Kargalara methiye

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 28 Ağustos 2013

Çocukluğumda, fırtınalı bir havada anneannem bahçede ağaçtan düşmüş bir karga yavrusu görmüş, yerden alıp bir kenara koyayım derken karga sürüsünün saldırısına uğramıştı. Saçını didik didik etmişler, elini yüzünü gagalamışlardı zavallının. O günden beridir çok saygı duyarım kargalara ve merak ederim bu çalışkan, dayanıklı, birbirine karşı sorumluluk duygusu gelişmiş, zeki hayvanları aşağılamadan konu edinen bir sanat yapıtı niye yoktur diye. Özellikle de şu ünlü mü ünlü Kuğunun Ölümü balesine her rastlayışımda aklıma takılır bu.

Kuğunun Ölümü, Mihail Fokin’in 1905’te dansçı Anna Pavlova için yarattığı kısa bir solo (YouTube’da The Dying Swan diye bakarsanız, Pavlova da dahil, birçok balerin tarafından icrasını izleyebilirsiniz). Olay kurgusu çok basit: Yanık bir viyolonsel solosu eşliğinde kuğunun çırpına çırpına ölüşünün temsili. Bunun kayda değer tarafı nedir? Şudur: Ölen karga, saksağan, güvercin değil, kuğu. Neden kuğu? Çünkü güzel ve zarif sayılan bir yaratık, hareketleri ağır, boynu ince ve uzun, rengi kar beyazı (zenci değil). Magazin basınında sık rastladığımız, başına bir felaket gelmiş bir kadın haber edilirken “genç ve güzel” sıfatlarının yapıştırılmasıyla aynı mantık (çirkin ya da yaşlı olsa felaketi haketmiş sayılacak: “Gebersin gitsin, kime ne?”) Tabii ki kuğuyu bir balerin oynuyor, sanki bütün kuğular dişiymiş gibi.

Kuğunun kargadan üstün sayılmasında yaşantı biçiminin de payı olabilir: Genç yaşta evlenen çiftler ömür boyu ayrılmadan, durgun sularda süzülerek sakin bir hayat sürüyorlar. Gıdaları da bitkisel, et yemiyorlar. Kargaların bitip tükenmez enerjisinden, koşuşturmasından, sürekli nereden ne koparabileceğini hesaplamasından, işbölümünden, renkli şehir yaşantısından eser yok kuğularda. Ama insanlar istedikleri an pencerelerinin önüne bir iskemle çekip son derece hareketli ve ilginç karga tiyatrosunu izleyebilecekken kalkıp suyun üzerinde öylesine dolanan sıkıcı birkaç kuğu görmek için göllere, parklara gidiyorlar. Çünkü “kuğu güzeldir ve izlenir, karga çirkindir ve izlenmez” diye zırva bir kural çakılmış zihinlere.

Epeyce kabaca da olsa çağdaş sanatların klasiklere olan itirazını özetleyivermiş oldum sanıyorum.

İngilizceleşme üzerine

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 21 Ağustos 2013

Özellikle şimdilerde yetmiş üstü yaşlara ulaşmış olan sol eğilimli akademisyen ve entellektüeller arasında bir zamanlar çok yaygındı: Öztürkçe sözcük kullanmanın yanısıra İngilizce sözcük kullanmamaya, Türkçesi olmayan bir sözcük ise de yabancı dildeki okunuşuyla değil, Türkçe okunuşuyla söylemeye özen gösterirlerdi.

Ben bu kişilerin özellikle New York’u ziyaret edenlerine, hattâ burada okumakta, çalışmakta olanlarına hayret ederdim. Örneğin, Village denen bir semt var, bunlar ısrarla “köy” derlerdi. Türkler arasında konuşulurken Little Italy, China Town, UN Plaza, Central Park gibi yerler “Küçük İtalya,” “Çin Köyü,” “Birleşmiş Milletler Meydanı,” “Santral Park” olarak anılırdı. Bronx’a Amerikalılar gibi “branks”, Manhattan’a “menhetın”, New York’a “nüu york” demek sanki özentilik, yozlaşmışlık belirtisi oluyordu; “bronks,” “manhatan,” “nev york” denmesi gerekiyordu. İyi İngilizce bilmelerine rağmen Türklerle konuştuklarında ağızlarından kazara İngilizce bir laf kaçsa (aralarında her nasıl bir baskı geliştirmişlerse) utanırlardı.

Son yıllarda Türkiye’yi ziyaret ettiğimde gidip bu tanıdıkların kapılarını çalıp tabelaları, reklamları, dergileri falan gösterip “hayrola?” demek geliyor içimden. “Bomonti’deki üzerinde kocaman Ant Hill yazan kulelere gâvurlar gibi ‘ent hiıl’ mı diyorsunuz, yoksa şoför arkadaşlar gibi ‘antil’ mi” diye sormak istiyorum. Torunlara “şoping” yerine “alışveriş” dedirtmekte ısrar ediyor olabilirler ama Capacity, City’s, Metrocity, World Atlantis, Carousel konularında ne yapıyorlar acaba? Maslak + Manhattan kırmasına “Mashettın” diyeni azarlayıp “özentilik yapma, mashatan de” mi diyorlar? My Towerland ya da My Roseland gibi bir yerde “rezidans” imkânı çıksa kabul ederler mi? Sunset Grill & Bar’da yemek yiyorlar mı? Merak ediyorum, dört bir yanı böyle görmemiş İngilizcesi sarmasında bu kesimlere tepkinin de bir payı oldu mu acaba?

Karşılaştırmacı turistler

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 18 Ağustos 2013

Başka milletler n’apıyor pek bilmiyorum ama New York’u ziyaret eden Türklerin galiba artık genelleyebileceğim bir huyu var: Sanki New York’u İstanbul’la karşılaştırmak ve buranın hiç de öyle söylendiği kadar olmadığını tesbit etmek üzere gelmiş gibi iniyorlar uçaktan. “A bu bizde de var” ya da “bu muymuş?” dillerinden düşmüyor. Karşılaştırmalı turizm yapıyorlar. Bunları ağırlayan, buraya yerleşmiş ve içini sürekli “acaba yanlış mı yaptım memleketi bırakıp buralara gelmekle?” kurdu kemiren kişiler de “ama bak, şunu sizin orda bulamazsın” tribine giriyorlar. Zorlanır gibi olduklarında da “burada sucuk da var pastırma da, isterseniz lâhmacuna bile gidebiliriz” savunması başlıyor. Sanki birinin amacı memlekette kalmış olmasının, ötekininki de çıkmış olmasının isabetliliğini kanıtlamak.

Ben bu konuda epeyce bir vurdumduymaz oldum. Bir durum hariç: Metroya indirdiğimde “bu ne döküntü, pis, gürültülü bir şey, İstanbul’a gelsinler de metro görsünler” lâfını duyunca cinimi kontrol edemiyorum.

Müstakbel New York ziyaretçilerinin bilgisine: Bu şehrin metrosunun yapımına 110 (yüz on) yıl önce başlanmış. Yani, bu kadar tünel, kazma kürekle ve bir yığın adamın kanıyla, canıyla açılmış. Arada bir orası burası restore olur ama ana iskelet hâlâ 1930’lara kadar yapılmış olandır. 468 adet istasyon bulunmaktadır. New York şehri metrosundaki rayları alıp uç uca koyarsanız İstanbul’dan Ankara’ya kadar gider, geri gelir, Edirne doğrultusunda biraz daha devam edebilirsiniz. Toplam ray uzunluğu 1,055 kilometredir. 6,300 adet vagon hafta içi bir günde ortalama 5,4 milyon kişi, yılda 1,7 milyar kişi taşır. Bu nedenlerden de trenler biraz hoplaya zıplaya gider, gürültülüdür, istasyonlar kokar, dikkatli bakarsanız rayların arasında takılan, kendine güveni tam, New Yorklu lağım fareleri de görürsünüz. Yani, olacak o kadar demek istiyorum. Yine de, metro son yirmi yılda o kadar çok tamir ve temizlik gördü ki, eski hâlini bilenlere artık İstanbul metrosu gibi görünüyor.

Yoğurt yazısı

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 11 Ağustos 2013

Türkiye’de büyümüş biri olarak otuz yıl kadar önce New York’a geldiğimde kısa zamanda kendi yoğurdumu kendim yapmaya karar vermiştim ama beceremedim. Çünkü, marketten alınabilecek tek bir cins yoğurt vardı, markası sanırım Dannon idi ve hiç iyi değildi. Amerikan mutfağında yoğurdun yeri çok dardı (onun yerine ekşi krema kullanırlardı) ve oturup tek başına yoğurt yemek diye bir âdet gelişmemişti. Sonradan daha Avrupai havalarda Yoplait denen marka türedi, meyveli yoğurt kavramını da yanılmıyorsam onlar yaygınlaştırdı.

Sağlıklı yiyecek furyasıyla birlikte yoğurdun pazarı da büyümeye başlayınca Avrupa’dan Fage adında bir şirket, kutusunda “Total – Yunan yoğurdu” yazan bir yoğurt sundu piyasaya. Bu yoğurdun farkı süzme, krema kıvamında ve sade yenilebilecek tatta oluşuydu ve doğal yiyeceğe meraklı, okumuş kentliler arasında tutuldu. Kutuya yazılan “Yunan” sözcüğü belirli bir yoğurt tipini betimlemekte kullanılan bir sıfat olarak yerleşti.

Bundan üç-beş yıl önce çevremdekilerin Chobani diye yeni bir marka “Yunan yoğurdu” yemeye başladığını farkettim. Meraklanıp sorunca bunun diğerlerinden çok daha üstün olduğunu söylediler, ben de denedim ve hak verdim. Şimdi dört bir yanı Chobani sarmış durumda ve Dannon’u bile geçerek piyasada ikinci sıraya yükselmiş. Bu yoğurdu geliştirip şirketi kuran kişi Doğu Anadolulu bir göçmen, Hamdi Ulukaya imiş. Keyifli, hoş bir insan olduğunu duyuyorum, kafasının da çok işlek olduğu belli, tanışıp muhabbet etmek isterdim.

Birkaç gün önce Türkiye’den Maliye Bakanı’nın Hamdi Bey’i arayıp tebrik ettiği haber oldu Türk gazetelerinde (bunun kişisel mi yoksa resmî bir arama mı olduğunu yazmamışlar). Merak edip okuyucu yorumlarına baktım: gördüklerimin hepsi (çok kötü Türkçeyle) öfke ve nefret ifadesinden oluşuyor. Ana temayı Türkiye’den çıkma birinin yoğurduna “Yunan” diyerek vatanına ihanet etmesi oluşturuyor; çünkü, malûm, bir Türk ABD’de yerleşip bir şirket kurduğunda, Türk’ün dünyaya bedel olduğunu kanıtlamak üzere kurmak zorundadır. Varlığını Türk varlığına armağan etmemiş bu şahsı tebrik ederek Bakan da yoğurdu Yunan’a mal etmiş, vatanına ihanet etmiş oluyor. Türklüğe fayda yerine zararı olan bu kişiyi bırakalım Yunanlılar tebrik etsin. Ayrıca, bu kadar kısa sürede elde edilen böyle bir başarının altında kim bilir ne filmler çevriliyordur. (Bu arada sene de oldu 2013.)

Amerika’da dürüstlük dağılımı

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 4 Ağustos 2013

Ben uzun zamandır bu ABD’de oturuyorum, haliyle burada da tapudan pasaport dairesine kadar türlü yerde bürokratik işim oluyor. Doğruya doğru: Bugüne kadar “torpil yaptırmak” ya da “koklatmak”, “görmek”, son yıllarda Yunanlı kardeşlerimizin dünya literatürüne sunduğu “fakalaki” (minik zarf) gerekliliği gibi bir durumla bir kez olsun karşılaşmadım, karşılaşanı da duymadım. Sıradan vatandaşın sıradan işlemlerinde rüşvet ya da tanıdık aracılığıyla ayrıcalık elde etmesi diye bir şey yok burada. Kaldı ki, memurların birçoğu çok düşük ücrete çalışıyor. Bir bireyin başka herhangi bir bireyden farklı muamele görmeyeceğini bilerek bir daireye girmesi, en azından benim için, gerçekten çok hoş bir duygu.

Buna karşılık, tepelerde, yani bürokrasiyi yöneten seçilmiş siyasiler katında yolsuzluk ve uygunsuzluk (yakalanabildiği kadarıyla bile) diz boyu. Örneğin, Chicago’nun da içinde bulunduğu Illinois eyaletinin son yedi valisinden dördü rüşvetten hapse girmiş bulunuyor. İkincisi birinciden ders çıkaramamış, o belli de, “üçüncüyle dördüncü nasıl oldu?” geliyor akla. Örneğin, 2009’da, bu konulardaki en namlı eyalet olan New Jersey’nin Hoboken kentinde yolsuzlukla savaşacağını ilan ederek belediye başkanlığına seçilen Cammarano adlı şahıs, göreve başladıktan tam 22 gün sonra 25 bin dolar rüşvet alırken yakalandı. Örneğin, Wall Street ve mafyanın yanısıra fuhuş sektörüne de göz açtırmamasıyla ünlü başsavcı Eliot Spitzer 2007’de New York valisi seçildi, bir yıl sonra da bir fahişeyle basıldı ve istifa etti (şimdi eyalet saymanlığına adaylığını koyuyor).

Son günlerde buradaki en aktüel konu da Anthony Weiner’in “sexting” skandalı. On iki yıl New York milletvekilliği yaptıktan sonra, 2011’de Weiner’in bir kadına Twitter üzerinden çıplak fotoğraflarını gönderdiği haberi çıktı. Bir süre inkâr ettikten sonra bir değil, altı kadına gönderdiğini itiraf edip istifa etti. Sonra evlendi, çocuğu oldu, bu yıl da New York belediye başkanlığına adaylığını koydu ve çok geçmeden yine bir kadın Weiner’in “sexting”e devam ettiğini duyurdu. Bu kez Weiner karısıyla birlikte basının karşısına çıkıp seçmenlerden af diledi, “yine bir kazadır oldu” dedi. Sonra kazanın bir değil üç, hattâ on, hattâ daha da fazla olduğu ortaya çıktı. Temmuz sonu itibariyle hâlâ aday, hâlâ “n’olur bir şans daha tanıyın” deyip dolanıyor ortalarda.

Ezan Üzerine Bir Deneme

hoparlor_2Bu yazıyı epeyce bir zaman önce yazmıştım ama büyük çoğunluğa çok uçuk kaçık geleceğine karar verip yayımlamaktan vazgeçmiştim. Gezi Parkı olaylarıyla birlikte ortaya benim yaklaşımımı destekleyen yeni bir bakış açısı çıktığını düşündüğümden (yanılmadığımı umuyorum) piyasaya sunuyorum.

 

Dört bir yanı cami ve minare dolu Türkiye’de en sektirilmeden, en disiplinli biçimde yapılan iş ezan okunması olabilir. Yuvarlak hesaba vurup Türkiye’de oturan bir kişinin yılın 365 gününün 65’inde yurt dışında ya da ezanı duyamayacağı bir plajda, arabada falan olduğunu varsayalım, geriye kalsın 300 gün. Günde 5 kezden yılda 1.500 ezan eder bu: 40 yaşına gelmiş bir kişi ezanı 60.000, 50 yaşındaki 75.000, 60 yaşındaki de 90.000 kez duymuş oluyor. Ve bu kişiler, eğer orucunda namazında değillerse, çok büyük olasılıkla ezanın sözlerini bilmiyorlar ya da “Allahü ekber, Allahü ekber”den öteye gidemiyorlar. Ben bunu dünyanın “garip ama gerçek” listesinde başlarda yer alması gereken bir tuhaflık olarak görüyorum.

Sinirbilimde (neuroscience) işitsel algı konusuyla uğraşanların “işitsel ayrımcılık” (auditory segregation) adını verdikleri çok ilginç ve karmaşık bir beyin işlemi var. Bu, kısaca, beynin kulaktan aldığı sinyalleri ayıklayıp kademelendirdiğini, dinlemek istediği sesi ön plana alıp istemediğini arka plana ittiğini söylüyor. İlginç olan, bu sıralamada (kulak zarına fiziksel bir rahatsızlık vermediği sürece) gürlük, tizlik gibi ögelerin pek bir belirleyiciliğinin olmaması.

Yani, örneğin, iki kişi pencereleri açık bir odada oturmuş alçak sesle sohbet ederken etrafı inleten ezan sesini aralarındaki işitsel akışa sokmadan birbirini duymaya, dinlemeye devam edebiliyor ve ezan okunduğunu farketmiyor bile.

Başka bir örnek: Türkiye’ye uzunca bir aradan sonra dönen ya da ilk kez gidenler, duydukları ilk ezan sesini hemen farkederler. İlk akla gelen de genellikle hoparlörlerin neden bu kadar çok açıldığıdır. Aradan birkaç gün geçince kulak ezanı duymaya devam eder ama beyin dinlememeye başlar. Özellikle ilk birkaç gün sabah ezanıyla uykudan uyandıktan sonra, gürlüğünde hiçbir değişme olmamasına karşın, ezan sesiyle uyanmamaya başlamamız, beynimizin el altından birtakım ince işler çevirdiğinin en iyi kanıtlarından biridir.

Duyulan ses bir eylemi tetikleyen bir sinyal niteliğindeyse, tabii ki geri plana atılamıyor. Örneğin, ezanı duyunca “Aziz Allah” demeniz gerektiğini öğrenmiş ve uyguluyor iseniz ya da namaz kılan biriyseniz ezanı duymamazlık edemiyorsunuz. Sinirbilimcilerin yakın zamanlardaki bulgularından biri de, kaynağını görmediğimiz ya da görsel bir değişimle bağlantısı olmayan seslere ayrımcılığı daha kolay uyguladığımızı söylüyor. Yani, ezanı okuyanı görebilsek ya da, söz gelimi (fikir vermiş gibi olmayayım), minareler ışıklarla donatılsa ve bunlar sesin gürlüğüne paralel olarak yanıp sönse, renk değiştirse, ezanı duymazdan gelmek daha güçleşecek.

Özetle, zamanında Beyazıt Meydanı’nda jilet satan bir adamın tekerlemesinde güzelce tarif ettiği gibi, “naylon gömlek giyip naylon kravat takaraktan kendini bir halt sanan abilerim”in ezanı bir ömür boyu duymazdan gelebilmeleri için beyinlerimizin işleyiş biçimi elverişli. Duymalarının kaçınılmazlaştığı durumlarda da kendi aralarında “yine zırıltı başladı” diyerek surat ekşitip modernliklerini birbirlerine bir kez daha ilan edebiliyorlar. Ve hayatlarında bir kez olsun “yahu şu adamlar sabah akşam bağırıyorlar, ne diyor bunlar?” diye merak etmek akıllarının ucundan geçmiyor. Kişi en katısından bir ateist de olsa, dinle ilgili her şeyden nefret ediyor da olsa, günde beş kez bangır bangır ne dendiğini merak etmez mi? Etmiyor.

sadienNe var ki, bir toplumda bir kesimin birlikte yaşadığı başka bir kesimi umursamaması yaşam kalitesini sürekli etkileyen bir tırmanma başlatıyor. İsterseniz adına en basitinden “çocuksu inatlaşma” deyin bunun: Biri kulağını tıkadıkça öteki sesini amplifiye ediyor, minaresine önce bir, sonra iki, sonra üç hoparlör asıyor. Hem de en ucuzundan. Çünkü ses kalitesi konusuna pek kafa yormuşa benzemiyor bu kişiler: “Ses çıkıyor mu? Çıkıyor. Tamamdır.” Sonra aşağıda yine ucuzundan bir mikrofonu ağzının önünde tutup minarede okurmuşçasına avaz avaz okuyor ezanı. Mikrofonun bağırmaya gerek kalmaması için icat edilmiş bir aygıt olduğunun da farkında değil gibi. (Bir de cümle aralarında neden bu kadar uzun esler verdiklerini ve o arada ne yaptıklarını merak ederim hep: bir şey mi yiyorlar, mesaj mı bakıyorlar, bir yere mi gidip geliyorlar?)

Artık bir müezzinin kariyeri boyunca minarenin şerefesine bir kez olsun adım atmaması mümkün. Açıkçası, minareler artık hoparlör kuleleri işlevi görüyor. Bu durumda, masraf edip taştan, merdivenli, şerefeli minare örmek yerine üstüne hoparlörler bağlanmış direkler neden kullanılmıyor?

Tabii bir de bir amplifikatör var mikrofonla hoparlörler arasında ve, en ucuzundan da olsa, üzerinde en azından bir açıp kapama düğmesi, bir gürlük (volume) düğmesi, bir de ton düğmesi bulunuyor (birçoğunda bir de eko düğmesi var galiba). Dikkat ederseniz Türkçe’de bunların hepsine “düğme” diyoruz, çünkü henüz elektrik düğmesi gibi aç/kapa “switch” ile reostalı “knob” farkı toplumda yerleşmemiş. Yani, “knob” düğmesinin en düşükten en yükseğe uzanan bir yelpazede “ayar” olanağı vermesi pek bir anlam taşımıyor. En azından, eğer kulaklarım beni yanıltmıyorsa, camilerdeki kişilerin çoğunun bu farkı anlayıp kullandığını sanmıyorum: aleti “açmak” demek bütün düğmelerin gidebildiği son noktaya kadar çevrilmesi demek oluyor.

foto new_

“Ayasofya’da ezan sesleri yükseliyor,” Yeni Şafak, 17 Kasım 2012
http://yenisafak.com.tr/pazar-haber/ayasofyada-ezan-sesleri-yukseliyor-18.11.2012-424447

Tekrar edeyim: Bir taraf farkında olarak ya da olmayarak ötekini yok saymaya, görmezden, duymazdan gelmeye çalıştığında öteki çekip gidiyor mu? Hayır. Tam tersine, senin dikkatini çekmek, toplumda en az senin kadar kendisinin de yeri olduğunu göstermek için sesini daha da yükseltiyor, “o zaman al sana sonuna kadar açık on iki hoparlörlü bir cami daha” diyor. Öbür yandan, bu adamın sesini bu kadar yükseltmesinde karşısındakini dine, imana getirmek amacı varsa, bunun gerçekleşme olasılığı on üzerinden kaçtır? Sıfır.

Uzlaşma denen şey tarafların tırmanmak yerine aşağı inmeye razı olmasıyla başlıyor. Kanımca, ezan konusundaki inişin birinci aşamasının günde beş kez ezan okunan Müslüman bir toplumda yaşandığının kabullenilmesi olmalıdır. “Ezan okunmasın” ya da “hoparlörler yasaklansın” gibi “fikirlerle” hiçbir yere varılmadığı ve varılamayacağı apaçık ortada. Ama bunun yerine “ezanımız düzgün okunsun” diyerek sorunu bir diyalog platformuna taşımak mümkün. Adama “ezan okuma” demek başka, “ezanımızı makamıyla oku” demek bambaşka. “Hoparlör kullanma” demek başka, ses kalitesini arttırmak için daha gelişmiş ses düzeni kullanmayı, amplifikatörü gerektiği gibi ayarlamayı talep etmek bambaşka. Ancak, size “nasıl yani?” dediklerinde yanıt verebilmek için ezana biraz kulak vermiş, ne dendiğini öğrenmiş, beş kez okunuşun her birinin farklı bir makamda okunması gerektiği gibi bilgileri edinmiş, örnekler dinlemiş olmanız gerekir.

Her iki taraftan kişilerin de “bırak entel saçmalamasını, ne o adam beni dinler, ne de ben onunla muhatap olmak isterim” diyeceğini sanıyorum. Benim burada vurgulamaya çalıştığım, ortada herkesin konuşmasını ve herkesin birbirini dinlemesini gerektiren bir durum olduğu. Çünkü, birinin bir kenarda oturmuş kendi kendine yaptığı bir iş değil, toplumun tümünü sürekli etkileyen, yakından ilgilendiren, dolayısıyla da herkesin sahiplenmesi gereken bir uygulama söz konusu. O kadar da uçuk bir fikir değil bu: İstanbul’da konser veren yabancılar ezan sırasında susup beklediklerinde o konserlere giden modernler “susma, susma, devam et” diye tempo tutmak yerine değerlerine saygı gösterilmesini takdirle karşılamıyor mu? Bunun genişletilmiş biçiminden söz ediyorum az çok.

Ezan ancak bu yoldan bir savunma, dayatma, çatışma, varlığını kanıtlama “nidası” olmaktan çıkıp aslına, yani geleneksel bir çağrı, bir duyuru ezgisi olmaya dönebilir. Belki bu yoldan müezzinler bir noktada mikrofonu bırakıp eskiden olduğu gibi şerefelere çıkmaya, ezanı doğal sesleriyle, makamına uygun okumaya başlayabilirler (bu spor olanağı nedeniyle yeni kuşak müezzinler daha sağlıklı, daha zinde olacaktır).

Bu konudaki “çözüm süreci”ne bir giriş olması ümidiyle ezanın sözlerini sevgili dinleyicilere sunuyorum (Diyanet İşleri Başkanlığı’nın sitesinden aldım):

Allâhü ekber
Eşhedü en lâ ilâhe illallah
Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah
Hayye ale’s-salâh
Hayye ale’l-felâh
Allâhü ekber
Lâ ilâhe illallâh

 Anlamı:

Allah en büyüktür
Ben tanıklık ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur
Ben tanıklık ederim ki Muhammed Allah’ın elçisidir
Haydin namaza gelin
Haydin falaha/kurtuluşa gelin
Allah en büyüktür
Allah’tan başka ilah yoktur

 Sabah ezanında fazladan bir dize daha var:

Essalatü hayrün minen nevm
(Namaz uykudan daha hayırlıdır)

Geleneğe göre ezanların sırasıyla şu makamlarda okunması gerekiyor: sabah: saba, öğle: rast, ikindi: hicaz, akşam: segah, yatsı: uşşak.