetesini okuyan erkek, okul ödevini yapan çocuklar ve bulaşıkları bitirmiş, çocuklara ve erkeğe meyve soyup dilimlerken yorgunluktan gözleri kapanan, perişan saçlı kadın ya da kadınlar. Bir de radyo çalardı bir kenarda.

İngilizcedeki “music”in karşılığı olarak Türkçede dördü de aynı Grekçe kökenden gelen, aynı olguya işaret eden (1) müzik, (2) musiki, (3) musıki, (4) mûsıkî sözcükleri kullanılıyor. Bu farklılığın temel işlevi birini kullanan kesimin diğerlerinden pek hazzetmediğini, aynı görüşte olmadığını göstermesi oluyor: “Türk musıkisi eseri” karşısında “Batı müziği yapıtı.”

Sözcüğün kökeni Zeus’un bilim ve sanatlara nezaret eden dokuz kızına verilen addan (Muse) geliyor. Sözcük sonradan Batı dillerinde sanatçıya “ilham” veren gizemli güç karşılığı olarak kullanılmaya başlanıyor ve bu hep ya doğrudan bir kadın ya da dişi bir güç olarak görülüyor. Sanatçı da tabii ki hemen her zaman bir erkek oluyor.

Kolaj_2Ben bu “perişan saçların” uyanışımdan sonra merak ettim, daha önceleri pek ilgilenmediğim Türk sanat müziği güftelerine bir bakayım dedim. Şimdilerde internet nedeniyle zor bir iş değil bunu yapmak. Ve söz yazarlarının ilham kaynakları, yani oturup şarkı sözü yazmaya karar vermelerine neden olan hanımlarla ilişkileri konusunda çok tuhaf bir şeyler çıkmaya başladı karşıma.

Benim hiç de kapsamlı ve sistematik olmayan, öylesine taramalarım sonucunda vardığım izlenim şu:

Ondokuzuncu yüzyıl klasik Osmanlı müziği sözlerinde (ne dediklerini anlamakta zorlansam da) sevgiliye övgüye, güzellik betimlemelerine sık rastlanıyor ve benzetme ve metaforlar yüzeysel ve ucuz değil. Yakınma da bolca var tabii ki ama konular daha evrensel: sevgilinin ölümü, yaşlanmak, özlem, kader, dünya hali gibi. (Prof. Cevat Çapan’ın klasik müzik güftelerinin Shakespeare’deki karşılıklarını saptamak gibi ilginç bir merakı ve makalesi var.*)

Sıra yirminci yüzyılın ilk yarısında doğan söz yazarlarına gelince halinden şikayetçi, sürekli ağlamaklı, efkarlı, buruk (ve epeyce anason koktuğunu sandığım) bir erkek belirmeye başlıyor. Şarkıların yüzde kaçının bu adamın kafa yapısını yansıttığını bilemiyorum ama sayının bayağı yüksek olduğu ortada:

Ölüyorum kederimden
El içine çıkmaya yüzüm kalmadı
Ömrüm hiç gibi geçti
Derdin ne hâlin ne diye soran olmadı
(Söz: Mustafa Sayan)

Kaybolan yıldız gibi
Çıldırtan yalnız gibi
Ağlayan bir kız gibi
Harâb ettim kendimi
(Sedat Ergintuğ)

Kayboldum kaybolan yıllar içinde
Gönlümce bir zaman yaşayamadım
Ağladım mı? Güldüm mü?
Yaşadım mı? Öldüm mü?
Bir kısa gün gibi bir ömür geçti de anlayamadım
(Metin Eryürek)

Acı nedir anlardın
Bana şöyle bir baksan
Gözlerimle ağlardın
Eğer ağlayacaksan
(Samim Arıksoy)

Bu adam çoğu zaman efkarını kendisine “yamuk yapılmış” olmasıyla açıklıyor. Bu yamuğu yapan da genelde söz yazarına yüz vermemiş ya da terk etmiş olan kadın oluyor (ilham kaynağı yani). Şarkıların çok ciddi bir bölümü bu kadını suçluyor, azarlıyor ya da sitem ediyor:

Kader diyemezsin sen kendin ettin
Aşkıma sevgime ihanet ettin
Yalvarışın çok geç beni kaybettin
Dönme artık seni ben de terk ettim
(Ali İhsan Kısaç)

Kapın her çalındıkça o mudur diyeceksin
Beni kaybettin artık sen çok bekleyeceksin
Hele bir yalnız kal da nasılmış göreceksin
(Yusuf Nalkesen)

Olanlar oldu geçti artık sen ne dersen de
Benim kadar suçlusun, suçlusun bunda sen de
Tek ben mi sebep oldum bu hâle gelmemize
(Yusuf Nalkesen)

Terk edip gitmekse maksadın eğer
Yalvarıp diyemem biraz daha kal
Üzgünüm diyorsun bu ne fark eder
Hoşça kal vefâsız, artık hoşça kal
(Sami Derintuna)

Acı bir gözyaşı oldun yine yaktın beni sen
Küsmemiştin, dönecektin bana bir gün hani sen?
Issız akşamların ardında bıraktın beni sen
Nerde kaldın dönecektin bana bir gün hani sen?
(Mehmet Tûran Yarar)

Kalbimde açılmış dağılan bir kuru güldün
Bir tel saçını istediğim gün bana güldün
Vermem diyerek hem beni, hem kendini üzdün
(Halit Bekir Sabarkan)

Şarkıların epeycesinde de azar ve sitem güftekârın acısını dindirmeye yetmiyor, işi düpedüz hakarete, aşağılamaya ve özellikle de kadına yaşlandıkça çirkinleştiğini ya da çirkinleşeceğini hatırlatarak teselli bulmaya vardırıyor:

Öyle dudak büküp hor gözle bakma
Bırak küçük dağlar yerinde dursun
Çoktan unuturdum ben seni, çoktan
Ah bu şarkıların gözü kör olsun

Güzelsen güzelsin, yok mu benzerin?
Goncadır ilk hâli bütün güllerin
Aklımda kalmazdı yüzün, ellerin
Ah bu şarkıların gözü kör olsun
(Şahin Çandır)

Sen kimseyi sevemezsin, sevmeyeceksin, sevmeyeceksin
Rüzgârların önünde kuru bir yaprak gibi sürükleneceksin
Şefkat nedir, aşk nedir, ömrünce bilmeyeceksin
(Dr. Doğan Işıksaçan)

Sen vefâsız bir peri, sen zâlimin birisin
Sen bu aşka, sevgiye hiç de lâyık değilsin
Elden ele dolaşan boş bir kadeh gibisin
(Mehmet Erbulan)

Saçların târumar, gözlerinde nem
Ateşe benzerdin küle dönmüşsün
Hayâl mi gerçek mi gördüğüm bilmem
Elden ele gezen güle dönmüşsün
Bir eser kalmamış eski hâlinden
Yazık geçmez akçe pula dönmüşsün
(Erdoğan Ünver)

Kalacak sanma bu çağın, bu güzellik solacak
O samur saçlara bir günde beyazlar dolacak
Şu geçen şen seneler kalbine hicrân olacak
(Nâhit Hilmi Özeren)

Kolaj_3İki konuya dikkat çekmek istiyorum:

Birincisi, 1950’lerde doğmuş kuşağın çocukluğu, onların anababalarının yaşamlarının da büyük bölümü radyoyla geçti. Dinlenebilecek “istasyon” sayısı çok azdı ve radyo klasik Batı müziği çalmadığı sürece kapatılmazdı. Haberler birinci, klasik Türk müziği ikinci derecede dinlemeye değer yayın olarak görülürdü.

Yani, yukarda örneklerini verdiğim sızlanmacı ve saldırgan tavır, kültürel kod dağarcığına kendi çapında ama damardan giriyordu. Buna, varolan kodların ürettiği bir söylemin dönüp ürediği kaynağı sürekli beslemesi olarak da bakılabilir. Ve müzikle paketlenmiş ileti her yerde, her zaman kana çok daha çabuk karışır.

İkincisi: Merak edenler yukardaki dizeleri internette araştırırlarsa karşılarına çok sayıda icra örneği çıkacaktır. Ve bu eserleri yana yakıla, güftekâr ve bestekârın efkârını “hissederek okuyan” şarkıcıların en azından yarısının kadın olduğunu göreceklerdir.

Dünyanın her yerinde şarkılarda sözler müziğin arkasında kalır, ne dendiğine pek dikkat edilmez. “Kaşlarının arasına domdom kurşunu değdi” diyen türküyle göbek atmaya benzer tuhaflıklar her yerde olur. Ancak, yukarda örneklerini verdiğim söylemin yenip yutulabilmesi, özellikle de kadınların bunları içtenlikle söylemesindeki tuhaflığın benzersiz olduğunu düşünüyorum.

___________________

*”Musiki Aşkı Besliyorsa Eğer,” Cevat Çapan, Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro Araştırmaları Dergisi:
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/13/1187/13723.pdf

 

New York Tırnak Boyama Salgını

10nailsweb9-master1050-v2

Nicole Bengiveno/The New York Times (May 7, 2015)

Dört, beş yıldır New York şehrinde durum şudur: Kadınların yüzde kırk kadarının el tırnakları boyalı. Elleri boyalı olup da ayakları boyalı olmayan kadın sayısı, tahminen: sıfır. Ayak tırnaklarına boya sürmeden açık ayakkabı giyen kadın sayısı (kadın turistler hariç): taş çatlasa yüzde beş.

Toplumumuzda her yaştan, boydan, kesimden, ırktan kadının uymakta olduğu yeni bir kural var: “Ayak tırnakların boyalı değilse, açık ayakkabı giyemezsin.” Hiç abartmıyorum, inanmayan gelsin baksın (ama çabuk olsun, yakında kalmayacak).

Bunun izlenim yaratmaktan öte işlevsel bir yanı olmayan giyim kuşam modaları gibi bir moda akımı olduğu söylenebilir mi? Söylenebilir ama tipik olmayan, işin içinde başka işler olduğunu düşündüren tarafları var:

Birincisi, tırnak boyamak çok eskilerden beri dünyanın her yerinde rastlanan, çok sıradan bir süslenme biçimi. Yani, modacıların yaratıp empoze ettiği yeni bir şey de değil, farklılık ya da asilik göstergeliği gibi bir yanı da yok. Kaldı ki, etrafta “güzel olmak istiyorsanız tırnaklarınıza boya sürünüz” gibisinden reklam kampanyalarına da hiç rastlamadık.

İkincisi, New Yorklular diğer toplumlara oranla mahalle baskısına daha az pabuç bırakan, görünümünü çoğunluğa uydurma derdi pek olmayan, bireysel, pratik insanlar olarak bilinirler. Eskiden bu şehirde tırnak uzatıp ojelemek süslü zenginlerin ve dar gelirli kesimlerin heves ettiği bir şey olarak görülür, orta sınıflarda, özellikle de okumuşlar arasında hemen hiç rastlanmazdı. Zenginler manikür-pedikürlerini kuaför salonlarının bir köşesinde yaptırır, diğerleri de evlerinde kendi boyalarını kendileri sürerlerdi.

Ama işte, New Yorklu kadınların yarısının el, tamamının ayak tırnaklarının boyalı olduğu ve her sokakta bir tırnak salonunun bulunduğu şu günlere geldik. Ben birkaç yıldır havalar ısınınca fetişist gibi çıplak ayaklara bakıp etrafımdakilere hayretlerimi bildirir ve alay konusu olmaya başlarken Mayıs başında New York Times gazetesi imdadıma yetişti, bu konuda sansasyonel iki yazı yayımladı. (*)

* * *

New York’a yerleştiğim 1980 başlarında her türlü yiyecek akşam saat onda kapanan süpermarketlerden alınırdı – sebze ve meyve dahil. Amerikalının başının sebzeyle pek hoş olmaması nedeniyle çeşit az, tazelik derecesi düşük, fiyat da kabarık olurdu (iç kesimlere giderseniz hâlâ sebze deyince akla öncelikle patates ve mısır geldiğine şahit olabilirsiniz).

Birkaç yıl sonra sağda solda manavlar belirmeye ve ahali yirmi dört saat açık “Koreli manav”dan taptaze sebze-meyve alıp yediğinden, yeni keşfettiği Asya sebzelerinden falan konuşmaya başladı. Hem de süpermarketten daha ucuz fiyata.

Benim evden yarım blok ötedeki küçük dükkanın evrimini merak ve hayretle izlemiştim: Sahipleri o yıllarda New York bölgesine yerleşen çok sayıdaki Güney Kore göçmeninden kalabalık bir aileydi. Dükkanın bir köşesine bir paravan koymuş, arkasında yere bir şilte atmışlardı, biri yatıp biri kalkarak dükkanı yirmi dört saat çalıştırıyor, malları kırık dökük bir minibüsle New Jersey’nin derinlerinden kendileri getiriyordu. Ve hiçbiri İngilizce konuşamıyordu.

Kısa zamanda Koreli manavlar sigara da satmaya başladı, ardından çiçek geldi, onun ardından şeker, çiklet, kutulu yiyecek, gazete, meşrubat falan derken “Korean vegetable stand” oldu “Korean market.” İşçiliğe kendileri yetemediği zaman üç otuz paraya kaçak Meksikalı çalıştırıyorlardı. O arada tabii ki başka etnik grupların işlettiği büfeler, çiçekçiler, sandviççiler birer ikişer kapanmaya başladı.

IMG_0588Sonra, kabaca 90’lı yılların ortalarında, büyük yiyecek mağazaları ve yenilenen süpermarketler Korelileri sıkıştırmaya, onlar da kendilerine yeni iş alanları aramaya başladılar ve el attıkları yeni işlerden biri manikür-pedikür oldu, iki adımda bir “Korean nail salon” olarak anılan dükkanlara rastlamaya başladık.

Sokaktan bakınca içi olduğu gibi görünen, bol ışıklı salonların basmakalıp bir düzeni var: Önden arkaya doğru müşteriyle manikürcünün karşılıklı oturduğu dar masalar, bir duvar boyunca el kurutma makineleri, arkada da pedikür müşterileri için yüksek koltuklar ve önlerinde pedikürcünün oturduğu alçak tabureler sıralanıyor. Halen New York şehrindeki tırnak salonu sayısı iki bin imiş. Başka hiçbir şehirde bu yoğunluk yok. Ve bu salonların yüzde seksen kadarı Korelilere aitmiş.

The New York Times (May 7, 2015)

The New York Times (May 7, 2015)

Bu girişimin kısa zamanda tutunup yayılmasında tek bir etken var: çok ucuz. Koreliler işe kuaför salonlarının aldığı paranın yarısını alarak başlamışlar ve fiyatlar nerdeyse on beş yıldır değişmemiş: manikürün ortalama fiyatı 10.5 dolar imiş, pedikür bir, iki dolar daha pahalı. Dükkan kiralarının akıl almaz düzeylere çıktığı New York gibi yerde (benim bitişikteki tırnakçının ayda 13.000 dolar civarında ödediğini biliyorum) bu ucuzluk tabii ki işçilerin sırtından çıkıyor. New York Times yazıları bu gerçekliği, yani burnumuzun dibinde büyük bir rezilliğin süregitmekte olduğunu  ortaya ayrıntısıyla döküverdi.

* * *

Tırnak salonlarında çalışanların büyük çoğunluğu yeni göçmen kadınlar. Çoğu kaçak ve İngilizce bilmiyor, yani ücret konusunda patronla pazarlık yapacak ya da patronu şikayet edebilecek konumda değiller. Ellerine geçen para saat başına 3-5 dolar, artı (patron izin veriyorsa) bahşiş oluyormuş. (Şu anda New York’ta yasal asgari saat ücreti 8,75 dolar.)

New York Times yazılarında bu kadınların çok sayıda kişinin paylaştığı döküntü evlerde, sefil koşullarda yaşadığı anlatıldı. Bunun yanısıra, işyerlerinde koyu bir etnik ayrımcılık olduğu da, Korelilerin kendilerinden olanları daha iyi ücretle, daha zengin bölgelerde çalıştırdıkları, ikinci sırada Çinlilerin, en altta da Hispaniklerin geldiği anlatıldı. Pedikürcü kadınların nasırlarını alıp törpüledikleri ayaklardan nasıl mantar ve başka cilt hastalıkları kaptıkları da anlatıldı. Akrilik oje ve asetondaki kimyasalların bu kadınların solunum yollarını nasıl etkilediği, kansere, düşük yapmalarına ya da bebeklerinin sakat doğmasına nasıl yol açtığı da anlatıldı.

Kaç yıldır köle minibüslerinin sabah getirip akşam götürüşünü izlediğimiz öbek öbek kadınların durumunda bir anormallik olduğunu farkedebilmemiz için illa Times’da yazı çıkması mı gerekiyordu? Ne yazık ki, evet, çünkü, ne de olsa, herkes insan.

Sürekli göç alan ABD’de yeni gelenlerin yerleşinceye kadar zor bir dönem geçirdiği, etnik dayanışma ve kenetlenmenin en çok bu dönemlerde yer aldığı, yeni göçmenlerin özellikle bir ya da iki devre önce gelmiş olanlar tarafından sömürüldüğü iyi bilinir. İş çığrından çıkmadıkça da bunun yaygarası pek yapılmaz, çünkü, özellikle metropollerde, çoğunluk göçmendir ve herkesin bir sürünme dönemi hikayesi bulunur. Ayrıca, genellikle yiyecek ve hizmet sektöründeki sömürünün fiyatlara yansıdığının, yaşamı kolaylaştırdığının da herkes bal gibi ama sessizce farkındadır.

Tırnak konusunu birden sansasyonelleştiren, hizmetin kozmetik bir alanda olması ve yaygınlık derecesi oldu: insanların yaptırmalarının hiç de gerekli olmadığı ve gerek görüyorsa da kendi kendine yapabileceği bir uygulamadan söz ediyoruz.

Bana sorarsanız, manikürün ve özellikle de pedikürün böyle salgın halini almasının nedeni, kadınların nihayet 2000’li yıllarda tırnaklarına boya sürünce daha güzel, çekici, hoş olduklarını keşfetmiş olmaları değil. Olayı bu ölçüde yaygınlaştıran şey, kadınların el ve özellikle de ayaklarını az bir para karşılığında birtakım garibanlara yıkatıp temizleterek ve boyatarak kendilerini “iyi” hissetmeleri (“feels so good”). Yani, her kesimden insanın yarım saatliğine aristokratımsılaşmasını mümkün kılan bir sektör. Bu arada, Kutsal Kitap öykülerinde birisinin ayağını yıkamanın en büyük tevazu, saygı ve konukseverlik ifadesi olduğundan, köleye konuğun ayaklarının yıkatıldığından sık sık söz edildiğini de hatırlatmak isterim.

* * *

NAILSTEST13-master1050

Nicole Bengiveno/The New York Times (May 7, 2015)

Gazetedeki yazılar son derece etkili oldu, günlerce konuşuldu, vali salonların kontrole alınması için emirler yağdırdı. Salonlara asgari ücreti ve işçi haklarını bildiren, işçinin kaçak bile olsa korkmadan şikayet edebileceğini anlatan, dört dilde yazılmış duyurular asıldı. Birkaç günde dükkan vitrinlerinden havalandırma boruları çıkıverdi, işçiler ellerine eldiven, yüzlerine maske takmaya başladı.

Ve de aradan geçen birkaç haftada daha önce müşterilerin kuyrukta beklediği salonlarda boş oturan işçiler, yollarda da ayak tırnağı boyasız sandaletli genç kızlar görmeye başladım. Vicdan ve suçluluk duygusundan olmasa da, ojenin ve ortamın kanserojenliğinden söz edilmiş olmasının bu salgını bitireceği, salonların kapanacağı kesin. Bir, iki yıl içinde tırnak boyamanın rükuşluk göstergesi olduğu konuşulmaya başlanırsa da hiç şaşırmam.

Tabii ki arada güme giden yine garibanlar olacak, boğaz tokluğuna çalışan bir yığın insan bu sefer de hepten işsiz kalacak. Ama malum: hayat biter, çare bitmez. Sömürünün buradan hangi sektöre kaydığını keşfettiğimde yazıp bildiririm.

________________________

(*) New York Times, 7 ve 8 Mayıs 2015 yazıları:

http://www.nytimes.com/2015/05/10/nyregion/at-nail-salons-in-nyc-manicurists-are-underpaid-and-unprotected.html

http://www.nytimes.com/2015/05/11/nyregion/nail-salon-workers-in-nyc-face-hazardous-chemicals.html

Dahası:

http://www.nytimes.com/2015/05/30/nyregion/new-york-nail-salons-workers-bill-of-rights.html?_r=0

http://www.nytimes.com/2015/05/12/opinion/justice-for-nail-salon-workers.html

http://www.newyorker.com/business/currency/the-economics-of-new-yorks-low-nail-salon-prices

http://www.nytimes.com/2015/05/20/nyregion/when-it-comes-to-wage-abuses-its-not-just-the-nail-salons.html

Flaş! Öyle bir yazı yazdım ki…

1

Özgecan Aslan cinayeti sırasında annemi görmek için İstanbul’daydım (bir süre sonra unutanlar olabilir: 11 Şubat 2015’te, Tarsus’ta, bir minibüscünün tecavüz etmek için kaçırıp öldürdüğü genç kızdan söz ediyorum). Doksan yıllık hayatının ellisini Tarsus’ta geçirmiş olan annem “Tarsus’ta bir olay olmuş, nedir?” diye sordu, anlattım, “cesedi Alman Mezarlığı’nın oraya atmışlar” dedim, “hep de ya Alman Mezarlığı’nın oralara atarlar ya Karabucak Ormanı’na” dedi.

hurriyet_milliyet_13 subat 15Yani, maalesef, pek öyle yeni türden bir olay söz konusu değil. Yeni olan, internet. İnternet, Tarsus’taki minibüs şoförünün DNA diye bir şeyin varlığını öğrenip cesedin ellerini kesmeyi akıl etmesine olduğu kadar, eskiden kimsenin ruhunun duymadığı cinayetleri artık duymayanın kalmamasına da neden oluyor.

Türkiye dışında oturan, Türkiye’den çıkma herkes gibi ben de haberleri Türkiye gazetelerinin internet sitelerinden izliyorum. Artık ülkedeki milyonlarca kişinin de kağıt gazete almak yerine bunu yaptığı biliniyor. Özgecan cinayetinin haber edildiği 13 Şubat 2015 günü de gazeteleri taradım ve en popülerlerinden ikisinin internet açılış sayfalarından ekran görüntüleri fotoğrafladım (bkz. Figür 1 ve 2). (Yazıdaki figürleri büyütmek için üstlerine tıklayabilirsiniz.)

2

Bir gazete sayfasındaki birimlerin arasındaki boşluklar ya da çizgiler “farklı haber” anlamına geliyor. Bu sınırlar farklı kişilerin ilgi alanına giren farklı konularda haberi, yazıyı, fotoğrafı yan yana koyabilmeye, o yoldan da çeşiti, dolayısıyla da okuyucu sayısını ve satışı arttırmaya olanak sağlıyor.

Türkiye gazetelerinin öteden beri, örneğine başka yerlerde pek rastlanmayan biçimde “zengin” bir sayfa ve renk düzeninde basıldığını biliyoruz (bkz. Figür 3). Ancak, kağıt gazetede çok sayıda sayfa olduğu için, sayfalar arasında bir işbölümü oluşuyor, iç sayfalardaki her şeyi birinci sayfada duyurmaya gerek kalmıyor – çünkü okuyan sayfa çevire çevire okuyor.

Figür 3: Posta (kağıt baskı), 15 Mart 2015

Figür 3: Posta (kağıt baskı), 15 Mart 2015

Buna karşılık, bir gazetenin internet sitesinde çevrilecek sayfa yok, her haber ve yazı için açılış sayfasına bir “tüyo” konması gerekiyor. Sonuçta, kağıt gazetenin üçüncü sayfasında görmeye alıştığımız cinayet haberi de, orta sayfadaki romatizma haberi de, spor sayfalarındaki futbol haberleri de, arka sayfadaki bikinili kadın da açılış sayfasında en azından küçük bir fotoğraf ve kısa bir başlıkla yan yana geliveriyor. Birimlerin arasındaki boşluk ve çizgiler açılış sayfasına ne istenirse onun koyulabilmesi, okurların bunların arasında ilişki, çelişki ya da uygunsuzluk aramaması için bir araç olarak kullanılıyor.

İnternet sitelerinin kağıt gazeteden ikinci önemli farkı da yalnızca reklamdan gelir elde edebilmesi, reklamın da gazeteye bakan göz sayısına göre bulunup fiyatlandırılması. O nedenden, siteler bütünüyle “tık”a bağımlı hale geldi. Özellikle “geniş spektrumlu” olmaya çalışan gazete sitelerinin açılış sayfalarındaki her birimin asli görevi okuyucunun parmağına o tık hareketini yaptırmak.

Tık oltalarına takılan yem de yüz kızartacak ölçüde ucuz cinsinden: Açılış sayfaları üçüncü sınıf bir lunaparktaki korku tüneli çığırtkanının dilini konuşuyor: “Bu tünelde inanılmaz olmayana, korkutmayana, dehşete düşürmeyene, bomba olmayana, sarsmayana, şok etmeyene yer yok, al biletini (tık), gir içeri.” Ve başlıkların bir bağlaçla ya da üç noktayla bitmesi artık sıradanlaştı: “Öyle bir şey yaptı ki…”

Özetle, gazetelerin internet sitelerinin çoğu en çok ne satılıyorsa onu satıyor, en çok nasıl satılıyorsa öyle satıyor ve gördüğüm kadarıyla öncelikli hedefleri tık toplayabilmek.

3

Buraya kadar yazdıklarım “malûmun ilâmı” oldu, herkes tarafından bilinen şeyleri söyledim. Varmak istediğim konu şu:

Figür 4: Gazete Vatan, 22 Mart 2015

Figür 4: Gazete Vatan, 22 Mart 2015

Sözünü ettiğim sınır tanımaz çeşitlilik ve sansasyonel “ton,” bütün içerikleri aynı düzeye indirgiyor. Yalnızca bilgilendirmeye yönelik sıradan habere ya hiç yer verilmiyor ya da bir şekilde “şok” kostümü giydirilerek veriliyor. Meydan okumayan, tehdit ve hakaret içermeyen, lafı gediğine koymayan, “sert tepki” vermeyen, en azından birilerinden şikayetlenmeyen bir demece, herhangi bir konudaki “teknik” bir yazıya bile rastlamak artık pek mümkün değil (bkz. Figür 4).

hurriyet_13 Mar 15

Figür 5: Hürriyet, 13 Mart 2015

Örneğin, gençten bir kadının 80 erkekle beraber olmuş, hattâ İstanbul’a da uğramış olduğu haberine bakalım (bkz. Figür 5). Bunun yabancı kadınların alayının orospu olduğu fikrini pekiştirmesi, turist kadına musallat olunmasını meşrulaştırması gibi etkilerini bir yana bırakalım. Kanımca çok daha vahimi, bu “haber”in altındaki (basın çalışanlarınca kısaca “göt” olarak anılan) kıçı açık kadın fotoğrafı çevresine dizilmiş fotoğraflı kriptik başlıklar. Tabanca, tabut, türbe, saldırı ve seks yumağının ortasına Berkin Elvan’ın fotoğrafını yerleştirmekte de bir sakınca görülmemiş.

Örneğin, Muğla‘da çocuk tutuklulara işkence ve tecavüz haberinin korkunçluğuyla bir kadının iç çamaşırı giymemiş olmasının şaşırtıcılığı yan yana geliveriyor (bkz. Figür 6).

sozcu 27 Subat 15

Figür 6: Sözcü, 27 Şubat 2015

Örneğin, otobüste bir genç kızın göğüslerini mıncıklayan adam fotoğraflarının iki sıra altında göğüsleri yarıya kadar açık, çok genç bir kızın fotoğrafı yer alabiliyor (bkz. Figür 7).

hurriyet 27 subat 15

Figür 7: Hürriyet, 27 Şubat 2015

Bu fütursuz kolajların insani değerlere karşı bilinçaltı düzeyinde işleyen muazzam bir yabancılaşma yarattığını, kişinin toplum algısıyla top gibi oynadığını kestirmek için alim olmak gerekmiyor. Bu yabancılaştırmanın bir adım ötesi de gerçek anlamında ahlaksızlaştırmadır. “Gerçek anlamında” diyorum, çünkü, sözgelişi, “ahlaka aykırı” dendiğinde akla ilk gelen pornografi gayet dürüstçe çalışan bir endüstridir: Adam internette porno sitesi kurmuşsa, porno ne ise onu gösteriyor, “cinsellik eğitimi veriyorum,” “aşkı anlatıyorum” gibi sahteliklerin arkasına saklanmıyor, ikiyüzlülük yapmıyor.

4

Yalnızca söz konusu gazete sitelerine bakarak ardında nasıl bir toplum olduğunu kestirmeye çalışan biri, bunların kavga boyutu olmayan hiçbir şeye ilgi duymayan, cinsel açlığı tavan yapmış, değerleri çorba olmuş, karşılaştırma ve muhakeme yeteneği çok az gelişmiş kişilerden oluşan bir şiddet toplumunun yansımaları olduğu sonucuna varacaktır. Bu doğru mudur?

Bu siteleri yapıp satan kişilerin bu soruya “doğrudur” yanıtını vermesini beklerim. “Okur en çok neye tıklıyorsa onu koyuyorum” diyecek, suçu okur çoğunluğunun entellektüel yetersizliğine, eğitimsizliğine falan yıkacak, gazetenin toplumdaki eğilimlere göre biçimlenen ve (en önemlisi) kâr amacı güden bir yapılanma olduğunu söyleyecektir. Bu, kapitalin başıboş kaldığı toplumlarda iş adamlarından (businessmen) sık duyduğumuz masumiyet mantığıdır: “Benim işim alıp satmak, talep tespit ettiğim sürece şeker de alır satarım, tencere de, kadın da, uyuşturucu da, silah da. Bundan rahatsız olanlar benimle değil, talep sahipleriyle uğraşsın.” Yani, “sömürgen neşriyat” arzından ekmek yiyen adam doğal olarak talebin biçimlenmesindeki rolünü kabullenmeyecektir (toplumun kendini tanımlamasında en etkili konumdaki medya alanında iş yapıyor olsa bile).

Bu soruma “doğru değil” diyecek, kendinin, çevresinin yaşantısına bakıp gazetelerin yansıttığı gibi bütünüyle sado-mazoşist bir toplumda yaşamadığını söyleyecek çok sayıda duyarlı, sağduyulu kişinin olduğunu sanıyorum. Ancak, (bu yazıyı yazmak istememin temel nedeni) bu kişilerin mevcut sistemde tüketiciler olarak “kral” olduklarını, ciddi bir güç oluşturduklarını, ama kendilerine de birtakım sorumluluklar düştüğünü farketmeleri gerekir. Sözünü ettiğim “halk ne verilirse onu ister, ne isterse o verilir” kısır döngüsünün kırılması yasa ve yasaklarla olamaz, ancak tüketicinin itirazı ve baskısıyla olur. Anormali umursamamanın kanıksamaya, kanıksamanın da anormalin giderek normal sayılmasına neden olduğu, onun ucunun da bir noktada herkese dokunduğu binlerce yıldır, binlerce kez kanıtlanmış bir gerçek.

Ve de sesini duyurmanın son derece zahmetsiz olduğu bir alandan söz ediyorum: İnternet iki yönlü çalışan bir iletişim ortamı, karşı taraf senin ekranına ne kadar kolay gelip yerleşebiliyorsa, sen de ona o kadar kolay erişebiliyorsun. Doğrudan karşılık alamazsan da sesini dolaylı duyurabileceğin sosyal medyan, forumların, arkadaş grupların var. Yani, sokağa çıkıp gazlanman, coplanman, “elini taşın altına koyman” gerekmiyor, oturduğun yerden parmaklarını birazcık oynatman yeterli.

Özetle, tecavüz etmek için saldırılıp hunharca öldürülen bir kızın haberinin etrafına “dudak uçuklatan yatak odası fantezileri,” “ilk penis küçültme ameliyatı,” ünlü bir oyuncunun aldığı “memelerini kesip…” tehdidi gibisinden haber ve fotoğraflar dizen bir gazete sitesinin anında elektronik posta yağmuruna tutulması, boykot edilmesi, sosyal medyada rezil edilmesi gerekir diye düşünüyorum. Ya da böyle konularda her zamanki gibi parmağımızı bile oynatmamaya devam edebiliriz.

Modern Dans, Avokado ve Tezsiz Antitezlik Üzerine

CageCunninghamDansçı Merce Cunningham (1919-2009) ile müzisyen John Cage (1912-1992) 1940’ların ortalarında birlikte çalışmaya başlıyor. İlk başlarda herkes gibi onlar da önce müziği, ardından dansı oluşturuyor ama kısa zamanda bu yöntemin dansı kısıtladığına karar veriyorlar. Tersini yapmayı, dansı hazırlayıp müziği sonradan uydurmayı deniyorlar, bu sefer de müziğin nasıl uydurulacağı sorunu çıkıyor ortaya: aradaki ilişkinin uyumlu mu, uyumsuz mu, bazen uyumlu, bazen uyumsuz mu olması gerektiği gibi şeyler tartışılıyor. Sonunda (belki de bir “yeter be!” anında) müzikle dansın ayrılmalarına, hayatlarını aynı evin ayrı odalarında her nasıl istiyorlarsa öyle sürdürmelerine karar veriliyor.

Ve modern dans tarihindeki belki de en etkili devrim gerçekleşmiş oluyor: dans ve müziğin birbirinden bağımsızlaştırılması. Gösterilerde müzisyenler dansçıları umursamadan, ne yaptıklarına bile bakmadan müziklerini icra etmeye, dansçılar da müziği dinlemeden, içlerinden sayarak, birbirlerini kollayarak, vb. dans etmeye başlıyor.

1980’de New York’a taşınmadan önce böyle bir uygulama olduğunu bilmezdim, olabileceği de aklımın ucundan geçmezdi (dünyada avokado adında bir meyve olduğunu da bilmediğim gibi). O güne kadarki dans bilgim Festival’de falan izlemiş olduklarımla sınırlıydı — dansçıların müziğin her notasına basa basa dansettiği türden. New York’ta izlediğim ilk dans gösterisinde de bağımsızlık durumuna ancak gösterinin sonuna doğru uyanabilmiştim: çünkü, her izleyicininki gibi benim beynim de sesle görüntüyü birbirine bağlamadan duramamıştı. Arada önceden hesaplanmış bir bağlantı olmadığını kavrayıncaya kadar, ritmik bir yapısı olmayan o karmakarışık müzikle dansı senkronize edebilmeyi nasıl becerdiklerini hayretler içinde çözmeye çalışmıştım.

O yıllarda dansta (ve John Cage’in etkilediği daha birçok sanat dalında) kendini modern olarak tanımlayan herkesin benimsediği yaklaşım az çok şuydu: Ögeleri izleyici/dinleyiciye sun, ilişki empoze etme, algılayan kişi nasıl olsa bunları zihninde birbiriyle bağlayacaktır ve ortaya (rastlantılar ve algılayanların farklı birikimleri sonucunda) senin kırk yıl düşünsen aklına gelmeyecek ilginçlik ve değerde ilişkiler çıkacaktır. Sanatta ışıldağı üretenden algılayana çeviren anlayışın temeli.

Cage ve Cunningham’in ortaya attığı fikir ve uygulama, popüler diyalektik terimleriyle söylersek, bir antitez niteliğindeydi, çünkü ortada “antilik” edilebilecek yerleşik bir dans anlayışı, bir tez vardı.

Tezin mekanı da Kuzey Amerika ve Avrupa’ydı. Neden bu bölgelerde ikamet ettiğinin nedenleri saymakla bitmez. Önemli bulduğum birkaçını sıralayayım: Birincisi, halk danslarından saray danslarına, saray danslarından baleye, baleden modern dansa geçiş buralarda gerçekleşmiş. İkincisi, buralarda eskiden beri sanatı hissiyattan çok bir fikir, buluş ve deneme alanı olarak gören bir çevre olmuş. Balenin ve modern dansın ne olup ne olmadığı ve nasıl olması gerektiği ilk yıllarından başlayarak sürekli tartışılmış. Üçüncüsü, bunlara kaynaklık eden halk danslarında yeknesaklık merakı dünyanın diğer bölgelerindekilere oranla daha az: Çok sayıda kişinin davulun tokmağının emrine girip hep birlikte aynı hareketi aynı anda yapmasındaki “estetik” bu bölgelerde o kadar makbul sayılmamış.

MCDCCage ve Cunningham toplumda bilinen, somut bir uygulamanın değişmesi için kendi içinde tutarlı bir mantığı olan, somut bir öneri sunmuşlardı. Önerinin kabul görmüş olduğuna bizzat şahit oldum. Öyle ki, 1980’lerin modern sanat çevrelerinde, ritmik müziğe ayak uydurmaktan oluşan modern danslar konuyu kavrayamayan eski kafalıların yaptığı popülist işler olarak görülüyordu. Müziğin vuruşlarını dansçının da bedeniyle ikilemesinin (redundancy) bir gereksizlik olduğuna bütünüyle ikna olmuştuk (bu türden dans gösterilerinden yüzünü ekşitip çıkanlarımız boldu).

Sonra ne oldu? Bir senteze ulaşıldı mı? Bence, evet, tartışmanın yer aldığı Kuzey Amerika ve Avrupa’da ulaşıldı. Ama bu sentez yeni bir biçim olarak çıkmadı ortaya: eski tek şerit yola alternatif bir yol oluşmadı, eski yol otobana dönüştü, herkes ferah ferah, özgürce, istediği şeritte istediği hızda gitmeye başladı.

Yeni kuşakların yolun bir zamanlar tek şerit olduğundan, söz konusu tartışmanın yaşanmış olduğundan haberi bile yok ve bu bilgisizlik beni yakın zamana kadar bayağı rahatsız ederdi. Hele Cunningham topluluğunun son yıllarında gösterilerden önce izleyicilere dansla müziğin aslında birbirinden bağımsız olduğunu açıklamaya gayret etmeleri içimi sızlatırdı.

Ama giderek bu konuda dertlenmenin anlamsız olduğuna karar verdim: Batılı dansçılar için senkronizasyon artık üzerinde kıyamet koparılacak bir konu değil: olabilir de, olmayabilir de. Ama, müzikle uyumlu dans ettiklerinde bunu eskiden olduğu gibi “başka türlüsü olamaz” tavrında değil, daha bir “bilerek,” daha bir “mesafeli” yapıyorlar. Müzik-dans ilişkisinde artık ciddi bir farkındalık var. Geçmişi bilenler kırk-elli yıl önceki tartışmaların bıraktığı izleri açıkça görebiliyor: Cage ve Cunningham’in önerisi kabul edildi, benimsendi ve içselleştirildi. Şimdilerde yeni tartışma konuları var: dansın tiyatroya daha yaklaştırılması, dansçının ağzını ve sesini de kullanması, yeni teknolojilerin sağladığı yeni olanakların kullanımı gibi.

Ancak, dediğim gibi, bu gelişme modern dansın kök salmış ve üzerinde konuşulur bir konu olduğu bölgelerde yer aldı. Başka bölgelerden olup da Batı’da yetişmiş kişiler arasından modern dansın yanısıra Cage ve Cunningham’in anlayışını da ülkesine ithal edip uygulayanlar oldu tabii ki, ama tezin ne olduğunun bilinmediği bir ortamda ortaya atılan antitez ne anlam taşırsa, bu ithalatın anlamı da o kadar oldu.

Bir bölgede modern dans ya da benzeri bir etkinliğin yeşermemiş olması yakınılacak ya da yerilecek bir durum değil. Her bitki her iklimde yetişmiyor. Ama arada sırada, bilgi birikimi ve teknoloji yardımıyla, bazı bitkiler elverişsiz gibi görünen yerlerde de yetiştirilebiliyor.

avocadoÖrneğin, 1980’lere kadar Türkiye’de kimsenin avokadodan haberi yoktu, tabii ki eksikliğini de hissetmezdik. Sonra birileri bir yolunu bulup yetiştirmeyi başardı, şimdilerde kıyı bölgelerinde yüzlerce ton üretiliyormuş. Her yerde önünüze çıkmasa da aklınıza gelirse bulup alabiliyorsunuz. Üreticiler epey bir zamandır avokadoyu yerel mutfakla bağlantılayarak topluma tanıtmaya, yani mallarına pazar yaratmaya çalışıyorlar. Sanırım epeyce başarılı da oldular: başka ülkelerde hiç rastlanmayan yoğurtlu, kekikli, karidesli avokado mezeleri var artık, mesela.

Türkiye’de modern dans da pek bilinmezdi, şimdilerde o da var, ama birkaç lüks marketin özel bir köşesinden başka yerde pek bulunamıyor. Modern dansı edenleri ve izleyenleri toplasan sayı olarak bir tondaki avokado sayısına ulaşamıyorsun.

Tıpkı avokado gibi, olmazsa yokluğu hiç farkedilmeyecek, ama olursa da topluma ciddi katkıları olabilecek, besin değeri oldukça yüksek bir etkinlikten söz ediyoruz. Ama buna yatırım yapanların da “ben rafa koyarım, merak eden gelir alır” ile yetinmemesi, konuyu düşünce sirkülasyonuna sokabilmek, kültüre entegre edebilmek için bayağı bir uğraşması gerekiyor. Başarılması neredeyse olanaksız denecek zorlukta bir iş ama bir kenarda süs eşyası gibi kalmamanın tek çaresi de bu.

_______________________________________

[Konuyla ilgilenenlere: John Cage: Seçme Yazılar (Yayına hazırlayan ve çeviren: Semih Fırıncıoğlu), Istanbul: Pan Yayıncılık, 2012.]  http://pankitap.com/urun/john-cage-secme-yazilar/

Çocukluktaki Korku Savma Ritüelleri Büyüyünce Nereye Gidiyor?

1

Ana kucağında ilelebet oturamayacağımızı, adına “dünya” denilen yaşam alanını anne babamızın değil, rastlantılarla işleyen doğa düzeninin biçimlendirdiğini ve, en beteri de, ölümlü olduğumuzu iki-üç yaşlarında farketmeye başlıyormuşuz.

ellerFreud’a bakarsak, sonradan kendimize kurduğumuz hayatları bu ilk “cennet” yılların izlenim ve duyguları belirliyor (fantezilerin yansıtılması): Her şeyi ve her işin doğrusunu bilen, sözünden çıkmadığımız sürece varlığımızı kollayan egemen güç (baba) ve kendini bütünüyle bizim hayatta kalabilmemize ve rahat etmemize adamış doğa (anne). (Tanrı hemen her dilde “baba,” doğa da “ana” sayılıyor –“toprak ana,” “mother nature.”)

Freud’un yaklaşımı birçoğu gibi bizim de aklımıza yatmasa da bir noktada bir “jeton düşmesi” yaşadığımız ve ömür boyu halleşmemiz gereken gerçeklik karşısında içimizi bir korku sardığı bariz. Tahmin edilemezliklere alabildiğine gebe bir ortamda sürekli önlemler alarak varlığımızı kazasız belasız sürdürmeye çalışmak zorunda olmamız hoş bir durum değil.

Büyüklerimiz tabii ki korunabilmemiz için hangi önlemi nasıl almamız gerektiğini öğretiyorlar ama bu öğretilerin her zaman için korkuyu pekiştiren, doğrulayan bir tarafı da var.

Sonuçta, hemen hepimiz ufacık yaşta bile kaderimizi kontrol edebilmek için kendi kendimize birtakım irrasyonel “önlemler” geliştirmeye başlıyoruz. Bu davranışlara “çocukluk ritüelleri” ya da “gelişme dönemi batıl inanç ritüelleri” gibi adlar veriliyor.

Çocukluk ritüellerinin en tipiği herhalde kaldırımdaki çizgilere basmamaya çalışarak yürünmesidir. Adımını birlikte yürüdüğün kişinin adımına uydurmak da epeyce yaygın. Liste uzayıp gidiyor: Evdeki halının desenindeki belirli noktalara basıp belirli noktalara basmamak. Ya da evden çıkarken kapının kenarına elini üç kez sürmek. Ya da elini sabunladıktan sonra suyun altına beş kez tutup çekmek. Ya da belirli kelimeleri duyduğun ya da gördüğünde tahtaya vurmak. Ya da bir şeyleri sürekli saymak. (Ritüelleri oluşturmakta sayılar, tekrar, yönler ve simetri en çok başvurulan malzeme oluyor.)

Çocukluk ritüellerinin ardındaki mantık son derece net: Biz insanlar nasıl bir şeyleri bir araya getirip yeni bir şeyler üretiyorsak, bizleri ve evreni de bir iradenin üretmiş ve denetleyip yönlendiriyor olması gerekir. Bu iradeyi hoş tutarsan o da karşılığında seni bu kaotik düzende kollar, kayırır.

Sonuçta, söz konusu ritüeller yönetici iradeyle iletişime geçme ve kendini sağlama alma amacını taşıyor. Bunları yapmazsan kötü bir şey olabilir, yaparsan o kötü şey olmaz. Ritüelle olabilecek kötü şey arasında neden-sonuç ilişkisi tabii ki yoktur ve bu bile bile yapılır. Önemli olan, doğa düzenini kontrol eden mistik güce bir mesaj göndermek, “yolda giderken lütfen bana araba çarptırma” demektir.

Bu ritüelleri kimi çocuğun güçlü, kimisinin hafif geçirmesine bir yığın neden sayılıyor: içine doğulan koşullar kadar kişinin beyninin seratonin salgısını ne verimlilikte kullanabildiği de belirleyici olabiliyor.

Bazısında söz konusu ritüeller tıbbi müdahele gerektirecek derecede şiddetlenip obsesif kompulsiflik hastalığına dönüşüyor ve yetişkinlikte de devam ediyor. (Obsesiften kasıt korkuya kaynaklık eden saplantı (obsession), kompulsif de kişinin korkuyu savmak için kendini yapmak zorunda hissettiği ritüeller (compulsion)). Ellerini saatlerce yıkayan, kapıyı kilitleyip kilitlemediğini defalarca kontrol eden, saçlarını “tam” gerektiği gibi tarayabilmek için ayna karşısında saatlerce dikilen insanları biliriz ya da duymuşuzdur.

Geriye kalan çok büyük çoğunluğun ise ergenlik döneminde yaşamla baş etmeyi öğrendikçe, kendine güveni geldikçe, korkuyu bertaraf ritüellerini azalttığı ve giderek bitirdiği söyleniyor. Ben işin bu tarafına kuşkuyla bakıyorum. Çünkü, doğanın rastlantısal işleyiş düzeninde bir değişme olmuyor. İstenmedik ve beklenmedikten korku her yaştaki insan için geçerliliğini koruduğundan, aldığımız önlemlerin büyük çoğunluğu işlevsel, rasyonel olsa da (arabalar için yol, yayalar için kaldırım yapmak gibi), hepimiz farkında olmadan epeyce bir obsesif kompulsif davranışı sürdürüyoruz. Daha doğrusu, çocukken deli demesinler diye gizli kapaklı yaptığımız gariplikleri toplumda yerleşmiş, meşrulaşmış davranışlara dönüştürüyoruz.

shoes

(Foto: Levent Başaçık)

Yalnızca “tahtaya vurmak” gibi artık evrenselleşmiş korku savıcı hareketlerden söz etmiyorum: Yaşantılarımız işlevselliği neredeyse sıfır değerde “adetler”le dolu. Sofralarımızdaki tabakların, çatal bıçakların birbirinin aynı olmasına özen göstermemizden giyim kuşamımızda simetri gözetmemize (çorapların, kunduraların farklı renk ve biçimlerde olmasının kime ne zararı olabilir?), sağımız ve solumuz arasında işbölümleri uydurmaktan “kir” adını verdiğimiz genellikle zararsız şeyle sürekli savaşıyor olmamıza kadar. Ancak, hiçbir ortam çocukluk ritüellerine organize dinî ibadet platformları kadar kucak açamıyor.

2

tespihler

Tespihler: Anglikan, Japon Zen Budist, Bahai, Rum Ortodoks

Müslümanlıkta ibadet edebilmek için abdest alınması gerekiyor. Abdest baş, boyun, el, kol ve ayakların önce sağ, sonra sol düzeninde (bazı aşamaları üç kez tekrarlanarak) yıkanıp silinmesinden oluşuyor. Rahmetli anneannem sabah kalkınca aldığı abdestle sabah, öğlen, hatta ikindi namazlarını kılabilen biriydi. Yani, o saate kadar tuvalete gitmemeyi ya da gaz çıkarmamayı başarabiliyordu. İkindi namazından sonra tuvalete gider, ardından akşam namazı için tekrar abdest alırdı, ben de tuvalete gitmiş olduğu için tekrar yüzünü, kulaklarını, burnunu, ağzını, ayaklarını yıkamak zorunda olmasına anlam veremezdim. Sorduğumda aldığım yanıt “öyle emredilmiş” olurdu.

Dindar olmayanlar genellikle ibadetlerin biçimine bakıp mantıksızlık, yani ritüelin işlevsel bir yanının olmadığını tespit edip eleştirirler ve bence çok önemli bir noktayı es geçerler: İbadetin en önemli özelliği sorgulanmadan yapılmasıdır. Örneğin, koyu dindar Musevi’ye sabah kalktığında ellerine önce sağ, sonra sol düzeninde üçer kez su dökmek yerine musluğun altına tutup sabunlasa daha temiz olacağını söyleseniz, yanıtı çok büyük olasılıkla “kural bu” olacaktır. Kuralı sorgulamamak ve söyleneni yapmak ellerin temizlenmesinden çok daha önemlidir.

Organize dinlerde ibadetin nasıl yapıldığına kabaca bir göz atan herkes bunların sayı ve tekrar (genellikle 3, 7, 10, 12, 40) ve yön ve simetri esaslı olduğunu görecektir. Anlamını bilmediğin duanın defalarca tekrarlanması, tespih, ibadet sırasında yüzünü döneceğin yön gibi şeyler her dinde var.

Çoraplarını on kez giyip çıkarmadan kapıdan dışarı adım atamayan bir obsesif kompulsif bunun bir rahatsızlık olduğunun farkındadır ve genellikle ilaç ve terapiyle tedavi olabilir. Buna karşılık, tespih çekerek dua eden bir Katolik için Hz. Meryem Duası’nı (Hail Mary) on kez tekrarlamasında, yanlış saymış olabileceğini hissedince dönüp en baştan başlamasında tedaviye gerek bir durum yoktur. Hattâ çoraplarıyla uğraşan obsesif kompulsifin kendini dine verip muntazam tespih çekerek derdinden kurtulabileceğini de düşünür.

Benim ilgimin olup uzmanlığımın hiç olmadığı psikoloji ve antropoloji alanlarına giren bir konudan söz ediyorum. Dinle batıl inancın içiçe geçtiği bir ortamda büyümüş, beyni seratonin tutmakta biraz zorlanan biri olarak çok eskilerden beri aklıma takılan bir sezgi bu: Kendini evrende konumlandırmaya, varoluşunu anlamlandırmaya çabalayan ve korkudan ödü patlayan çocuğun akıl ettiği endişe dindirici ritüellerden obsesif kompulsifliğe ve/veya dinî ibadetlere giden bayağı kalın bir çizgi görüyorum.

Yıllardır arada bir hatırladıkça bu konuda bir araştırma yapılmış mı, yazı yazılmış mı diye bakınıyorum ama bulamıyorum. Dinin obsesif kompulsifliğe malzeme olabildiğinden, korkulara kaynaklık edebildiğinden söz eden epeyce yazı var ama konuya tersinden bakan yok. Olsa, belki endişe ve korkularını dinî inanç, aidiyet ve ibadetle kontrol altına alıp rahatlayan insanın nasıl olup da bu aidiyet adına başkalarını korkutmaya, incitmeye, öldürmeye başlayabildiğini anlamamıza biraz katkısı olabilir.

Kendine Ait Bir Oda

Halka Açık Çeviriler – 5

Çeviri metni için lütfen tıklayın —> KENDİNE AİT BİR ODA_V Woolf

İngiliz yazar ve tiyatro yönetmeni Patrick Garland 1989’da Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda (A Room of One’s Own) (1929) adlı uzun denemesinden tek kişilik bir oyun oluşturmuştu. Garland’ın yönettiği, Eileen Atkins’in oynadığı oyun 1990-91 sezonunda sahnelendi. (Oyunun Ocak 1991’de, PBS’te yayınlanan videosu şuradan izlenebilir: http://digital.films.com/play/ABPNDQ)

Selisik_2_Tiyatro oyuncusu Çiğdem Selışık ve yapımcı Nedim Saban (Tiyatrokare) 1992’de bana bu oyunu Türkiye’de sahnelemeyi planladıklarını ve çeviri ve yönetimini benim üstlenmemi istediklerini söylediler. Garland’ın derlediği metnin Türkiye izleyicisine anlaşılmaz gelecek, fazlaca “İngiliz” seçimlerden oluştuğu ve monologun bana ilginç gelen bir teatralliğinin olmadığı sonucuna vardım. Selışık ve Saban’a yeni bir derleme ve çeviri yapıp yönetebileceğimi bildirdim, kabul ettiler. Ekteki metin bu derlemenin metnidir: Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’sını kaynak olarak kullanması ve tek kişilik bir oyun olması dışında Garland’ın metniyle pek bir ilişkisi yok.

Derlememde Garland’dan oldukça farklı seçimler yapmanın yanısıra metni birinci ve üçüncü tekil anlatım arasında bölüştürdüm. Bununla oyuncunun oyuncu/anlatıcı kimliği ile Woolf canlandırması arasında gidip gelmesine, o yoldan gösteriye üç boyutlu bir nitelik kazandırmaya çalıştım.

Kendine Ait Bir Oda 12 Mayıs 1993 gününden başlayarak bir ay süreyle İstanbul Aksanat’ta, ardından başka mekanlarda oynadı.Selisik_1__

Ohio Doğaçlaması (Ohio Impromptu), Samuel Beckett

Halka Açık Çeviriler – 4

Çeviri metni için lütfen tıklayın —> OHIO DOGACLAMASI_Beckett

ohio imprYoutube’daki bu video kaydının ses kalitesi iyi değil ve (kanımca) tempo çok ağır ama bulabildiklerim arasında oyun metnindeki direktiflere en çok uyan sahneleme bu: https://www.youtube.com/watch?v=f03oZ2nJ3cA

 

Not:

Samuel Beckett oyunlarını kendi içinde tek bir eksiği ya da fazlası olmayan “komprime” bir tiyatro deneyimi oluşturmak üzere yazan, “mükemmelci” bir yazardı. O nedenle de Beckett’in oyunları (özellikle de 1960’ların ortalarından sonra her birinin üzerinde aylarca uğraştığı kısa yapıtlar) sözlerin yanısıra başka oyunlarda rastlanmayan ölçüde ayrıntıya giren direktiflerle doludur –eslerin kaç saniye süreceği, ışığın tam olarak nereyi aydınlatacağı, iskemlenin rengi gibi. Belki de bu yapıtlara oyun metninden çok “oyun notaları” olarak bakmak daha yerinde olur: seslerin ne olduklarının yanısıra ne uzunlukta, hangi gürlükte, ne hızda çalınacağının da belirtildiği müzik notaları gibi.

Beckett’in direktiflerini harfiyen uygulayan bir yönetmenin kendini yazarın sekreteri gibi bir konumda bulduğundan, bu nedenle de birçok kişinin bu oyunlardan uzak durduğundan söz edilir. Buna karşılık, bazıları da uzak durmak yerine Beckett’le didişme, direktifleri uygulamak yerine kendi “yaratıcılıklarını” sergileme gereksizliğini yapar. Beckett ve yasal temsilcileri yıllarca bunları önleyebilmek için uğraşıp durdu.

Burada çevirilerini yayımladığım oyun metinlerinin Youtube ve benzeri sitelerde sahnelenme videolarını bulabilmek, metni bu videoların eşliğinde okuyabilmek bence teknolojinin bizlere sunduğu müthiş bir olanak. Ancak, bunu yaparken bu sitelere herkesin iyi kötü her türlü videoyu yükleyebildiğini unutmamak gerekir. Özellikle Beckett’in oyunlarından yazarın istediği gibi olanlarının yanısıra hiç istemediği gibi olanlarının da bulunduğu konusunda uyarmak istedim. Burada çevirisini yayımladığım Ohio Doğaçlaması’nın şu filmleştirilmiş versiyonu bir Beckett oyununun nasıl yazarın hiç istemediği taraflara çekilebildiğine iyi bir örnek olabilir: https://www.youtube.com/watch?v=w7uZ22A0zIs

 

Ninni (Rockaby), Samuel Beckett

Halka Açık Çeviriler – 3

Çeviri metni için lütfen tıklayın —>NİNNİ_Beckett

B WhitelawBu çeviri 1988’de Gergedan dergisinde yayımlanmıştı (Gergedan, No. 5, İstanbul: Eylül 1988). Ekteki metin o çevirinin ciddi biçimde elden geçirilip düzeltilmiş hali.

Samuel Beckett’in her zaman için birinci tercihi olan oyuncu Billie Whitelaw’un oynadığı oyunun video kaydı Youtube’da iki bölüm halinde bulunuyordu ama, sanıyorum telif hakları nedeniyle, kaldırılmış. Şimdilik şurada izlenebilir (Beckett’in oyunun nasıl sahnelenmesini istediğini göstermesi açısından ilgilenenlerin arada bir internette aramasını tavsiye ederim):

İkiye Yarılmışlığa Bir de Şöyle Bir Bakış

İkiye Yarılmışlığa Bir de Şöyle Bir Bakış

Türkiye’deki özel okullar üzerine yazılmış bir makale çıktı karşıma. Yazar 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’ndaki yabancı ve azınlık okullarının ne çok sayıda olduğunu anlatıyor (yüzlerce olduğunu bilmezdim) ve şu saptamayı yapıyor:

Devlet, eğitim verme sorumluluğunu yönetici-memur ve asker yetiştirmekle sınırlandırmıştır. Bunun doğal sonucu olarak, çeşitli dinî gruplar ve topluluklar, eğitimlerini kendileri sağlama yoluna gitmişlerdir. Bu durum, özel okulların yaygınlaşmasını pekiştirmiştir.*

Robert Lisesi, Gould Hall

Robert Lisesi, Gould Hall

Bundan devlet okulu ve özel okulla belirlenen bir işbölümünün epeyce eski bir geçmişi olduğu sonucu çıkıyor: Devlet sürekliliğini sağlayabilmek için kendine gerekli kadroların yetiştirilmesiyle ilgilenmiş, devlet mekanizması dışında kalan iş alanları için eğitimi özel okullara bırakmış.

Bu saptamanın doğruluğunu yanlışlığını tartabilecek bilgiye sahip değilim. Ama kişisel deneyimime dayanarak şunu söyleyebilirim: Ben şu sıralarda kabaca 55-65 yaşlarında olan, yani dünyada her sektör ve kurumda en üst düzeylerde dolaşan kuşaktanım. Bu, ortaoğrenimini 1960’larda tamamlamış kuşaktır. Ve bizlerin ortaöğrenimden geçtiğimiz yıllarda Türkiye’de durum az çok bu yazıda söylendiği gibiydi.

1960’ların başlarında Türkiye’nin nüfusu 30 milyondan azmış. Okuryazar oranı yalnızca % 40 imiş ve nüfusun % 70’i tarım ve hayvancılıkla uğraşırmış. Yani, lise, hatta ortaokul okumasının gereksiz olduğu düşünülen epeyce bir çocuk vardı, öğrenimde bugünkü gibi kıran kırana bir rekabet yoktu.

Ortaöğrenime devam etmesi uygun görülen, ilkokulu bitirmiş on iki yaşındaki bir çocuğun önünde iki seçenek dururdu: Ya çok büyük çoğunluğun yaptığı gibi oturduğu bölgedeki ücretsiz devlet ortaokuluna yazılacak ya da yabancı bir dilde eğitim veren, genellikle yabancıların kurup yönettiği, çoğu İstanbul’da olan bir avuç paralı özel okuldan birinin sınavına girecekti. Fen liseleri, Anadolu liseleri, Türk girişimcilerin kurduğu kâr amaçlı “kolejler” gibi üçüncü bir seçenek oluşturan okullar tek tük belirmeye başlıyordu.

Özel okullar öğrencilerini kendi özel sınavlarından geçirerek seçerdi. Seçilenlerin çoğunluğu okul ücretini ödeyebilecek güçteki kentli profesyonellerin, eşrafın ve üst düzey memurların çocukları olurdu. Yani, temelde, evine gazete, kitap giren, radyoda haberleri dinleyen, arada bir seyahat eden, az da olsa okumuş ailelerin ilkokulda “ihtimamla” yetişmiş, sınav hazırlık dersleri aldırılmış çocukları.

O yıllarda en öncelikli hedef çocuğun bir yabancı dil öğrenmesiydi (“bir lisan, bir insan; iki lisan, iki insan” sözü çok yaygındı). Kendini sıradanlıktan kurtarmanın anahtarı buydu. Sonrasında da Orta Doğu, Hacettepe, Boğaziçi gibi İngilizce ağırlıklı eğitim veren “elit” üniversitelerden birinde iş idaresi ya da mühendislik okuması ya da bir tıp fakültesine girmesi, bunlar olmazsa da yurt dışına gitmesi hayal edilirdi. Devlet okuluna giden çocuğun sonunda –yıllarca İngilizce derslerinde E. V. Gatenby kitapları hatmettirilmesine rağmen– bir turiste iki kavşaklık yol bile tarif edemediği bilinirdi.

Yabancı dil öğretiminin ötesinde birçok öğrencinin yatılı okuduğu özel okulların “püf noktası,” kanımca, okumuş ailelerin seçilmiş çocuklarının birbiriyle etkileştiği kapalı alanlar (kampus) yaratmalarıydı. Bu ortamlar dili öğretilmekte olan batı ülkesinin kalıplarıyla düzenleniyor ve öğretmenler kendi toplumlarının kültürel kodlarını yerel kodlarla karşılaştırma yapmadan, nesnel bir tavırla tanıtıyorlardı (her toplum gibi Türkiye toplumunun da kendini kendinden başkasının eleştirmesine dayanamadığının ayrımındaydılar). Kampusun içiyle dışı arasında bir farklılık oluşması ve çocukların bunu gözlemleyerek, karşılaştırarak yetişmesi kaçınılmazdı.

İngilizce bilen Türkler arasında yazışma örneği.

İngilizce bilen Türkler arasında yazışma örneği.

Bu karşılaştırmalı eğitimin sonunda ulaştığımız sonuçların başında Batı’nın Doğu’dan kesinlikle daha üstün olduğu geliyordu (bunun önemli bir nedeni Batı’nın Hıristiyanlığı olmasa da Doğu’nun Müslümanlığıydı). Türkiye’nin sorunlu bir ülke olduğunun ayrımındaydık: Sorunlar ancak Cumhuriyet’in de hedef edindiği biçimde, Batılılaşarak çözülebilirdi ama “halk” yabancı dil bilmezliği, cehaleti ve dogmaları yüzünden bunu kavrayamıyor ve beceremiyordu. Kampus dışındaki halkın sıradan yaşantısı ancak eleştirmek için, yermek için, acıdığımız için ya da dalga geçmek için, yani, temelde, farklılığımızı birbirimize ve kendimize kanıtlamak için sözünü ettiğimiz bir gerçeklikti. Çocukluk yıllarında bile kendimizi “aydın” olarak nitelendirebilmemizin nedeni bu farklılık duygusuydu.

Sonuçta, çoğumuz özel okul kampusundan elit üniversite kampuslarına geçti, onun ardından da kendine “Batılı” olduğunu düşündüğü biçimlerde izole, küçük, lüks kampuslar kurdu. (“Kampus” sözünü mecaz anlamında da, bekçili, dikenli telli, güvenlik kameralı mekanları düşünerek sözlük anlamında da okuyabilirsiniz.) Toplumsal örgütlenmede katkı ve söz sahibi olmak aklımızın ucundan geçmedi: ne siyasete girenimiz oldu, ne de devlette çalışanımız.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, 4 Ağustos 2014 (Hürriyet Gazetesi)

Türkiye Büyük Millet Meclisi, 4 Ağustos 2014 (Hürriyet Gazetesi)

Getirisi yüksek, özgürlüğü bol özel sektör dururken devlete memur olmanın cazip hiçbir yanı yoktu. Siyaset de bizlerin gözünde devlet okullu alt “kastların” kendi aralarındaki dalaşmalarından oluşan birtakım etkinliklerdi (arada bir ucu bizlere de dokunacak ölçüde ileri gidecek olurlarsa kampuslarımızı korumakla mükellef saydığımız asker gelip iki tokat patlatırdı bunlara).

Kendimize yakıştırabildiğimiz tek bürokratlık gün gelip de yabancı ülkelerde elçi falan olmak üzere dışişlerine girmekti. Siyasete ciddi biçimde ilgi duyanlar var olmasına vardı ama bunların katılımları hal ve gidiş hakkında tespit üretmekle ve fikirlerini “oturarak” (üniversite kürsülerinden ya da gazete köşelerinden) iletmekle sınırlı kaldı.

Bu düşüncelerimi duyurduğum 55-65 yaşlarındaki özel okullu kuşağımdan en sık duyduğum yanıt, devlet ve siyaseti elinde tutan kesimlerin bizleri aralarına sokmadığı oluyor: “istesek de giremezdik.” Çoğunun yaşamında hedef edindiği şeyleri elde etmekte ne ölçüde başarılı olmuş olduğuna, organizasyon becerisine bakınca bu gerekçe aklıma yatmıyor.

Özetle, bizler siyaset ve devlete bulaşmaya gerek duymadık. Çünkü gerek duymamızı gerektirecek bir durum olmadı. Çünkü ülkedeki siyasi dalgalanmalar kampuslarımızdaki yaşantılarımızı hiçbir zaman somut biçimlerde etkilemedi, yaşantı biçimlerimizde ve tüketim gücümüzde bir eksilme olmadı (belki her durumda bir artış olduğu bile söylenebilir). Siyasi gidişattan şikayetlenmemizin temelinde kampus dışından içeri sızmalar olması, çevremizde görmeye alışık olmadığımız ve kendimize yakıştıramadığımız yüzler belirmesi ve “bizden” olmayan birilerinin “bize ait” saydığımız türden tüketimin bir kısmına el atması yatıyor (bu zaman zaman gözüme ekonomik ya da politikten çok estetik bir rahatsızlık gibi görünüyor).

Cumhuriyet döneminde devlet tabii ki Osmanlı gibi yalnızca asker ve bürokrat yetiştirmekle yetinmedi, giderek her türlü mesleğin eğitimini sağlamaya çalıştı. “Özel sektör bütünüyle özel okul mezunlarının elindedir” gibi bir şey tabii ki söylenemez; devlet okullarından mezun sayısız insan her türlü işe girdi. Ama ne yazık ki “devlet ve siyaset eskiden olduğu gibi şimdi de bütünüyle devlet okullarından mezunların elindedir” demek yanlış olmaz.** Yani, en azından benim kuşağım 19. yüzyıldan beri süregelen işbölümünü devam ettirdi.

1960’lardan sonra başlayan okul sayısında ve türündeki artışın bu geleneksel işbölümünü nasıl etkilediğini bilmiyorum. Ama benim özel okullu kuşağımın çocuklarını yabancı dille eğitim veren özel okullara ve özel sektöre sokmaya devam ettiğini biliyorum. Henüz hep istemedikleri yönde ilerlediğinden şikayetlendikleri “gidişatı” değiştirmesi için çocuğuna siyasete atılmayı ya da devlette görev almayı salık veren bir tanıdığa rastlamış değilim.

________________________

* Dr. Selçuk Uygun, “Türkiye’de Dünden Bugüne Özel Okullara Bir Bakış (Gelişim ve Etkileri),” Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Yıl: 2003, Cilt: 36, Sayı: 1-2.

** Kasım 2013’te yaptığım ve bu blogda yayımladığım araştırmalarımda Türkiye’deki 81 validen birinin bile ortaöğrenimini yabancı dille eğitim veren bir özel okulda tamamlamamış olduğunu gördüm (Parantez İçinde: (TC Valiler Profili)). Aynı biçimde, 2009-2014 dönemindeki 81 il/büyükşehir belediye başkanı arasında bu türden özel okula gittiğini saptayabildiğim kişi sayısı da 4 oldu (Parantez İçinde: (TC Belediye Başkanları Profili)).

 

 

Bu Blog, Aslında… ve Gençlere Üç Makarna Tarifi

Bu blogun okuyucu sayısı yavaş yavaş artıyor. Yazıların çoğu otobiyografik sayılır ama yine de kendimi tanıtmam için “okuyucu istekleri” geliyor. Bu yazıyı (bir parça) o isteklere yanıt olsun diye yazdım.

1

Ben yaklaşık otuz yıldır New York’ta oturuyorum, başka bir yere gitmeye de henüz pek niyetim yok. New York’a İstanbul’dan geldim, İstanbul’a Tarsus’tan gitmiştim, Tarsus’a da Elazığ’dan. Aralara irili ufaklı başka şehirler de girdi ama ana rota bu oldu.

“Geçmiş” dediğimiz şey, malûm, bellekten oluşuyor. Benim zihnim belleğindeki malzeme konusunda fazlaca sevecen ve himayeci: hiçbirini unutmamaya çabalıyor, yeni bir deneyimin bir ötekini silmesine razı olmuyor. Bunun neden böyle olduğunu kestiremiyorum (çözebilirsem yazıp bildiririm).

Ömrüm boyunca bir baltaya sap olmak yerine saplığını sevdiğim ve becerebildiğim birkaç baltanın birinden ötekine sıçrayabilmek istedim. Bunun bir nedeni becerilerim konusunda da himayeci olmam, bir nedeni de sıkılma özgürlüğüm konusundaki hassasiyetim olabilir. Özetle, “sen nesin?” diye sorulduğunda verecek bir yanıtım olmasın istedim ve başardım: bu soruya yanıt bulamamayı hâlâ sürdürüyorum. Ama “şu sıralarda” ne yaptığım sorulduğunda verecek bir yanıtım hep oluyor, çok şükür.

2

Becerebildiğim birkaç işten biri de yazmak. Oturup epeyce geniş bir alana yayılmış belleğimin ötesinden berisinden bir şeyleri bir araya getirip kompozisyonlar oluşturmak benim için hoş bir uğraş. Benim gözümde bunun müzik kompozisyonundan (becerebildiğim başka bir iş) pek bir farkı yok. İngilizcem zayıf değil ama, doğal olarak, anadilimi daha rahat kontrol edebiliyorum. Kaldı ki, bellek malzememin en az yarısı da Türkiye’den kalma. Fırsat bulduğumda ya da yaratabildiğimde Türkçe dilinde yazıyorum.

Bu blog da benim Türkçe yazmama olanak veren bir iletişim ortamı. İnternet ortamının en güzel tarafı, okumak isteyenin üç-beş dakika zaman ayırmak dışında hiçbir harcama yapmasını gerektirmemesi. Ancak, bir karşılık gözetmeden dünyaya sunulan bir yazının bile laf olsun diye yazılmaması, birilerine bir yarar sağlamaya yönelik olması gerektiğine inanıyorum.

Bu yazılardan yararlanmasını umduklarım öncelikle Türkçe dilini konuşan genç kuşaklar. Yazarken zihnimde hitap ettiğim kişiler genellikle onlar oluyor. Şimdilerde ellilerini, hatta kırklarını aşmış olan Türkiyeli okumuş kentli kuşaklarla, yani “benim ekip”le iletişim kurmakta eskiden de zorlanırdım, şimdi de zorlanıyorum.

Beni tası tarağı toplayıp başka bir ülkeye göçe itenin ne olduğunu formüle etmeyi denediğimde, bitmez tükenmez bir taraflaşma ve kavgalaşma enerji ve sinerjisine bir türlü ayak uyduramadığım geliyor aklıma. Lunaparkta kapalı bir mekanda sürekli birbiriyle toslaşarak dolaşan “çarpışan otomobil” eğlencesine katılmayı bir türlü beceremeyen ve kalkıp çıkan birine benzetebilirsiniz (sürücü ehliyetim hâlâ yok).

Bu benzetme doğru bir teşhis midir yoksa kişiliğimden kaynaklanan öznel bir görüntü müdür bilmiyorum, ama sanki Haziran 2013’teki Gezi Parkı olaylarının en azından ilk günlerinde gençlerden oluşan bir kesim benim bu teşhisimi paylaştığını, artık taraflaşıp kavgalaşarak yaşamak istemediğini söyledi gibime geldi. Emin konuşamıyorum çünkü birçoğu gibi ben de bu gençlere baktığımda ne görmek istiyorsam onu görmüş olabilirim.

3

Birisi Türkçe bilenler tarafından okunacak yazılar içeren bir blog oluşturmaya karar verdiğinde “ama Türkler okumaya meraklı değil” sözünün aklına takılmaması olanaksız. Kişi başına düşen kitap ve gazete sayısı gibi istatistikler okumaya pek heves olmadığını doğruluyor tabii ki. Ama “niye okumuyorlar?” sorusunu sorup “eğitilmemişler,” “alışkanlık kazanmamışlar,” “üşengeçler” gibi beylik açıklamaların biraz ötesine baksak, belki de okumayanların okumamakta pek de haksız olmadıklarını göreceğiz: çünkü, kanımca, yazmak ve okumak denince akla gelen imgelerde tatsız bir şeyler var.

Dikkat ederseniz (ki bence etmekte yarar var), Türkiyelilerin birbiriyle iletişiminde bana bazen bir saplantı gibi görünen, adına “aslındacılık” dediğim, egemen bir “sunum tekniği” var (“esasındacılık,” “gerçektecilik,” “hakikattecilik,” “haddizatındacılık” deseniz de olur). Bütün bir Ortadoğu için geçerlidir belki de bu. Tartışma bir yana, orasına burasına “aslında”nın ya da benzeri bir sözcüğün serpişmediği bir konuşmaya, herhangi bir fikir yazısına neredeyse rastlanmıyor. Nereye baksam parmak uçlarını birleştirdiği elini karşısındakinin yüzüne tutup işin “aslını” anlatan birilerini görüyorum (fikirleri konusunda pek bir kuşku belirtisi göstermeden).

Bu saplantının böylesine kök salabilmesinin nedeni toplumda ön planda görünene karşı yerleşmiş derin bir güvensizlik duygusu olabilir: “esas”ın hep arkalarda bir yerlerde, birtakım gizli kapaklı düzenlemelerde yattığına inanılıyor. Bu belki de bu topraklarda çok eskilerden beri süregelen, pek de asılsız olmayan bir paranoya. “Aslındacılık” bazen bana insanların bu paranoyayı kullanarak toplumsal hiyerarşide kendilerine ittire kaktıra yer açma yöntemiymiş gibi görünüyor.

Dikkat çekmekte yarar gördüğüm ikinci bir nitelik de bu toplumda hiyerarşinin, yani üsttelik-alttalık paradigmasının iletişimi çok büyük ölçüde biçimlendiriyor olduğu. Kaldı ki, kimin üstte, kimin altta olduğunu belirleyen nedir diye baktığımda da bunun içerik değil, büyük ölçüde biçim olduğunu görüyorum. Amblematik, hattâ üniformalı bir toplumdan söz ediyoruz: bilgili olmak, zenginlik, akademik paye, yabancı dil bilmek, araba sahibi olmak, iri yarı olmak, ünlülük, batılı kılıkta olmak, resim sergisine gitmek, şaraptan anlamak, daha yaşlı olmak, üst katta oturmak, rakı adabını bilmek, suşi yemek gibi belirleyiciler bir subayın apoletlerindeki yıldızlar kadar simgeleşebiliyor.

Ve üst-alt ilişkilerinde olumlu duyguların egemen olduğunu söylemek de zor. Yıllarca çocuklara her Allah’ın günü “büyüklerimi saymak, küçüklerimi sevmek” diye bağırtılmış olması aklıma bir zamanların komedyeni Muzaffer Hepgüler’in bir esprisini getirir: “En yararsız kuş hangisidir? Yarasa.”

4

Yazı konusuna dönersek, yazılı basında fikir yazılarının neredeyse tümü (yazısızları pek izlemiyorum), fikir duyurusu amaçlı bloglar ve kitapların da birçoğu doğrudan ya da dolaylı yoldan “aslında”yı göstermeye odaklı. Ve de bu didaktik “aslında” yazılarının çok büyük çoğunluğu siyasi analiz, eleştiri ve tahminden oluşuyor: “esas”ın ne olduğunu bilen yazarlar üst katlardan doğruları haykıran vaiz konumundalar.

Toplam nüfusa oranla sayıları çok olmasa da, bu yazıları okuyanlar neden okuyorlar? Dikkat ederseniz “karşı taraf”tan pek bir şey okunmuyor, herkes kendi fikrinde olduğunu bildiklerinin yazılarını okuyor. Yani, yazı bir tür “cephane tedariki” amacıyla okunuyor: başkalarının ağzının payını vermekte kullanılacak “aslında” formülleri oluşturabilmek, “sen biliyor musun ki…” ya da “okuyup etmeden boş boş konuşma” diyebilmek, “olaylar”dan haberdarlığıyla hiyerarşik yapıdaki yerini pekiştirmek için.

Şiddet temelli ilişki modunu sürekli sıcak tutması bir yana, “devlet meseleleri”nin medyayı ve günlük iletişimi bu ölçüde kaplamasının bence en büyük zararı, kişileri günlük gerçekliklerine odaklanmaktan alıkoyan oyalamalar yaratması. Yirmi dört saat boyunca içinde dolandığımız günlük yaşantılarımızı zihinlerimizde kayda değmezleştiren bir yanılsama oluşuyor. Belki de büyük konularla uğraşan büyük adamların büyük karar ve davranışları konusunda ahkâm keserek kendini büyük hissetmek gibi bir şey bu, bilemiyorum. Akşama ne yiyeceğimiz bunun yanında yüz kızartacak küçüklükte, önemsizlikte bir ayrıntı oluveriyor.

Ve ben bu manzara karşısında “çocuklara yazık oluyor” duygusuna kapılıyorum.

Türkiye vatandaşları için siyaset oldum olası odasından izlediği bir televizyon dizisi kadar sanal, katartik ve hüsnükuruntusal bir vakit geçirme biçimi oldu. Siyasi gelişmelerin gelip günlük yaşantılarımızda bizi bulması pek öyle kolay olmuyor. Siyaset günlük gerçekliğimize somut biçimde olsa olsa yemek masasını yumruklayarak vatanın batırılmakta olduğunu haykıran akraba biçiminde giriyor. Ki, o da genellikle söz konusu akrabanın “devlet meseleleri” kılığında sunduğu kişisel meseleleri oluyor.

Bilebildiğimiz kadarıyla her birey dünyaya bir kez geliyor, tek bir hayatı var ve hayatını sahiplenmek herkesin en doğal hakkı. Günlük yaşantılarımız son derece ilginç, eğlenceli, derinlikli, düşündürücü şeylerle dolu ve benim düşüncemde “hayatın tadına varmak” bunların tadına varmak anlamına geliyor. Ancak, bunu başarmak için şu önceki kuşaklardan miras kalan gözlükleri atıp çıplak gözle bakabilmek gerektiğini düşünüyorum. Sapına kadar bireyci bir birey olarak, hem kendi hayatına hem de diğerlerininkine saygı ve hoşgörüyle yaklaşabilmenin yolunun bu olduğuna inanıyorum. Bu blogdaki yazıları da bu gözlüklerin çıkarılmasında bir yardımı olabileceğini düşünerek yazıyorum. Blogun adı da, malûm, İsteyen Okusun.

5

Bu doğrultuda: Öğrenci olan, tek başına oturan ya da karnın arada bir acıkmasını baş belası sayacak kadar meşgul herkese çabuk tarafından hazırlanabilip sıcak ve besleyici yemek yeme olanağı veren üç makarna tarifi sunuyorum. Her üçü de uzun süre dayanabilen, stoklanabilir ucuz malzemeyle yapılıyor. Suyun ısınıp makarnanın haşlanması bitinceye kadar geçen sürede sosları hazırlamak mümkün. Kilo almamak için makarna miktarının az tutulmasını öneririm. (Tarifler bir kişi için.)

bell-peppers1. BİBERLİ MAKARNA

2-3 dolmalık ya da uzun kırmızı tatlı biber

1 diş sarımsak

Zeytinyağı

Tuz

Siyah zeytin (şart değil)

Makarnanın üstüne rendelenmiş parmajan ya da kaşar peyniri (şart değil)

Biberleri ocağın üstünde, mangalda ya da fırın ızgarasında közleyin. Kabuklarını soyup çekirdekleri çıkarın, karıştırıcıya (blender) koyun, bir diş sarımsak, biraz zeytinyağı ve tuz ekleyin, karıştırın, makarnanın üstüne dökün. Birkaç siyah zeytin de ekleyebilirsiniz.

 2. TON BALIKLI MAKARNA

tuna1 kutu konserve ton balığı

1 orta boy kuru soğan

Zeytinyağı

1 domates

1 küçük avuç kuru maydanoz (ya da, haliniz varsa, yarım demet doğranmış taze maydanoz)

Yarım fincan beyaz şarap (uzun süre dayanan yemeklik beyaz şarap da olur)

Siyah zeytin (şart değil)

1 tatlı kaşığı kapri çiçeği (şart değil)

Tuz ve karabiber

Soğanı küçük doğrayıp bolca zeytinyağında kavurun, doğranmış domatesi (ben kabuğunu soyuyorum) ve kuru maydanozu ekleyin, domatesler yumuşayıncaya kadar (5-10 dakika) pişirin, suyu/yağı süzülmüş ton balığını, birkaç siyah zeytini, kapri çiçeğini ve tuz ve karabiberi ekleyin, 2-3 dakika karıştırarak pişirin, beyaz şarabı ekleyin ve ateşten alın, makarnanın üstüne dökün.

 3. SARDALYALI MAKARNA

1 kutu konserve sardalya (yağda ya da suda)OLYMPUS DIGITAL CAMERA

2-3 diş sarımsak

1 domates

Yarım tatlı kaşığı salça

1 yemek kaşığı kuş üzümü

1 yemek kaşığı çam fıstığı (önceden biraz kavurabilirsiniz)

Zeytinyağı

Siyah zeytin (şart değil)

Tuz, karabiber, (istenirse:) kekik, kırmızı pul biber

Dövülmüş ya da ince doğranmış sarımsağı zeytinyağında çok az kavurduktan sonra küçük doğranmış domatesi (ben kabuğunu soyuyorum) ve salçayı ekleyip 5-10 dakika pişirin. Ardından suyu/yağı süzülmüş sardalyaları, kuş üzümünü, fıstığı, zeytini, tuz ve baharatları ekleyin ve 3-5 dakika karıştırarak pişirin, makarnanın üstüne dökün.

 

Sanat Uzun, Hayat Kısa (Ars Longa, Vita Brevis)

Sanat Uzun, Hayat Kısa (Ars Longa, Vita Brevis)

Halka Açık Çeviriler – 2

Çeviri metni için lütfen tıklayın —>SANAT UZUN HAYAT KISA

Ars Longa

“Ars Longa Vita Brevis” John Arden’in oyunu için çizen John Vernon Lord (The Radio Times, 1964).

1970’lerin ortalarında Metin Deniz İngiltere’de bir oyun izlediğini, çok genç oyunculardan oluşan bir topluluğun basit bir metinden yola çıkıp son derece ilginç buluşlarla, çok çarpıcı bir gösteri yarattığını anlatmıştı. Oyunun Latince adı, Ars Longa, Vita Brevis de çok hoşumuza gitmişti ve meraklanıp metni bulmuş, keyifle okumuş, eğlencesine de Türkçe’ye çevirmiştik. Çeviri herhangi bir yerde yayımlanmadı ve sahnelenmedi.

Metni yazanlar çağdaş İngiliz tiyatrosunun en önemli yazarlarından John Arden (1930-2012) ve eşi Margaretta D’Arcy (1934-). Arden ve D’Arcy’nin çocuklarla çalıştıkları, çocukların teatral doğaçlamalardaki yaratıcılıklarını hayranlıkla gözlemledikleri bilinir. Bu doğrultuda, metnin girişindeki notta da belirttikleri gibi, Sanat Uzun, Hayat Kısa bir oyun metni değil, özellikle ortaöğrenim yaşlarındakilerin ya da daha gençlerin yaratıcılıklarını, düş güçlerini tetiklemek üzere oluşturulmuş bir taslak (kendi deyişleriyle “Çeşitlemeler İçin bir Tema” (A Theme for Variations)). Metin birçok açıdan çok “İngiliz”: başka bir kültüre uyarlanması mümkün olabilirse yazarlarının ya da temsilcilerinin herhangi bir itirazının olacağını sanmam.

Semih Fırıncıoğlu

 

Mutlu Günler (Happy Days), Samuel Beckett

Mutlu Günler (Happy Days), Samuel Beckett

Halka Açık Çeviriler – 1

Çeviri metni için lütfen tıklayın —> MUTLU GÜNLER_Beckett

Selisik_MutluGunlerSamuel Beckett’in Mutlu Günler (Happy Days) oyunu, 15. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali’nde, 4. Uluslararası Tiyatro Olimpiyatları kapsamında (Mayıs 2006) sahnelenmek üzere çevrildi. Oyunu Gerald Freedman yönetti, Çiğdem Selışık ve Manfred Bormann oynadı.

Happy Days‘in farklı video kayıtlarını internette bulmak mümkün. Beckett’in zihnindeki sahnelemeyi en iyi gösteren 1979’da Beckett’in kendisinin yönettiği, Billie Whitlaw ve Leonard Fenton’un oynadığı yapım bir süre Youtube’da izlenebiliyordu ama, sanırım telif hakkı nedenlerinden, kaldırılmış.

Katalogda yayımlanan tanıtma yazısı:

Samuel Beckett’in 1952’de yazdığı Godot’yu Beklerken’den 1980’lerin başlarındaki kısa oyunlarına kadar izlediği çizgi, bilinçli ve yöntemli bir minimalleşmeden oluşur. Alışıldık tiyatrodan çok müzik besteleme prensipleriyle kurguladığı oyunları, bir bakıma, dört çalgılı orkestra için “insanın hali” üzerine yazılmış rapsodilerden düetlere, ardından da süresi giderek kısalan aryalara dönüşür. Bu gelişme doğrultusunda Beckett’in düşünceleri de neredeyse birkaç sözcüğe sığacak ölçüde kristalleşir. Son uzun oyunu Mutlu Günler (1961), bu çizginin tam ortasında yer alır. Daha önceki oyunlarındaki gidip gelmeler, vodvil oyunculuğu, seri diyaloglar, Mutlu Günler’de Winnie’nin beline kadar toprağa gömülmesiyle birlikte sona erer. Bundan sonra yazdıkları bir bakıma Winnie’nin sesi, yüzü ve sözleri üzerine çeşitlemelerdir.

Beckett açısından üzerinde düşünülmeye değer en önemli konu varoluştur: Neden var olunduğunu, var olmanın anlamını bilebilmek olanaksızdır. Bir anlamı, kozmik bir amacı varsa da insan bunu çözebilecek meleke ve bilgiyle donatılmamıştır. Yaşam, ilk saniyesinden son saniyesine kadar ölmemeye gayretten, daha doğrusu ölümü geciktirme gayretinden oluşur, çünkü yaşam eskimek ve tükenmek üzere başlar, ölmek üzere doğulduğu bilinir. Ve evrenin bu konuda herhangi bir kaygısının olduğu, bu saçmalığı umursadığı da görülmemiştir.

Sonuçta, Beckett, insanı tuhaf bir ikilemin ortasında sıkışıp kalakalmış bir konumda görür: Devam etmek için hiçbir neden yoktur ama yine de devam eder insan. Birbirini ve bir şeyleri sahiplenerek, alışkanlıklar üreterek avuntular yaratır kendine — bunlarla zamana karşı durduğunu düşünür. Varoluşun böylesine anlamsız olabileceğini kabullenemez; hurafeler, açıklamalar uydurur. “Şimdi”den başka hiçbir ana ait olmamasına karşın, benliğinin geçmişe ve geleceğe yayıldığını düşünerek zamanı sahiplenmeye çalışır. “İnsan hali”ni bir türlü kabullenemeyen akıl, inatla, yılmadan asılsız fanteziler üreterek acımasız gerçeklikle çarpışmaya çalışır. Acıklı olduğu kadar gülünç de saydığı bu trajikomik durum Beckett’in yapıtlarında ironinin ve teatralitenin kaynağını oluşturur (örneğin, çölün ortasında beline kadar toprağa saplanmış bir kadın “cennet gibi bir gün daha” sözleriyle başlar oyuna).

Beckett açısından alışıldık, gerçekçi sanat yapıtlarının işlevi gerçekliği yansıtmak değil, tam tersine gerçekliği yadsımak, örtbas etmektir. Tiyatro sahnesinde inandırıcı karakterlerin, yeri ve zamanı belli, neden-sonuç ilişkisiyle gelişen olayları canlandırmaları, kendilerini “anlamlı” cümlelerle ifade etmeleri, varoluşun bir mantığın ürünü olduğu izlenimi verir. Yani, gerçekçi tiyatro bir yanılsama yaratır. Beckett’e göre sanatın işlevi “ifade edecek bir şey olmadığının … ama ifade etmemenin de imkansız olduğunun ifade edilmesidir.” Bu doğrultuda, Beckett nedensel olay ve diyalog akışını reddeder. Beckett oyunlarının örgüsü bir bakıma aklın gerçekteki işleyiş biçimini yansıtır: kavrayabilme ve ifade edebilme endişesiyle biçimlenen kesintili hareketler ve sözler. Bu bağlamda, Beckett’in oyunlarını müziğin ani tanımlamaları reddeden, iletişimini çağrışımlarla kuran yapısını izleyen mersiyeler olarak görmek gerekir.

Semih Fırıncıoğlu

Halka Açık Çeviriler

Şimdiye kadar yapmış olduğum İngilizceden Türkçeye edebi çevirileri rafta tutmak yerine bu blogda birer birer PDF formatında yayımlamaya karar verdim. Ekranda da okunabilir, isteyenler bilgisayarlarına indirip kağıda da basabilirler. Çevirilerin çoğu tiyatro metinlerinden oluşuyor.

Blogdaki yazıları izleyenlerin birçoğunun ilgi alanına girmeyeceğinin farkındayım ama ilgilenebileceğini düşündükleri kişi ya da kurumları haberdar ederlerse sevinirim.

1 – MUTLU GÜNLER (HAPPY DAYS) — Samuel Beckett

2 – SANAT UZUN, HAYAT KISA (ARS LONGA, VITA BREVIS) — John Arden ve Margaretta D’Arcy

3 – NİNNİ (ROCKABY) — Samuel Beckett

4 – OHIO DOĞAÇLAMASI (OHIO IMPROMPTU) — Samuel Beckett

5 – KENDİNE AİT BİR ODA (A ROOM OF ONE’S OWN) — Virginia Woolf