Kargalara methiye

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 28 Ağustos 2013

Çocukluğumda, fırtınalı bir havada anneannem bahçede ağaçtan düşmüş bir karga yavrusu görmüş, yerden alıp bir kenara koyayım derken karga sürüsünün saldırısına uğramıştı. Saçını didik didik etmişler, elini yüzünü gagalamışlardı zavallının. O günden beridir çok saygı duyarım kargalara ve merak ederim bu çalışkan, dayanıklı, birbirine karşı sorumluluk duygusu gelişmiş, zeki hayvanları aşağılamadan konu edinen bir sanat yapıtı niye yoktur diye. Özellikle de şu ünlü mü ünlü Kuğunun Ölümü balesine her rastlayışımda aklıma takılır bu.

Kuğunun Ölümü, Mihail Fokin’in 1905’te dansçı Anna Pavlova için yarattığı kısa bir solo (YouTube’da The Dying Swan diye bakarsanız, Pavlova da dahil, birçok balerin tarafından icrasını izleyebilirsiniz). Olay kurgusu çok basit: Yanık bir viyolonsel solosu eşliğinde kuğunun çırpına çırpına ölüşünün temsili. Bunun kayda değer tarafı nedir? Şudur: Ölen karga, saksağan, güvercin değil, kuğu. Neden kuğu? Çünkü güzel ve zarif sayılan bir yaratık, hareketleri ağır, boynu ince ve uzun, rengi kar beyazı (zenci değil). Magazin basınında sık rastladığımız, başına bir felaket gelmiş bir kadın haber edilirken “genç ve güzel” sıfatlarının yapıştırılmasıyla aynı mantık (çirkin ya da yaşlı olsa felaketi haketmiş sayılacak: “Gebersin gitsin, kime ne?”) Tabii ki kuğuyu bir balerin oynuyor, sanki bütün kuğular dişiymiş gibi.

Kuğunun kargadan üstün sayılmasında yaşantı biçiminin de payı olabilir: Genç yaşta evlenen çiftler ömür boyu ayrılmadan, durgun sularda süzülerek sakin bir hayat sürüyorlar. Gıdaları da bitkisel, et yemiyorlar. Kargaların bitip tükenmez enerjisinden, koşuşturmasından, sürekli nereden ne koparabileceğini hesaplamasından, işbölümünden, renkli şehir yaşantısından eser yok kuğularda. Ama insanlar istedikleri an pencerelerinin önüne bir iskemle çekip son derece hareketli ve ilginç karga tiyatrosunu izleyebilecekken kalkıp suyun üzerinde öylesine dolanan sıkıcı birkaç kuğu görmek için göllere, parklara gidiyorlar. Çünkü “kuğu güzeldir ve izlenir, karga çirkindir ve izlenmez” diye zırva bir kural çakılmış zihinlere.

Epeyce kabaca da olsa çağdaş sanatların klasiklere olan itirazını özetleyivermiş oldum sanıyorum.

İngilizceleşme üzerine

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 21 Ağustos 2013

Özellikle şimdilerde yetmiş üstü yaşlara ulaşmış olan sol eğilimli akademisyen ve entellektüeller arasında bir zamanlar çok yaygındı: Öztürkçe sözcük kullanmanın yanısıra İngilizce sözcük kullanmamaya, Türkçesi olmayan bir sözcük ise de yabancı dildeki okunuşuyla değil, Türkçe okunuşuyla söylemeye özen gösterirlerdi.

Ben bu kişilerin özellikle New York’u ziyaret edenlerine, hattâ burada okumakta, çalışmakta olanlarına hayret ederdim. Örneğin, Village denen bir semt var, bunlar ısrarla “köy” derlerdi. Türkler arasında konuşulurken Little Italy, China Town, UN Plaza, Central Park gibi yerler “Küçük İtalya,” “Çin Köyü,” “Birleşmiş Milletler Meydanı,” “Santral Park” olarak anılırdı. Bronx’a Amerikalılar gibi “branks”, Manhattan’a “menhetın”, New York’a “nüu york” demek sanki özentilik, yozlaşmışlık belirtisi oluyordu; “bronks,” “manhatan,” “nev york” denmesi gerekiyordu. İyi İngilizce bilmelerine rağmen Türklerle konuştuklarında ağızlarından kazara İngilizce bir laf kaçsa (aralarında her nasıl bir baskı geliştirmişlerse) utanırlardı.

Son yıllarda Türkiye’yi ziyaret ettiğimde gidip bu tanıdıkların kapılarını çalıp tabelaları, reklamları, dergileri falan gösterip “hayrola?” demek geliyor içimden. “Bomonti’deki üzerinde kocaman Ant Hill yazan kulelere gâvurlar gibi ‘ent hiıl’ mı diyorsunuz, yoksa şoför arkadaşlar gibi ‘antil’ mi” diye sormak istiyorum. Torunlara “şoping” yerine “alışveriş” dedirtmekte ısrar ediyor olabilirler ama Capacity, City’s, Metrocity, World Atlantis, Carousel konularında ne yapıyorlar acaba? Maslak + Manhattan kırmasına “Mashettın” diyeni azarlayıp “özentilik yapma, mashatan de” mi diyorlar? My Towerland ya da My Roseland gibi bir yerde “rezidans” imkânı çıksa kabul ederler mi? Sunset Grill & Bar’da yemek yiyorlar mı? Merak ediyorum, dört bir yanı böyle görmemiş İngilizcesi sarmasında bu kesimlere tepkinin de bir payı oldu mu acaba?

Karşılaştırmacı turistler

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 18 Ağustos 2013

Başka milletler n’apıyor pek bilmiyorum ama New York’u ziyaret eden Türklerin galiba artık genelleyebileceğim bir huyu var: Sanki New York’u İstanbul’la karşılaştırmak ve buranın hiç de öyle söylendiği kadar olmadığını tesbit etmek üzere gelmiş gibi iniyorlar uçaktan. “A bu bizde de var” ya da “bu muymuş?” dillerinden düşmüyor. Karşılaştırmalı turizm yapıyorlar. Bunları ağırlayan, buraya yerleşmiş ve içini sürekli “acaba yanlış mı yaptım memleketi bırakıp buralara gelmekle?” kurdu kemiren kişiler de “ama bak, şunu sizin orda bulamazsın” tribine giriyorlar. Zorlanır gibi olduklarında da “burada sucuk da var pastırma da, isterseniz lâhmacuna bile gidebiliriz” savunması başlıyor. Sanki birinin amacı memlekette kalmış olmasının, ötekininki de çıkmış olmasının isabetliliğini kanıtlamak.

Ben bu konuda epeyce bir vurdumduymaz oldum. Bir durum hariç: Metroya indirdiğimde “bu ne döküntü, pis, gürültülü bir şey, İstanbul’a gelsinler de metro görsünler” lâfını duyunca cinimi kontrol edemiyorum.

Müstakbel New York ziyaretçilerinin bilgisine: Bu şehrin metrosunun yapımına 110 (yüz on) yıl önce başlanmış. Yani, bu kadar tünel, kazma kürekle ve bir yığın adamın kanıyla, canıyla açılmış. Arada bir orası burası restore olur ama ana iskelet hâlâ 1930’lara kadar yapılmış olandır. 468 adet istasyon bulunmaktadır. New York şehri metrosundaki rayları alıp uç uca koyarsanız İstanbul’dan Ankara’ya kadar gider, geri gelir, Edirne doğrultusunda biraz daha devam edebilirsiniz. Toplam ray uzunluğu 1,055 kilometredir. 6,300 adet vagon hafta içi bir günde ortalama 5,4 milyon kişi, yılda 1,7 milyar kişi taşır. Bu nedenlerden de trenler biraz hoplaya zıplaya gider, gürültülüdür, istasyonlar kokar, dikkatli bakarsanız rayların arasında takılan, kendine güveni tam, New Yorklu lağım fareleri de görürsünüz. Yani, olacak o kadar demek istiyorum. Yine de, metro son yirmi yılda o kadar çok tamir ve temizlik gördü ki, eski hâlini bilenlere artık İstanbul metrosu gibi görünüyor.

Yoğurt yazısı

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 11 Ağustos 2013

Türkiye’de büyümüş biri olarak otuz yıl kadar önce New York’a geldiğimde kısa zamanda kendi yoğurdumu kendim yapmaya karar vermiştim ama beceremedim. Çünkü, marketten alınabilecek tek bir cins yoğurt vardı, markası sanırım Dannon idi ve hiç iyi değildi. Amerikan mutfağında yoğurdun yeri çok dardı (onun yerine ekşi krema kullanırlardı) ve oturup tek başına yoğurt yemek diye bir âdet gelişmemişti. Sonradan daha Avrupai havalarda Yoplait denen marka türedi, meyveli yoğurt kavramını da yanılmıyorsam onlar yaygınlaştırdı.

Sağlıklı yiyecek furyasıyla birlikte yoğurdun pazarı da büyümeye başlayınca Avrupa’dan Fage adında bir şirket, kutusunda “Total – Yunan yoğurdu” yazan bir yoğurt sundu piyasaya. Bu yoğurdun farkı süzme, krema kıvamında ve sade yenilebilecek tatta oluşuydu ve doğal yiyeceğe meraklı, okumuş kentliler arasında tutuldu. Kutuya yazılan “Yunan” sözcüğü belirli bir yoğurt tipini betimlemekte kullanılan bir sıfat olarak yerleşti.

Bundan üç-beş yıl önce çevremdekilerin Chobani diye yeni bir marka “Yunan yoğurdu” yemeye başladığını farkettim. Meraklanıp sorunca bunun diğerlerinden çok daha üstün olduğunu söylediler, ben de denedim ve hak verdim. Şimdi dört bir yanı Chobani sarmış durumda ve Dannon’u bile geçerek piyasada ikinci sıraya yükselmiş. Bu yoğurdu geliştirip şirketi kuran kişi Doğu Anadolulu bir göçmen, Hamdi Ulukaya imiş. Keyifli, hoş bir insan olduğunu duyuyorum, kafasının da çok işlek olduğu belli, tanışıp muhabbet etmek isterdim.

Birkaç gün önce Türkiye’den Maliye Bakanı’nın Hamdi Bey’i arayıp tebrik ettiği haber oldu Türk gazetelerinde (bunun kişisel mi yoksa resmî bir arama mı olduğunu yazmamışlar). Merak edip okuyucu yorumlarına baktım: gördüklerimin hepsi (çok kötü Türkçeyle) öfke ve nefret ifadesinden oluşuyor. Ana temayı Türkiye’den çıkma birinin yoğurduna “Yunan” diyerek vatanına ihanet etmesi oluşturuyor; çünkü, malûm, bir Türk ABD’de yerleşip bir şirket kurduğunda, Türk’ün dünyaya bedel olduğunu kanıtlamak üzere kurmak zorundadır. Varlığını Türk varlığına armağan etmemiş bu şahsı tebrik ederek Bakan da yoğurdu Yunan’a mal etmiş, vatanına ihanet etmiş oluyor. Türklüğe fayda yerine zararı olan bu kişiyi bırakalım Yunanlılar tebrik etsin. Ayrıca, bu kadar kısa sürede elde edilen böyle bir başarının altında kim bilir ne filmler çevriliyordur. (Bu arada sene de oldu 2013.)

Amerika’da dürüstlük dağılımı

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 4 Ağustos 2013

Ben uzun zamandır bu ABD’de oturuyorum, haliyle burada da tapudan pasaport dairesine kadar türlü yerde bürokratik işim oluyor. Doğruya doğru: Bugüne kadar “torpil yaptırmak” ya da “koklatmak”, “görmek”, son yıllarda Yunanlı kardeşlerimizin dünya literatürüne sunduğu “fakalaki” (minik zarf) gerekliliği gibi bir durumla bir kez olsun karşılaşmadım, karşılaşanı da duymadım. Sıradan vatandaşın sıradan işlemlerinde rüşvet ya da tanıdık aracılığıyla ayrıcalık elde etmesi diye bir şey yok burada. Kaldı ki, memurların birçoğu çok düşük ücrete çalışıyor. Bir bireyin başka herhangi bir bireyden farklı muamele görmeyeceğini bilerek bir daireye girmesi, en azından benim için, gerçekten çok hoş bir duygu.

Buna karşılık, tepelerde, yani bürokrasiyi yöneten seçilmiş siyasiler katında yolsuzluk ve uygunsuzluk (yakalanabildiği kadarıyla bile) diz boyu. Örneğin, Chicago’nun da içinde bulunduğu Illinois eyaletinin son yedi valisinden dördü rüşvetten hapse girmiş bulunuyor. İkincisi birinciden ders çıkaramamış, o belli de, “üçüncüyle dördüncü nasıl oldu?” geliyor akla. Örneğin, 2009’da, bu konulardaki en namlı eyalet olan New Jersey’nin Hoboken kentinde yolsuzlukla savaşacağını ilan ederek belediye başkanlığına seçilen Cammarano adlı şahıs, göreve başladıktan tam 22 gün sonra 25 bin dolar rüşvet alırken yakalandı. Örneğin, Wall Street ve mafyanın yanısıra fuhuş sektörüne de göz açtırmamasıyla ünlü başsavcı Eliot Spitzer 2007’de New York valisi seçildi, bir yıl sonra da bir fahişeyle basıldı ve istifa etti (şimdi eyalet saymanlığına adaylığını koyuyor).

Son günlerde buradaki en aktüel konu da Anthony Weiner’in “sexting” skandalı. On iki yıl New York milletvekilliği yaptıktan sonra, 2011’de Weiner’in bir kadına Twitter üzerinden çıplak fotoğraflarını gönderdiği haberi çıktı. Bir süre inkâr ettikten sonra bir değil, altı kadına gönderdiğini itiraf edip istifa etti. Sonra evlendi, çocuğu oldu, bu yıl da New York belediye başkanlığına adaylığını koydu ve çok geçmeden yine bir kadın Weiner’in “sexting”e devam ettiğini duyurdu. Bu kez Weiner karısıyla birlikte basının karşısına çıkıp seçmenlerden af diledi, “yine bir kazadır oldu” dedi. Sonra kazanın bir değil üç, hattâ on, hattâ daha da fazla olduğu ortaya çıktı. Temmuz sonu itibariyle hâlâ aday, hâlâ “n’olur bir şans daha tanıyın” deyip dolanıyor ortalarda.

Ezan Üzerine Bir Deneme

hoparlor_2Bu yazıyı epeyce bir zaman önce yazmıştım ama büyük çoğunluğa çok uçuk kaçık geleceğine karar verip yayımlamaktan vazgeçmiştim. Gezi Parkı olaylarıyla birlikte ortaya benim yaklaşımımı destekleyen yeni bir bakış açısı çıktığını düşündüğümden (yanılmadığımı umuyorum) piyasaya sunuyorum.

 

Dört bir yanı cami ve minare dolu Türkiye’de en sektirilmeden, en disiplinli biçimde yapılan iş ezan okunması olabilir. Yuvarlak hesaba vurup Türkiye’de oturan bir kişinin yılın 365 gününün 65’inde yurt dışında ya da ezanı duyamayacağı bir plajda, arabada falan olduğunu varsayalım, geriye kalsın 300 gün. Günde 5 kezden yılda 1.500 ezan eder bu: 40 yaşına gelmiş bir kişi ezanı 60.000, 50 yaşındaki 75.000, 60 yaşındaki de 90.000 kez duymuş oluyor. Ve bu kişiler, eğer orucunda namazında değillerse, çok büyük olasılıkla ezanın sözlerini bilmiyorlar ya da “Allahü ekber, Allahü ekber”den öteye gidemiyorlar. Ben bunu dünyanın “garip ama gerçek” listesinde başlarda yer alması gereken bir tuhaflık olarak görüyorum.

Sinirbilimde (neuroscience) işitsel algı konusuyla uğraşanların “işitsel ayrımcılık” (auditory segregation) adını verdikleri çok ilginç ve karmaşık bir beyin işlemi var. Bu, kısaca, beynin kulaktan aldığı sinyalleri ayıklayıp kademelendirdiğini, dinlemek istediği sesi ön plana alıp istemediğini arka plana ittiğini söylüyor. İlginç olan, bu sıralamada (kulak zarına fiziksel bir rahatsızlık vermediği sürece) gürlük, tizlik gibi ögelerin pek bir belirleyiciliğinin olmaması.

Yani, örneğin, iki kişi pencereleri açık bir odada oturmuş alçak sesle sohbet ederken etrafı inleten ezan sesini aralarındaki işitsel akışa sokmadan birbirini duymaya, dinlemeye devam edebiliyor ve ezan okunduğunu farketmiyor bile.

Başka bir örnek: Türkiye’ye uzunca bir aradan sonra dönen ya da ilk kez gidenler, duydukları ilk ezan sesini hemen farkederler. İlk akla gelen de genellikle hoparlörlerin neden bu kadar çok açıldığıdır. Aradan birkaç gün geçince kulak ezanı duymaya devam eder ama beyin dinlememeye başlar. Özellikle ilk birkaç gün sabah ezanıyla uykudan uyandıktan sonra, gürlüğünde hiçbir değişme olmamasına karşın, ezan sesiyle uyanmamaya başlamamız, beynimizin el altından birtakım ince işler çevirdiğinin en iyi kanıtlarından biridir.

Duyulan ses bir eylemi tetikleyen bir sinyal niteliğindeyse, tabii ki geri plana atılamıyor. Örneğin, ezanı duyunca “Aziz Allah” demeniz gerektiğini öğrenmiş ve uyguluyor iseniz ya da namaz kılan biriyseniz ezanı duymamazlık edemiyorsunuz. Sinirbilimcilerin yakın zamanlardaki bulgularından biri de, kaynağını görmediğimiz ya da görsel bir değişimle bağlantısı olmayan seslere ayrımcılığı daha kolay uyguladığımızı söylüyor. Yani, ezanı okuyanı görebilsek ya da, söz gelimi (fikir vermiş gibi olmayayım), minareler ışıklarla donatılsa ve bunlar sesin gürlüğüne paralel olarak yanıp sönse, renk değiştirse, ezanı duymazdan gelmek daha güçleşecek.

Özetle, zamanında Beyazıt Meydanı’nda jilet satan bir adamın tekerlemesinde güzelce tarif ettiği gibi, “naylon gömlek giyip naylon kravat takaraktan kendini bir halt sanan abilerim”in ezanı bir ömür boyu duymazdan gelebilmeleri için beyinlerimizin işleyiş biçimi elverişli. Duymalarının kaçınılmazlaştığı durumlarda da kendi aralarında “yine zırıltı başladı” diyerek surat ekşitip modernliklerini birbirlerine bir kez daha ilan edebiliyorlar. Ve hayatlarında bir kez olsun “yahu şu adamlar sabah akşam bağırıyorlar, ne diyor bunlar?” diye merak etmek akıllarının ucundan geçmiyor. Kişi en katısından bir ateist de olsa, dinle ilgili her şeyden nefret ediyor da olsa, günde beş kez bangır bangır ne dendiğini merak etmez mi? Etmiyor.

sadienNe var ki, bir toplumda bir kesimin birlikte yaşadığı başka bir kesimi umursamaması yaşam kalitesini sürekli etkileyen bir tırmanma başlatıyor. İsterseniz adına en basitinden “çocuksu inatlaşma” deyin bunun: Biri kulağını tıkadıkça öteki sesini amplifiye ediyor, minaresine önce bir, sonra iki, sonra üç hoparlör asıyor. Hem de en ucuzundan. Çünkü ses kalitesi konusuna pek kafa yormuşa benzemiyor bu kişiler: “Ses çıkıyor mu? Çıkıyor. Tamamdır.” Sonra aşağıda yine ucuzundan bir mikrofonu ağzının önünde tutup minarede okurmuşçasına avaz avaz okuyor ezanı. Mikrofonun bağırmaya gerek kalmaması için icat edilmiş bir aygıt olduğunun da farkında değil gibi. (Bir de cümle aralarında neden bu kadar uzun esler verdiklerini ve o arada ne yaptıklarını merak ederim hep: bir şey mi yiyorlar, mesaj mı bakıyorlar, bir yere mi gidip geliyorlar?)

Artık bir müezzinin kariyeri boyunca minarenin şerefesine bir kez olsun adım atmaması mümkün. Açıkçası, minareler artık hoparlör kuleleri işlevi görüyor. Bu durumda, masraf edip taştan, merdivenli, şerefeli minare örmek yerine üstüne hoparlörler bağlanmış direkler neden kullanılmıyor?

Tabii bir de bir amplifikatör var mikrofonla hoparlörler arasında ve, en ucuzundan da olsa, üzerinde en azından bir açıp kapama düğmesi, bir gürlük (volume) düğmesi, bir de ton düğmesi bulunuyor (birçoğunda bir de eko düğmesi var galiba). Dikkat ederseniz Türkçe’de bunların hepsine “düğme” diyoruz, çünkü henüz elektrik düğmesi gibi aç/kapa “switch” ile reostalı “knob” farkı toplumda yerleşmemiş. Yani, “knob” düğmesinin en düşükten en yükseğe uzanan bir yelpazede “ayar” olanağı vermesi pek bir anlam taşımıyor. En azından, eğer kulaklarım beni yanıltmıyorsa, camilerdeki kişilerin çoğunun bu farkı anlayıp kullandığını sanmıyorum: aleti “açmak” demek bütün düğmelerin gidebildiği son noktaya kadar çevrilmesi demek oluyor.

foto new_

“Ayasofya’da ezan sesleri yükseliyor,” Yeni Şafak, 17 Kasım 2012
http://yenisafak.com.tr/pazar-haber/ayasofyada-ezan-sesleri-yukseliyor-18.11.2012-424447

Tekrar edeyim: Bir taraf farkında olarak ya da olmayarak ötekini yok saymaya, görmezden, duymazdan gelmeye çalıştığında öteki çekip gidiyor mu? Hayır. Tam tersine, senin dikkatini çekmek, toplumda en az senin kadar kendisinin de yeri olduğunu göstermek için sesini daha da yükseltiyor, “o zaman al sana sonuna kadar açık on iki hoparlörlü bir cami daha” diyor. Öbür yandan, bu adamın sesini bu kadar yükseltmesinde karşısındakini dine, imana getirmek amacı varsa, bunun gerçekleşme olasılığı on üzerinden kaçtır? Sıfır.

Uzlaşma denen şey tarafların tırmanmak yerine aşağı inmeye razı olmasıyla başlıyor. Kanımca, ezan konusundaki inişin birinci aşamasının günde beş kez ezan okunan Müslüman bir toplumda yaşandığının kabullenilmesi olmalıdır. “Ezan okunmasın” ya da “hoparlörler yasaklansın” gibi “fikirlerle” hiçbir yere varılmadığı ve varılamayacağı apaçık ortada. Ama bunun yerine “ezanımız düzgün okunsun” diyerek sorunu bir diyalog platformuna taşımak mümkün. Adama “ezan okuma” demek başka, “ezanımızı makamıyla oku” demek bambaşka. “Hoparlör kullanma” demek başka, ses kalitesini arttırmak için daha gelişmiş ses düzeni kullanmayı, amplifikatörü gerektiği gibi ayarlamayı talep etmek bambaşka. Ancak, size “nasıl yani?” dediklerinde yanıt verebilmek için ezana biraz kulak vermiş, ne dendiğini öğrenmiş, beş kez okunuşun her birinin farklı bir makamda okunması gerektiği gibi bilgileri edinmiş, örnekler dinlemiş olmanız gerekir.

Her iki taraftan kişilerin de “bırak entel saçmalamasını, ne o adam beni dinler, ne de ben onunla muhatap olmak isterim” diyeceğini sanıyorum. Benim burada vurgulamaya çalıştığım, ortada herkesin konuşmasını ve herkesin birbirini dinlemesini gerektiren bir durum olduğu. Çünkü, birinin bir kenarda oturmuş kendi kendine yaptığı bir iş değil, toplumun tümünü sürekli etkileyen, yakından ilgilendiren, dolayısıyla da herkesin sahiplenmesi gereken bir uygulama söz konusu. O kadar da uçuk bir fikir değil bu: İstanbul’da konser veren yabancılar ezan sırasında susup beklediklerinde o konserlere giden modernler “susma, susma, devam et” diye tempo tutmak yerine değerlerine saygı gösterilmesini takdirle karşılamıyor mu? Bunun genişletilmiş biçiminden söz ediyorum az çok.

Ezan ancak bu yoldan bir savunma, dayatma, çatışma, varlığını kanıtlama “nidası” olmaktan çıkıp aslına, yani geleneksel bir çağrı, bir duyuru ezgisi olmaya dönebilir. Belki bu yoldan müezzinler bir noktada mikrofonu bırakıp eskiden olduğu gibi şerefelere çıkmaya, ezanı doğal sesleriyle, makamına uygun okumaya başlayabilirler (bu spor olanağı nedeniyle yeni kuşak müezzinler daha sağlıklı, daha zinde olacaktır).

Bu konudaki “çözüm süreci”ne bir giriş olması ümidiyle ezanın sözlerini sevgili dinleyicilere sunuyorum (Diyanet İşleri Başkanlığı’nın sitesinden aldım):

Allâhü ekber
Eşhedü en lâ ilâhe illallah
Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah
Hayye ale’s-salâh
Hayye ale’l-felâh
Allâhü ekber
Lâ ilâhe illallâh

 Anlamı:

Allah en büyüktür
Ben tanıklık ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur
Ben tanıklık ederim ki Muhammed Allah’ın elçisidir
Haydin namaza gelin
Haydin falaha/kurtuluşa gelin
Allah en büyüktür
Allah’tan başka ilah yoktur

 Sabah ezanında fazladan bir dize daha var:

Essalatü hayrün minen nevm
(Namaz uykudan daha hayırlıdır)

Geleneğe göre ezanların sırasıyla şu makamlarda okunması gerekiyor: sabah: saba, öğle: rast, ikindi: hicaz, akşam: segah, yatsı: uşşak.

Harry olayı

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 24 Temmuz 2013

Zamanında bizim tiyatronun bir oyununda orkestrada Harry adında bir klarnetçi çalışmıştı. Siyahîydi. Harry işe hepimiz gibi tişört-blucinle geliyor, gece gösteri bittikten sonra çantasından bir beyaz gömlek çıkarıp giyiyor, onun üstüne kravat, sırtına da ceketimsi bir şey takıp çıkıyordu. “Harry, sen burdan sonra başka bir işe mi gidiyorsun?” diye sormuştum, “hayır, evim sapa bir yerde, metrodan indikten sonra taksiye binmem gerekiyor” demişti.

New York’ta taksi şoförlüğü yeni gelmiş göçmenler için en cazip işlerden biridir: Çok bir para kazandırmaz, zahmetlidir, ama yerleşip düzgün bir iş buluncaya ya da kuruncaya kadar idare etmek için uygundur. Taksi şoförlerinin etnik kökeni şehrin aldığı göç dalgalarına göre sürekli değişir: Bir zamanlar Haitili boldu, sonra Ruslar, Sihler ve Pakistanlılar devraldı, şimdilerde çok sık Ortadoğululara ve Şerpalara rastlıyorum.

Ve bu göçmenler ABD’ye Amerikalı siyahîlerin uzak durulması gereken soyguncular olduğu önyargısıyla gelip yollarına Anglosaksonlardan çok daha acımasız bir ayrımcı tutumla devam ederler. Göçmenler burada çok çalışarak daha iyi bir yaşantı kurma olanağı görürler ve gerçekten de geceli gündüzlü didinip birbirleriyle de yardımlaşarak kısa zamanda orta sınıf düzeyine yerleşirler. Bu süreç boyunca da, sonrasında da mecbur kalmadıkça siyahî Amerikalıyı işe de almazlar, taksilerine de. (Hane başına yıllık gelir ortalaması ülke genelinde 52 bin dolar, Asya kökenlilerde 68 bin, siyahîlerde 32 bin.)

Özetle, bir an için kendinizi Harry’nin yerine koyunuz: Doğup büyümüş olduğunuz ülkede önünüzden yokluktan varlığa doğru dalga dalga göçmen gelip geçiyor ve ülkeye daha dün gelmiş bu insanlara kendinizi kabul ettirebilmek için kravat-gömlek giyiyorsunuz. Bu göçmenler gibi farklı bir diliniz, dininiz, kaynak ülkeniz yok: Doğma büyüme Amerikalısınız. Ama derinizin rengi, saç ve yüz yapınızın çoğunluktakiler gibi olmaması nedeniyle de hiçbir zaman Amerikalı sayılmamışsınız. Atalarınız Afrika’dan gelmiş ama bu saatte ne sizin o kültürlerle bir ilişkiniz kalmış ne de onların sizinle. Yani, bir kenarda develikle kuşluk arasında hapsolmuş oturuyorsunuz. Ben şahsen otuz yıldır bakarım, bunun çıkış kapısının nerede olduğunu ne yazık ki görebilmiş değilim.

Trayvon Martin olayı

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 21 Temmuz 2013

Yaklaşık bir buçuk yıl önce Florida eyaletinin Sanford kasabasında güvenlik gönüllüsü George Zimmerman, Trayvon Martin adlı 17 yaşındaki bir siyahîyi öldürdü. Duruşma 13 Temmuz 2013 günü bitti ve jüri Zimmerman’ı suçsuz buldu. O günden beridir ABD’nin dört bir yanında protestolar düzenleniyor. Burada olayın ayrıntısını anlatmaya kalkmam abes olur, isteyen internetten istemediği kadar bilgi edinebilir. Ben yalnızca izninizle konunun belki de en bariz, en basit yanına dikkat çekmek istiyorum:

Olaydan hemen sonra Barack Obama bir konuşmasında şunu söylemişti: “Bu çocuğu düşündüğümde kendi çocuklarım aklıma geliyor. (…) Öncelikle Trayvon Martin’in ana babasına sesleniyorum. Biliyorsunuz, benim bir oğlum olsaydı, Trayvon’a benziyor olurdu.” Birçok kişi gibi ben de Obama’nın bu sözlerini en hafifinden yersiz bulanlardanım. Çok iyi eğitim almış, iyi para kazanan, kaymak tabakaya girmiş Obama çiftinin oğlunun Trayvon’la aynı kaderi paylaşması olasılığı herhalde benim sırıkla yüksek atlama şampiyonu olmam olasılığına eşittir. Obama’ya bunu söyleten tek bir benzerlik var: cilt rengi. Bu sözleriyle ister istemez 2013 yılında bile ABD’de hâlâ bir kenarda nur topu gibi oturan yüz kızartıcı gerçekliğe, beyaz renkte deriyle doğmuş çoğunluğun siyah renkte deriyle doğmuş azınlığı dışladığına, süründürdüğüne, adaletten yoksun bıraktığına işaret ediyor.

Tabii ki bu saatte artık ortada bir kısırdöngüler düzeni gelişmiş bulunuyor: sefalet suçu, suç cezayı, ceza kini, kin önyargıyı, önyargı ayrımcılığı, ayrımcılık sefaleti doğurup duruyor. Bu düzenin ortadan kalkamamasının en birinci nedeni deri renginin değiştirilememesi, ikinci nedeni de insanoğlu ve kızının böylesine fasaryadan bir farkı bile bölükleşme bahanesi kılabilme hüneri. Fiziksel yapı kaynaklı ayrımcılık diğer ayrımcılıklara pek benzemiyor: malum, Bask’ın alnında “Bask,” Kıpti’nin alnında “Kıpti,” Alevi’nin alnında “Alevi” yazmıyor, ama bir siyahînin bütün bedeninde yazıyor siyahîliği. Ve bütün bir “sistem” hayatı bu insanlara, özellikle de siyahî erkeklere zehir etmek üzere kurulmuş gibi: Trayvon Martin olayını incelerseniz atılan her adımın bütünüyle yasal olduğunu göreceksiniz. Her yanından adaletsizlik fışkıran işlemler en ufak ayrıntısına kadar yasalara uygun. Milletin kanını beynine sıçratan, bu sıcak havada sokaklara dökülmesine neden olan da işin bu tarafı.

Kimdir ya bu “herkes”?

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 14 Temmuz 2013

Haziran ayı İstanbul izlenimlerimi aktarıyorum, izninizle:

Bak gördün mü” diyor, “bugüne kadar iktidarın şakşakçılığını yapan adam Gezi Parkı olayıyla birlikte bir günde ağız değiştirdi”. Benim tanıdığımı bildiği bir köşe yazarından söz ediyor. “Senin onun yazılarını okuduğunu bilmiyordum” diyorum, “yalnızca son yazılarından birini okudum, tesadüfen, yoksa hiç okumam” diyor. “Ağız değiştirdiğini nerden biliyorsun öyleyse?” “Herkes söylüyor işte” diyor.

“Gezi’deki çocukların arasında türbanlı kızlar da gördüm” diyorum, “abi sen Amerika’ya gitmişsin, unutmuşsun buraları, burası Türkiye” diyor. “Yani?” “Türban takmak zor bir iş mi? Alıyor bağlıyor kafaya eşarbı, görenler ‘türbanlılar da Tayyip’e karşı’ desin diye.” “Yok artık” diyorum, “git istediğine sor, herkes biliyor ya” diyor.

O gazeteyi okuyan pek kimse yok ama hâlâ çıkıyor. Neden? Çünkü para CIA’dan geliyor.” “Neye dayanarak böyle kesin konuşuyorsun?” diyorum, “bak, Amerika hükümetle kanka olunca bunlar destekliyor, bozuşunca da veriştiriyor”. “Sen okuyorsun demek ki bu gazeteyi” diyorum, “yüzüne bile bakmam” diyor. “Ee?” “Herkesin bildiği, söylediği bir şey bu, senin dünyadan haberin yok.

Bildiğin gibi değil abi, bu işin içinde çok iş var” diyor. “Nedir?” diyorum, kafayı az biraz çalıştıran herkesin uyandığı bir durum olduğunu söylüyor: “Ne zaman başladı bu Gezi hadiseleri? Başbakan Amerika’ya gidip geldikten sonra. Niye? Obama ‘şunu şöyle yap, bunu böyle yap’ dedi, bizimki de ‘yemezler’ deyince patlattılar ortalığı.” Sonra biraz tevazu lütfediyor: “Benim tahminim Suriye’yle alâkalı bir şey istediler.

Bir arkadaşla televizyonda dindarlık, bitirimlik ve iş bitiriciliği bünyesinde harikulâde bir biçimde biraraya getiren Başbakan’ın desteksizce esip savurduğu konuşmalarından birini izliyoruz, “Bu kadarı da olmaz, aklını mı oynattı acaba?” diyor arkadaşım. “Sana bana değil, ‘herkes’e hitap ediyor, bence izleyicisini iyi tanıyan bir aktör bu” diyorum.

Amaç enformasyon mu, konfirmasyon mu?

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 26 Haziran 2013

Amerika’da liberal eğilimli okumuşlar New York Times gazetesini hiç kaçırmazlar. Artık internetten okuyan sayısı çok arttığı için gazete kaç yıldır kendini bu ortama uydurmak için çaba harcıyor. Haber ve makalelerin altına açılan okuyucu yorumu olanağı oldukça popülerleşti, yazıyı okuyan yorumları da okumadan geçmiyor. Özellikle okuyucuların tavsiye ettikleri arasından ilk beşe, ona girenler, konuyu göbeğinden mıhlayan küçük kompozisyon şaheserleri olabiliyor.

Birkaç ay önce New York valisinin silah edinmeyi daha da güçleştirecek kurallar getirmesi konusunda bir haber vardı. Haberin altındaki birbirinden zekice yorumları sırıta sırıta okurken birden bu işte bir terslik olduğu duygusuna kapıldım ve ben de bir yorum yazdım. Söylediğim, temelde, bizlerin bu gazeteyi bilgi edinmekten çok (enformasyon), düşündüklerimizin onayını görmek (konfirmasyon) amacıyla okuduğumuzdu. Benzer düşüncedeki insanların oturmuş birbirinin sırtını sıvazlayarak ya da birbirine belâgat gösterisi yaparak tatmin olmalarının konunun çözümüne bir katkısı olmadığını yazdım. Bu çok ciddî sorunun iki tarafı olduğunu, karşımızda devleti düşman, vergileri haraç, polisi işgal gücü olarak gören milyonlarca kişi bulunduğunu hatırlattım. Eğer amaç soruna çözüm bulmaksa, birbirimizden çok bu kişilere kulak vermemiz gerektiğini, bizim akıl almaz saydığımız bu türden görüşleri onların aklının nasıl olup da alabildiğini anlamaya çalışmamızın zorunlu olduğunu söyledim.

Benim mesaj yayımlandıktan sonraki saatlerde Times’da görmeye hiç alışık olmadığımız türden yorumlar belirmeye başladı. Demek ki öteki taraftan birileri de bakıyormuş bu gazeteye ama diş bilemekten öte bir şey yapmıyormuş sonucuna vardım. Bu “kontra” yorumların çoğu pek öyle tartışılabilecek fikir niteliğinde değildi (“ya Obama başkanlıktan atılır, ya da biz biliriz ne yapacağımızı” gibi) ama bazılarında huzur, emniyet ve dinî değerlerin elde silah bulundurmakla ne ölçüde özdeşleştiğini görmek, dahası, bunları yazanların içtenliği, en azından benim için çok şaşırtıcı oldu. O günden beridir âdet edindim, Times’da bu türden yazılar okuduğumda “Bu konuda karşı tarafın savı, mantığı nedir acaba?” gibisinden bir yorum geçiyorum, ardından tek tük de olsa bir şeyler çıkıyor, karınca kararınca demokrasiye bir katkıda bulunmuş olduğumu düşünüyorum.

Hav, Wuf, Bau, Bup

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 23 Haziran 2013

New York’ta bir tiyatro topluluğunda çalışmaya başladığım günlerde, hepimizin bir masa etrafında toplandığı bir akşam yemeğinde bana dönüp “Söyle bakalım, Türkçede horozlar ne der?” diye sormuş, “ü-ü-rü-üüü der” deyince de gülmekten mahvolmuşlardı. Amerikalılar horozların “kaka-dudıl-duu” dediğini iddia ediyordu, masadaki Alman “ki-ke-ri-ki,” İsveçli de “ku-ke-li-ku.” Japon arkadaşımız rahmetli Kikue de bunların zırva olduğunu, bu hayvanın aslında “kok-ke-kok-ko” diye öttüğünü güzelce örnekleyerek açıklamıştı. Sonradan bu hayvan sesi karşılaştırmalarının yetmiş yedi milletten adamın birarada yaşadığı New York’un tipik parti muhabbetlerinden biri olduğunu öğrendim.

dogHayvan sesleri, malûm, bir anlam taşımıyor; yani, sözlüklerimizde yeri yok. Bu sesleri yalnızca ses olarak taklit ediyoruz ve toplumlar arasındaki yorum farklılıkları öyle boyutlara ulaşıyor ki, “Acaba bunların köpekleri bizimkilerden farklı mı bağırıyor?” sorusu geliyor insanın aklına. Nasıl olabiliyor da “hav hav” dediğine yüzde yüz emin olduğum hayvanın sesi İngilizcede “wuf wuf”, İtalyancada “bau bau”, Katalancada “bup bup” olabiliyor? Dudakları olmayan kuşcağızın cikciklerinde “pip pip” sesini duymak nasıl bir iştir? Eşek anırtısının “a” ve “i” seslerinden oluştuğunda herkes hemfikir, ama biz eşeğin söze “a” ile başladığını düşünüyoruz, diğerlerinin hemen hepsi “i” ile. Üzerinde en uzlaşılan ses galiba kedinin “miyav”ı, en tartışmalı olanı da domuzunki: “oink, nöff, groin, röf, buu, grunz, knor, hrgu” (bu sesin İbranice, Urduca, Türkçe gibi dillerin ilgi alanına girmemesine karşın).

Şimdi ben Hıdır’ın köşesini niye bu hiçbir işe yaramaz (ne siyaset ne de futbolla ilişkisi olmayan demek istiyorum) bilgi ile dolduruyorum? Görecenin egemenliğine, her şeyin öğrenmeye dayandığına ve mutlak doğru diye bir şey olmadığına bir örnek oluşturabileceğini düşündüm de ondan. Hoşgörüye ulaşmanın yolu her zaman için kendinden biraz kuşkulanmaktan geçiyor bence.

Kendinden kuşkusu olmayanlar diyarına seyahat

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 16 Haziran 2013

Gezi Parkı olaylarının başladığı günlerde New York’tan İstanbul’a yola çıkmaya hazırlanıyordum. Bizim köpeğe yiyecek stoklamak için mahallemizdeki hayvan yiyeceği satan dükkâna gittim. Dükkânın sahibi Filistinliyle çok ahbabız, her uğrayışımda en az on beş, yirmi dakikalığına Ortadoğu siyasî durum değerlendirmesine koyuluruz. Mahallelinin sevdiği, candan, güler yüzlü bir adam. Dükkâna gelen köpeklerin dokunup da abdestini bozmaması için yüksekçe tezgâhının arkasından çıkmaz, ziyaretçi köpeklere isimleriyle hitap edip oturduğu yerden kurabiye atarak durumu idare eder.

Bu gidişimde Filistinli beni görür görmez “Anlat, neler oluyor Türkiye’de” dedi, ben bildiklerimi anlattım, o da arada bir soru sorarak dinledi. Sonra kapının önünde durmuş sigara içen birine Arapça seslendi, adam içeri girince “Bak, seninle ne olup bittiğinden konuşuyorduk, bu adam Türk, durumu izliyor, bir şey soracaksan sor” dedi. Adam soru sormak yerine Arap aksanlı bir İngilizceyle “Ben anlatayım size olup biteni” dedi ve neredeyse kavga tonunda, ellerine havada daireler çizdirerek Erdoğan’ın Suudilerin gazına gelip Sünnilerin padişahlığına heveslenmesinden girdi, İsrail’in çevirdiği dolaplar ve ABD’yi manipüle etmesiyle devam etti, konuyu Rusya, Suriye, İran, Kürtler, Gazze falan üzerinden getirip hiç kavrayamadığım bir mantıkla Gezi Parkı’na bağladı. Ben “Hacı, sen bu işi çözmüşsün” deyince de gayet ciddi bir “Thank you” çekip kendinden memnun dışarı çıktı, bir sigara daha tellendirdi.

Dükkânın sahibi Filistinli “Kusura bakma, bu adam böyledir” dedi, ben de “Zararı yok, zaten yol hazırlığı yapıyorum, iyi bir hatırlatma oldu benim için” dedim. Ertesi gün de kendinden kuşkulanmanın ortalıkta pek sık görülmediği topraklara yola koyuldum.

Özgüven ve Ses Tonu Üzerine

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 9 Haziran 2013

Bir zamanlar benim New York’taki ev halkı Türkçe konuşurken epeyce davudî çıkan sesimin İngilizce konuştuğumda tizleşiverdiğini öne sürmüştü. Kendime ve başka yabancılara biraz kulak kabartınca gerçekten de arada böyle bir perde farklılaşması olduğunu görmüştüm. Uzun zamandır evdekiler de, ben de bu farkı duyamıyoruz. Sanırım toplumsal niteliklerin dile etkilerini inceleyen sosyolinguistlerin savlarına bir kanıt oluşturdum: Burada daha bir yerleşip rahatladıkça, topluma ve dile daha entegre oldukça, İngilizce konuşma perdem anadiliminkiyle aynı kalınlığa düştü.

İnsanların konuşma tonlarındaki farklılaşmaların yalnızca beden yapısına bağlı olmadığı, toplumdaki konumlarıyla, üstlendikleri rollerle yakından ilişkili olduğu artık kesinleşti. Bunun kadınların erkeklerden daha çok başvurduğu bir gösterge olduğu da oldukça açık. Başta Uzakdoğu toplumları olmak üzere birçok ülkede kadınların tiz, bebeksi sesle konuşmaları itaatkârlık, hanımlık, kibarlık, masumluk, sevimlilik, güzellik gibi niteliklerle özdeşleştiriliyor. Erkeklere oranla kadınların yapısı falsetto (sahte ses) denen, ses tellerinin tümü yerine belirli bölgelerini titreştirerek üretilen ses için daha elverişli ama yine de bunu içselleştirmek kolay iş değil.

Benim falsetto kullanımı konusunda rastladığım araştırmaların çoğu Japonya’da yer almış ve kadın-erkek eşitliğinde yol alındıkça kadınların konuşma tonlarında çok belirgin bir kalınlaşma olduğu saptanmış. Yönetici ya da patron konumundaki kadınların büyük çoğunluğunun doğal (modal) tonda konuştuğu, resepsiyonist, garson, asansör operatörü gibi mesleklerdekilerin de hâlâ falsetto kullandığı söyleniyor. Bir araştırmada Tokyo metrosunun son elli yılda kadın sesleriyle kaydedilmiş anonsları karşılaştırılmış ve tonda ciddî bir kalınlaşma yer aldığı saptanmış.

Ben günlük yaşantıdaki gözlemlerime dayanarak bu konunun Türkiye için de geçerli olduğunu düşünüyorum ve bir araştırma yapılsa benzer sonuçlara ulaşılacağını sanıyorum. Örneğin, Tokyo metrosundaki ton kalınlaşması en azından THY anonslarında da gerçekleşti: Birkaç yıl öncesine kadar kayıtlı anonsların İngilizcesini okuyan kadın sesiyle Türkçesini okuyan ses arasında çok çarpıcı bir perde farkı olurdu, bu neredeyse kayboldu gibi.

Brooklyn’den Kız Çıkar…

İçinde olduğumuz 2013 yılında Türkiye’de otuz beş yaşını aşmış herkes ilkokulu kara önlükle okumuş bulunuyor. Erkeklerde belin altına, kızlarda da dize kadar uzanan, arkadan düğmeli, uzun kollu bir üniformaydı bu. Bir de çenenin altına gelen küçük bir düğmeye iliklenen bir beyaz yaka olurdu. 1989’da önlüğün siyah yerine başka renklerde olmasına karar verildi ve, bildiğim kadarıyla, mavi en tercih edilen renk oldu. Tek tip giysi zorunluluğu kalkalı da şunun şurasında topu topu dört yıl olmuş.

Arkadaşım Yakup’un sınıfı (Tarsus Atatürk İlkokulu): Fotoğraf biraz bulanık ama önlüklerdeki farklılaşmalar oldukça net görünüyor.

Büyük şehirlerde nasıl olurdu bilmiyorum ama benim okuduğum Anadolu şehir ve kasabalarında sınıftaki öğrenci sayısı altmışla seksen arasında değişirdi. Yanyana üç kişinin oturduğu “sıralar” dört ya da beş sıra halinde arka arkaya dizilirdi. Ve oturma düzeninde bir hiyerarşi izlenirdi: Şehre batıdan atanmış subay, üst düzey devlet memuru, hakim, banka müdürü, doktor gibi kişilerin giyimi kuşamı, saçı başı “modern” çocukları en ön sıralarda otururdu. Elazığ’da bunlara “tango” derdik, sonradan güneyde “parlak” dendiğini öğrendim. Tangoların arkasına şehrin zengin eşrafının çocukları, onların arkasına büyük bir kitle halinde orta sınıfın çocukları, en arkalara da çoğunluğu erkek, bir üst sınıfa geçemedikleri için yaşları bizlerinkinken daha büyük, “tembeller” olarak bilinen fakir fukara takımı oturtulurdu.

Tek tip önlüğün zenginle fakiri birbirinden farksız kıldığı söylenirdi ve bu kesinlikle doğru değildir: Zenginin önlüğü solgun olmazdı, etek boyları hep daha kısaydı, alttan görünen pantolon ya da entari daha kaliteliydi, yakalar muşamba değil ütülü bez olurdu ve saçlar hep daha temiz, daha bakımlıydı. Ortalara doğru yakalar kırışmaya ya da muşambaya dönüşmeye, saçlar erkeklerde kısalmaya, kızlarda yağlanmaya, siyah solmaya başlardı. En arkadakilerde ise önlük (eğer varsa) yırtık pırtıktı, yaka da genellikle olmazdı. Özetle, sınıfa baktığınızda önden arkaya koyu siyahtan griye, düzenliden dağınığa uzanan bir geçiş görürdünüz. Öğretmenin öğrencileriyle ilişkisi de bu geçişe paralel, şefkatle başlayıp öfkeyle biten bir alanda gidip gelirdi.

Ben ilkokula Adapazarı’nda başladım. Babam oradaki bir bankada orta düzeyin biraz üstünde bir iş bulunca ailece toplanıp gitmiştik. Elazığ’dan. Elazığ lehçesiyle konuşan, “efendim?” yerine “ha?” diyen, kafası üç numara traşlı, mahalli bir çocuktum. Okulun açılmasına doğru babam bir berbere götürüp tepede az biraz saç bırakılan türden alabros traş ettirdi (“subay traşı” da denirdi), annem parlak kadifeden bir kısa pantolon ve pırıl pırıl bir kara önlük dikti, arada bir yıkanıp kolalanıp ütülenen cinsten beyaz bez yaka alındı, okul günü de kravatlı, takım elbiseli babam elimden tutup Sakarya İlkokulu’na götürdü ve genç bir hanım öğretmene kibar sözler ederekten teslim etti. Sınıfta öğretmen tarafından “iyi davranılanlar” arasına, dördüncü ya da beşinci sıraya oturtuldum ve mutluydum. Öğretmen bir resim ödevimi çok beğenip panoya asınca daha da mutlu olmuştum. Hatırladığım kadarıyla karnemde iki ya da üç “iyi” vardı, geri kalan notlarımın hepsi “pekiyi” idi.

İlk karneyi aldıktan hemen sonra babam işten çıkartıldı, yine toplanıp kös kös Elazığ’a döndük. Babam kısa bir süre sonra Gaziantep’teki bir bankada iş buldu ve tek başına gitti. Annem bütün gün çalıştığı için benim bakımım evi çekip çeviren, başı bağlı, mantolu teyzeme kaldı. Teyzem eskiden olduğu gibi “hamamın önündeki berber”e götürüp kafamı standart “üç numara makine”ye vurdurdu. Ardından “bununla kim uğraşacak?” deyip bez yakayı muşamba yakayla değiştirdi. Ve Mehmet Zeki İlkokulu’na, ailenin mahalleden tanıdığı, “çok kuvvetli hoca” olarak bilinen Deli Emine Hanım’ın sınıfına yazdırıldım.

“Çok dayakçı” türünden, eli (gerçek anlamında) sopalı bir öğretmen olan Emine Hanım beni sınıfın ortalarında, orta gelirliler bölgesinde bir yere oturttu. Benim gördüğüm bütün ilkokul sınıflarında olduğu gibi, burada da bu orta kesim orta karar dayak yerdi: haftada bir-iki kez enseye bir tokat, kafaya bir yumruk ya da sırta bir sopa gibi. Önlerde oturanlara hiç dokunulmazdı. Bu gelenekselleşmiş bir iletişim düzeni gibiydi: Söz gelimi, tangolardan biri yazıyı eğri yazıyorsa Emine Hanım çocuğu ağzının köşesiyle hafiften gülümseyerek haşlardı. Aynı eğriliği benim yaptığımı görse aynı haşlamayı bana da yapardı ama o arada bir eli de yapışmış kulağımı çekiyor olurdu.

Arkada oturanlar ise sanki oraya yalnızca günlük dayağını yemek üzere gelmiş gibiydiler. O çocuklardan istenen tek şey konuşmadan, kıpırdamadan, put gibi oturmalarıydı. Ve, belki de sınıfın ön taraflarında olan bitenle pek ilişki kuramadıklarından, hareketsiz duramazlar, hep kıpır kıpır olurlardı. Öğretmen birkaç dakikada bir arka tarafa “konuşma” ya da “gelirim yanına” diye bağırır, bazen de giderdi yanlarına. Emine Hanım’ın çıldırmış gibi bunları kulaklarından tutup yere savuruşunun, bağırta bağırta sopalayışının, topuklu kunduralarının topuklarını böğürlerine, kıçlarına batırışının görüntüleri hâlâ pırıl pırıl durur zihnimde. Deli Emine Hanım’ın deliliği mahallede bir türlü koca bulamamış olması ve yaşlı annesiyle oturmak zorunda kalmasıyla açıklanırdı.

Elazığ’da benim için en şaşırtıcı olan sınıftaki fiziksel konumuma paralel olarak notlarımın da hemen düşüvermesi oldu: Bir buçuk yıl boyunca karnem “iyi” ve “orta” doluydu, “hal ve gidiş” dışında “pekiyi” getirdiğimi hatırlamıyorum. Bildik “zeki ama kendini derse vermiyor,” “kafası matematiği almıyor” lafları edilir oldu, annem bayağı bir endişelenmeye başladı.

İlkokulumuzun “parlak” çocuklardan oluşan mandolin grubu (şef konumundaki ben): Erkek saçları alabros, önlükler koyu siyah, yakalar kolalı. Bu fotoğraf çekilmeden önce birkaç öğretmen bizleri, parmakların aynı perdeye basmasından ayaklarımızın aynı pozisyonda durmasına kadar, aynılaştırmak için epeyce uğraşmıştı. Duruş ve bakışlarımızdaki ürkekliğin nedeni odur. Çaldığımız parçalardan biri de “Neşeli ol ki genç kalasın” idi.

İlkokulumuzun “parlak” çocuklardan oluşan mandolin grubu (şef konumundaki ben): Erkek saçları alabros, önlükler koyu siyah, yakalar kolalı. Bu fotoğraf çekilmeden önce birkaç öğretmen bizleri, parmakların aynı perdeye basmasından ayaklarımızın aynı pozisyonda durmasına kadar, aynılaştırmak için epeyce uğraşmıştı. Duruş ve bakışlarımızdaki ürkekliğin nedeni odur. Çaldığımız parçalardan biri de “Neşeli ol ki genç kalasın” idi.

Üçüncü sınıfa geçtiğimde babam Tarsus’ta bir bankanın müdürlüğüne atandı ve oraya taşındık. Yine yeni önlük, bez yaka, alabros traşa döndük ve yine babam elimden tuttu, bu sefer bankasının sahibi olan zenginin adını taşıyan ilkokula götürdü, krallar gibi karşılanıp Şükrü Bey’in sınıfına, pencere tarafındaki en ön sıraya yerleştirildim. Ve ilk karneden başlayarak notlarımın hepsi “pekiyi” oluverdi, öğretmen ne kadar zeki bir çocuk olduğumdan söz eder oldu.

Şükrü Bey sakin, efendi bir adamdı, dayak atması gerektiğinde tokatlamakla yetinirdi, sopası yoktu. Hatta çalışkan öğrencilerine özel ilgi gösterirdi: Bir ara benim gözlerimi kırpıştırma tikimi kendine dert edindi, her gün evden bir parça limon getirmemi söyledi ve iki-üç hafta ders arasında öğretmen masasına yatırıp gözlerime limon damlattı. Adamın tedavisinden kurtulabilmek için tikimi kontrol etmeye çalışmak da bir o kadar işkenceydi ve tabii ki beceremedim. Tarsus ilkokulu Elazığ’ınkinden daha uygarmış gibi bir izlenim yaratmış olmayayım: Herkesin uzak durduğu bir İnekçi Duran vardı, mesela. Elinde elektrik kablolarından yaptığı küçük bir kamçı taşırdı, okulda arka sıraları, okuldan çıkınca da otlatmaya götürdüğü ineklerini yola getirmekte kullandığı söylenirdi.

O zamanlar da, sonradan da aklıma takılıp durdu: Elazığ’da saç traşım fiyakalı, yakam bez olsaydı yine de mahalli bir çocuk olarak öne oturtulmaz mıydım acaba? Öne oturtulsaydım notlarım da yükselir miydi (çünkü önde oturup da kötü not alan olduğunu hatırlamıyorum)? Tarsus’ta kılığım düzeldiği için mi zeki oldum, zekamı takdir edebilen bir öğretmene düştüğüm için mi? Ön yerine arkalarda oturuyor olsaydım bu öğretmen zeki olduğumu yine de farkeder miydi? Ödevlerimi aynı özenle yapar mıydım? Arkadakiler fakir oldukları için mi tembeldi, tembel oldukları için mi arkada otururlardı, arkada oturdukları için mi dayak yerlerdi yoksa tembel oldukları için mi? Yani, insanın kafası çok karışıyor — özellikle de henüz dokuz yaşındaysan.

Sonradan da, bilirsiniz, biz önceleri siyah, sonraları mavi renkteki üniformalıların kimimiz avukat oldu, kimimiz ev kadını, kimimiz kebapçı, kimimiz mimar, kimimiz doktor, kimimiz çöpçü, kimimiz işportacı, kimimiz milletvekili, kimimiz öğretmen, kimimiz işsiz güçsüz, kimimiz iş adamı, kimimiz şehir planlamacı, kimimiz otomobil tamircisi, kimimiz gazeteci, kimimiz garson, kimimiz polis…

Eski New York sözüdür: Brooklyn’den kız çıkar ama kızdan Brooklyn çıkmaz.

*  *  *

Bir zamanlar, duvarın hâlâ ayakta olduğu yıllarda, Polonyalı tiyatro eleştirmeni Jan Kott’la yazar Witold Gombrowicz’den konuşuyorduk. Yetmiş yaşına  yaklaşıyordu. “Bak,” demişti, “Polonya’da bir müdürün müdür olmasına neden masada oturması, kapıcının kapıcı olmasına neden de kapıda durmasıdır. Yerlerini değiştirsen düzen açısından hiçbir şey farketmez. Gombrowicz’in işlerinin dibinde bu absürdlükle didişme yatar.” Bu söylediğini belki de bütün yirminci yüzyıl Doğu Avrupa sanatları için genelleyebileceğimizi söylemiştim, “olabilir” demişti.

Aynı biçimcilik ve hiyerarşi sorununun Ortadoğu için de geçerli olduğunu, oralarda bundan nasıl olup da Doğu Avrupa’daki kadar yoğun, derinlikli sanat üretilmediğini kestiremediğimi anlatmıştım. Kott, insanın, doğası gereği, bir yandan zırva yaratırken öbür yandan bu zırvanın zırvalığıyla çatıştığını, absürd varsa mutlaka absürde tepki de olacağını söylemişti. “Bu tepki sizin oralarda belki de sanata gerek bırakmayan, bambaşka yollardan ifade ediliyordur” demişti ve tutkunu olduğumu bildiği Stanislaw Lec’in bir aforizmasını hatırlatmıştı: “Ulusal kriz dönemlerinde bazıları da yalnızca bir kenarda durup burnunu karıştırır. Bunlar burun karıştırmanın yasak edildiği ailelerden gelirler.”

New York Alkollü İçki Yasaları

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 29 Mayıs 2013

Türkiye’deki yeni alkollü içki yasalarını savunanların pek ayrıntıya girmeden ABD’deki uygulamaları örnek gösterdiklerini okuyorum. Hıdır’ın New York muhabiri olarak bu referansa (yorum yapmadan) biraz açıklık getirmemin görevim olduğunu düşündüm.

Öncelikle belirteyim, “ABD’de uygulama şöyle” demek doğru değil, çünkü burada bu tür konularda kuralları hükümet değil, eyaletler, belediyeler, hattâ nahiyeler belirliyor ve bu kurallar bir bölgeden diğerine çok değişiyor. Örneğin, turizm ve eğlence geliri yüksek New York’taki kurallar bölgedeki diğer eyaletlere göre daha gevşek ama en büyük kenti Las Vegas olan Nevada eyaletine göre daha sıkı. Ve bu kurallar ekonomik gelişmelere ve kamuoyuna göre zaman içinde değişimden geçiyor.

Bira ABD’de diğer içkilerden farklı, meşrubata yakın bir statüye sahip. New York eyaletinde bira bakkallarda ve marketlerde, şarap ve diğer içkiler yalnızca lisanslı içki dükkânlarında satılıyor. Yakın geçmişte şarabın da marketlerde satılabilmesi için bir yasa teklifi sunuldu, içki dükkânı sahipleri kıyameti koparınca geri çekildi. Bira çoğu yerde her gün, her saatte alınabiliyor. Buna karşılık, içki dükkânları gece yarısından sabah 9:00’a kadar satış yapamıyor, pazar günleri de öğlen 12:00’de açılıp akşam 21:00’de kapanıyor (eskiden pazar günleri alkollü içki satışı bütünüyle yasaktı, değişti). Eyaletin büyük bölümünde lokanta ve barlarda sabah saat 4:00’ten 8:00’e kadar içki servisi yapmak yasak. Amacın gece hayatında bir kapanış noktası saptayıp düzen sağlamak olduğu söyleniyor.

New York şehrinde sokak, park gibi halka açık yerlerde bira da dâhil alkollü içki içmek ve açık içki şişesi bulundurmak yasak (o nedenle bira kutusu kesekâğıdından çıkarılmadan içilir, çünkü polisin gelip “torbada ne var, göster bakayım” deme hakkı yok).

Yerleşim yerlerinin geniş alanlara yayılması nedeniyle ABD otomobile çok bağımlı, dolayısıyla içkili araba kullanımı da çok ciddî bir sorun ve bunu önlemek için büyük çaba harcanıyor. Örneğin, arabada açık içki şişesi bulundurmak yasak. ABD genelinde alkollü içki içme yaş sınırı 21. Bu yaşın altındaki birine içki satılması da, bu kişinin içmek amacıyla içki bulundurması da suç sayılıyor. New York’ta 21 yaşından küçük biri bir lokanta ya da barda ancak 21’inden büyük birisiyle birlikte ise, o kişinin ısmarlayıp verdiği içkiyi içebiliyor. New York şehrinde araba ehliyeti alma yaşı 17 (eyaletin bazı bölgelerinde bu 16). Ancak, 21 yaşın altındaki sürücülerin alkollü olması konusunda “sıfır tolerans yasaları” uygulanıyor, yüzde 0,02 alkol düzeyi bile ehliyete el konulması için yeterli neden sayılıyor.

ABD’de kişi başına alkol tüketimi kabaca yılda dokuz litre civarında (Türkiye’de 1,5 litre). Dünya sıralamasında her zaman için ABD’den daha fazla içki içilen en az yirmi ülke olduğu görülüyor.