Parantez İçinde: (TC Belediye Başkanları Profili)

phln_01

Gündem ve aldığım birkaç öneri nedeniyle şu anki (2009-2014 dönemi) il/büyükşehir belediye başkanlarının niteliklerini belirlemeye ve bu bulguları 30 Mart seçimine katılacak adaylarınkiyle karşılaştırmaya çalıştım.

Bundan önce yayımladığım TBMM Milletvekili Profili ve TC Valiler Profili‘nde olduğu gibi, kaynak olarak kurumların web sitelerini ve arşivlenmiş yazı ve haberleri kullandım. Önceki araştırmalarımda da belirttiğim gibi, ben yalnızca herkese açık verileri tarayıp derleyen meraklı bir bireyim, bulgularımda yanlışlar olması kaçınılmaz. Bu amatör araştırmalar yalnızca genel bilgi edinmeye yönelik.

2009-2014 Dönemi

İl/büyükşehir belediye başkanlıklarının partilere ve cinsiyete göre dağılımı

Toplam büyükşehir/il belediye başkanı sayısı: 81

tbl01

Coğrafi bölgelere dağılım

tbl02

Hangi seçim yılından beri başkanlar?

tbl03Yaş

tbl04

Doğum ve orta öğrenim yeri

tbl05

Medeni hal

81 il/büyükşehir belediye başkanının hepsi evli.

Toplam çocuk sayısı: 226 (ortalama çocuk sayısı: 2.8)

tbl06

Bıyık

79 erkek il/büyükşehir belediye başkanının 51’i (%65) bıyıklı, 28’i bıyıksız (%35).

tbl07

Yüksek öğrenim durumu

tbl08

phln_02

30 Mart 2014 yerel seçimleri il/büyükşehir belediye başkan adayları

Yeniden aday gösterilenler

tbl09

Şu anki başkanlarla 30 Mart seçimlerindeki adayların niteliklerinin karşılaştırılmasının yararlı olabileceğini düşündüm. Ne var ki, yalnızca AKP ve CHP’li adayların özgeçmişlerinin parti sitelerinde toplu biçimde yayımlanmış olduğunu, diğer partilerin adaylarının yalnızca isimlerinin listelendiğini gördüm, özgeçmişleri başka kaynaklardan bulmaya çalıştım ama başarılı olamadım. O nedenle, aşağıda yalnızca AKP ve CHP adaylarının nitelikleri ve iki partinin 2009-2014 döneminde seçilmiş başkanlarıyla karşılaştırması bulunuyor. Eminim HDP/BDP ve MHP’li adayların taramasını da yapabilseydim yaş, öğrenim ve cinsiyet dağılımı açısından yeni ve ilginç sonuçlar ortaya çıkacaktı.

AKP — 30 Mart 2014 yerel seçimleri adayları

AKP il/büyükşehir belediye başkan adayı sayısı: 81

tbl10

tbl11

CHP — 30 Mart 2014 yerel seçimleri adayları

CHP il/büyükşehir belediye başkan adayı sayısı: 81

tbl12

tbl13

phln_03

Gerçeklik Çeşitlemeleri

1

Ben 1980’de New York’a geldikten birkaç gün sonra kötü bir rüya görmüştüm:

New York metrosunun muazzam sidik kokulu, karanlık, pis dehlizlerinde korkuyla, telaşla çıkış kapısı arıyorum. Duvarlardan sızan suların içinde lağım fareleri dolanıyor, sağda solda garip kılıklı evsizler yatıyor. Sonra bir “Exit” levhasının yarım yamalak aydınlattığı merdivenler görüyorum, çıkıyorum ve kendimi akşam vakti birileriyle birlikte Boğaziçi Üniversitesi’nin Etiler tarafındaki kapısından çıkmış buluyorum. Her yan eli tüfekli asker dolu ve hiç seslerini çıkarmadan, kıpırdamadan duruyorlar. Birlikte yürüdüklerimden biri “bunlar bizim biraz uzaklaşmamızı bekliyorlar, sonra arkamızdan ‘dur’ diye bağırıp ateş açacaklar, soran olursa ‘dur dedik, durmadılar’ diyecekler” diyor. Ve sözünü bitirir bitirmez bir “dur” sesi yükseliyor, hemen ardından bir cayırtı başlıyor, kurşunların yanımdakinin bedenini delip geçtiğini görüyorum, kendimi yüzüstü yere atarken uyanıyorum.

Yani, o sıralarda ruh halim pek hoş durumda değildi.

Kuzey Amerika kıtasına göçen Norveçlilerin, uçsuz bucaksız memlekette sanki başka hiç yer kalmamış gibi, gidip en soğuk Minnesota’ya, Ermenilerin depremin en çok olduğu Kaliforniya’ya yerleşmeleri gibi ilginçliklerden konuşulur. O yıllarda pek tekin bir yer olmayan New York’ta oturmaya başlayınca ben de Türkiye’den gelip de niye bula bula burada karar kıldığımızı düşünmeye başlamıştım. Ama birkaç ay sonra Türkiye’de görüp yaşadıklarım yüzünden işi çok abarttığımı, New York’un da her an birilerinin birilerini sopalayabileceği, kurşunlayabileceği bir yer olmadığını görmüştüm.

1970’lerde Türkiye’de olup bitenleri hatırlayabilenlerin yaşı şimdilerde (2014) elliyi geçti. Gençler bu büyüklerine, özellikle de o yıllarda üniversitede öğrencilik yapmış olanlara “nasıldı o yıllar?” diye sorarlarsa sorduklarına pişman olacak kadar çok hikaye dinlerler. Bence sıksınlar dişlerini ve sorup dinlesinler: bugünleri ve gelecekleri için ders çıkaramasalar bile, en azından “inanılmaz ama gerçek” türünden bir yığın şey duymuş olurlar.

Ben tek bir not düşmek isterim bu konuda: Birbiriyle didişen çok sayıda taraf vardı ve bu tarafların her biri “çare”nin kendi görüşü olduğuna yüzde yüz emindi. İddiasından kuşkulanan kimselere rastladığımı hiç hatırlamıyorum. Neye çare olmak istendiğinden de pek konuşulmazdı. “Çarelerarası meydan muharebesi” gibi bir şey yer alıyordu. Sonra da, işte, çareler içinde en birinci çare olduğuna inanan en büyük güç, ordu, gelip geriye kalanları darmaduman etti.

 2

New York’un Greenwich Village bölgesine yerleştikten birkaç gün sonra birileriyle dolaşmaya çıktığımda sırtında meşin ceket ya da parka, kısa saçlı, kaytan bıyıklı, postallı, subay kasketli erkeklerin kaldırımlarda üçlü beşli gruplar halinde, sert adımlarla bir aşağı bir yukarı yürüdüğünü görmüş, yanımdakilere “bu arkadaşlar hangi fraksiyondan?” diye sormuştum. “Onlar fraksiyon değil, sado-mazohist eşcinsel” demişlerdi, apışıp kalmıştım.

Türkiye’de yetişmiş biri olarak benim zihnimdeki eşcinsel erkek imgesi kadınsı erkek idi: eşcinsellerin sakallı bıyıklı babayiğitler de olabileceği gibi bir kavram yoktu kafamda. Na’payım, gerekli referansların olmayınca anlamlandıramıyorsun.

Meğerse sado-mazohist eşcinsellerde böyle bir deri ve askeri giysi merakı varmış ve bundan yalnızca benim değil, toplumun geriye kalanının da yeni haberi oluyormuş – o günlerde piyasaya çıkan Cruising adlı film nedeniyle. Eşcinsellerin bu filmi homofobik bulduğu, protesto ettiği ama bir şekilde de film nedeniyle “devriye gezmek” anlamındaki Cruising’in yaygınlaştığı söyleniyordu. Bana ilk bakışta gelip geçici, giysi ve davranışla sınırlı bir moda gibi görünmüştü ama bir süre sonra bunun “kadınsı erkek” imajına bir başkaldırı niteliğinde olduğunu da anladım. Bu doğrultuda oldukça başarılı oldular da.

Tiyatroda çalışmaya başladıktan sonra bu insanların bir ikisiyle de tanıştım; çok hoş, gerçekten keyifli, yetenekli insanlardı. Kendilerine Cruise edenleri ilk kez gördüğümde aklımdan neler geçtiğini anlatınca gülmekten yerlere yatmışlardı. Arada bir “bizi Türkiye’ye ne zaman götüreceksin? Tam bize göre bir yere benziyor” diye takılırlardı.

3

New York’a varışımdan 26, 12 Eylül darbesinden de 19 ay sonra İstanbul’da, Tuzla Piyade Okulu’nda askerlik eğitimindeydim. Sürekli koşturuluyorduk. Ben hem yirmili yaşlarımı geride bıraktığım, hem de hayatımda hiç spor yapmadığım için birkaç yüz metre koşunca ya gözüm kararıp düşüyordum ya da resmen bayılıyordum.

Konuyu yüzbaşının dikkatine sunmaya karar verdim. Mesleği hakkında düşünmüş, işini sorgulamış izlenimi veren, ilginç bir adamdı. “Ben koşamıyorum, koşunca düşüp bayılıyorum” deyince, “Sen okumuş etmiş adamsın, söyle bakalım, sence bu eğitimin amacı ne? Biz niye size bu eziyetleri ediyoruz? Biz sadist miyiz?” “Bir savaş olursa çatışabilecek asker yetiştiriyorsunuz” gibisinden bir yanıt verdim, “Hayır” dedi, “bu eğitimin en nihai amacı şudur: sizin kafanızı öyle bir noktaya getirmek istiyoruz ki, ben sana ‘git savaş ve öl’ emrini verdiğimde sen ’emredersin’ diyecek ve gidip öleceksin. Doğru mu?” Biraz düşünüp “bravo, doğru” dedim. “O zaman sana emrediyorum asker, git koş ve bayıl” dedi, ben de mantığa olan tüm saygımla koşmayı deneyip yere yıkılmaya devam ettim. Sonraları yüzbaşı acıyıp uzun koşular sırasında bir yerde nöbete koydu, bir süre sonra da koşuları çıkaracak kadar kondisyon edindim.

4

Tuzla’da dört ay boyunca yanımda duran arkadaş Zonguldak’tan gelmiş, benden dört-beş yaş küçük, temiz yüzlü, sessiz biriydi. Birkaç kez laf arasında “olaylara” bayağı bir karışmışlığı olduğunu çıtlatmış ama ayrıntıya girmemişti.

Bir gün teğmenler bölüğü bir kenara oturtmuş yürüyüşlerde söylenecek marşları, türküleri öğretiyorlardı. “Gün doğdu hep uyandık, siperlere dayandık / İstiklalin uğruna da al kanlara bulandık” diye başlayan türküyü öğretirlerken baktım silah arkadaşımın yüzü kıpkırmızı olmuş, gözleri yaşarmış. “Hayrola?” dedim, yutkunarak “dayanılır gibi değil” dedi, “şu faşistlerin yaptığına bak, bu kadar da utanmazlık, zalimlik olur mu? Bizim marşımızı alıp sözleri değiştirmişler, getirmiş burada kafamıza vura vura söylettiriyorlar bize.”

“Benim bildiğim, bu eski bir türküdür, aslı bu, sözleri değiştiren sizdiniz” dedim, katiyen inanmadı. “Yani, aslı ‘yurdumuza faşist doldu, vurun kardaşlar vurun’ idi de onu alıp ‘üstümüzden eksilmesin al bayrağın gölgesi” mi yapmışlar?” dedim, “evet, güzel de uydurmuşlar” dedi. (Biliyorum, şimdilerde de Beşiktaşlılar bu marşı farklı sözlerle söylüyorlar.)

5

1982 başlarında, askerlik yapmak için Türkiye’ye dönmeden hemen önce eşcinseller arasında garip bir hastalığın dolaşmakta olduğu, adının AIDS konduğu fısıldanıyordu ama pek ciddiye alan yoktu. Yaklaşık iki yıl sonra döndüğümde, sanat ortamında çalıştığım için, hayatımda rastladığım en trajik hallerden birini yakından izledim, eşcinsellerin korku ve kasvetle cenaze definleri, hasta bakımı ve ekmeklerini kazandıkları işleri arasında mekik dokuyuşuna şahit oldum. Sanki yaylım ateşi altında bir yerden bir yere koşuyor gibiydiler: sağ salim öbür yana ulaşabileceğinden kimsenin ümidi yoktu, kurşunun kime, ne zaman saplanacağı yalnızca şans ve an meselesiydi. Çaresizliğin bu derecesine ilk kez rastlıyordum.

Ve de dünyanın en heterojen, en demokrat, en sofistike toplumunun yaşadığını düşündüğüm New York’ta bile bu insanlar acımasızca dışlandılar. Ezici çoğunluğu oluşturan hemen her heteroseksüelin ağzında “vah vah,” kafasında “kendi etti, kendi buldu” dolanıyordu. Hele uyuşturucu bağımlılarının da bu hastalığa yakalandığı ortaya çıkınca AIDS darbesine Tanrı’nın Sodom şehrinde temizlik çalışması olarak bakılır oldu.

New York’taki eşcinsellerin çoğunluğu ya Amerika’nın dindar ve tutucu iç kesimlerinden ya da başka ülkelerden gelme insanlardı. Çocukluklarını ve gençliklerini günahkar, hasta, anormal olduklarını düşünerek geçirmişlerdi. Kişinin başkalarına zarar vermediği sürece nasıl isterse öyle davranabildiği New York şehri, eşcinseller için kimliklerini inkar etmeden, kendilerinden utanmadan, suçluluk duymadan yaşayabildikleri bir ortamdı. Ve AIDS birden “demedim mi ben size?” diye kahkahalar atan bir gök gürlemesi gibi beliriverdi tepelerinde. Saatlerce ağlama krizlerine tutulanlar gördüm, her fırsatta kiliseye koşanlar gördüm, artık kadın dansçıların kendilerine dokunmaya korktuğunu anlatan erkek dansçılar gördüm, eşcinsel olduğu için işinden çıkarılmış aşçı gördüm. Ölmüş partnerine kavuşabilmek için, kurtuluş olmadığına emin olduğu için, günahının cezasını çekmek için intihar edercesine yaşantı biçimini hiç değiştirmeden sürdürenler olduğunu duydum.

6

Tuzla’da eğitime başladığımda Kıbrıs Savaşı olup biteli sekiz yıl geçmişti. Okuldaki subayların bazılarının Kıbrıs deneyimi olmuştu. Yunanistan’la itişip kakışma hala sürüyordu (o sıralarda konu Limni adasıydı). En önemlisi de, 1974 yazının ortalarında savaş patladığında Tuzla’da eğitimin sonuna gelmiş olan dönemdekiler, en hazır durumdaki birlikler olarak kendilerini birden çıkartma gemilerinde Kıbrıs’a doğru yol alırken buluvermişler. Pek başarılı olmadıkları söyleniyordu.

Bu nedenlerden eğitimimizin teması “Niko” idi: süngü eğitiminde Niko’yu doğruyorduk, yere yatıp nişan aldığımızda ayaklarımızı yanlamasına yere yapıştırmayınca Niko topuklarımızdan vuruyordu, Niko’nun yaylım ateşi nedeniyle hep daha hızlı koşmamız gerekiyordu, el bombasını pimi çektikten sonra beklemeden atarsan Niko alıp sana geri atıyordu…

O güne kadar hayatımda yalnızca bir Yunanlı ile tanışmıştım. Askerliği bitirip New York’a döndükten sonra bir şekilde kendimi Yunan çevresinde buluverdim, birkaç kişiyle yakın dost oldum (henüz Niko adlı biriyle tanışmış değilim). Bunlardan varlıklı bir hanım sponsorum oldu, maaşımın bir bölümünü oluşturması için bizim tiyatroya tam altı yıl süreyle, düzenli bağış yaptı.

Yunanlı arkadaşlarla arada bir Yunan lokantalarına gidip uzo içiyorduk ve muhabbet konusu hep iki toplumun karşılaştırması oluyordu. Aklımıza takılan bir konu da Türklerin ve Yunanlıların rakı ve uzoyla sarhoşluğunun neden başka içkilerle sarhoşluklarından farklı olduğuydu. Yani, şarap, viski, bira falanla sarhoş olan Türk ya da Yunanlı da tabii ki saçmalıyordu, yere yıkılıyordu, kavga çıkarıyordu ama rakı ve uzoyla sarhoşluğundaki gibi efkarlanmıyordu, ağlamıyordu,  “batsın bu dünya” havasına girmiyordu.

Benim bu konuda o zamanlar arkadaşlara anlattığım bir kuramım vardı, sizle de paylaşayım: Rakı ve uzo diğer içkilere oranla çok kokulu, çünkü içine anason katılıyor. Anasonun insanda efkar etkisi yapması diye bir şey yok — olsaydı bugüne kadar duyardık. Ama kokunun çağrışımsal gücünün tadınkinden daha fazla olduğu biliniyor. Yani, demek istediğim, anason kokusu Türk ve Yunanlı’nın bilinçaltında belirli mekanlar, duygular ve davranış biçimleriyle özdeşleşiyor, anason kokusu burnuna değdiği anda havası değişiyor. Bu kuramın doğruluğunu bir iki kez Astoria’daki tavernalarda gözlemledik de: uzoyu deviren Amerikalı gözleri kaymış bir şekilde, hamur gibi otururken Yunanlı kalkmış nara atıyor, ağlaya zırlaya şarkı söylüyor, efkarı doruğa ulaştığında tabakları kaldırıp yere çalıyordu.

Alâkalandırmaya Yapısalcı Bir Bakış

“Hürafeyle hürafe çarpıştığında kopan kıyamet bütünüyle gerçektir.”
— Stanislaw Lec

İnsanlar iki kolla doğuyorlar. Mimarimiz böyle.

İki kolumuzu ve bunların uzantısı ellerimizi birbirinden ayırdedebilmemiz mümkün mü?

Aralarında bir fark saptayabilirsek mümkün. Fark var mı?

Var. Biri ötekinden biraz daha güçlü ve kontrollü oluyor. (Güçlü-Güçsüz karşıtlığı)

Bu aralarında bir sorun yaratıyor mu?

Hayır, biri bir işi tek başına yapabiliyorsa yapıyor, yapamadığı zaman öteki yardıma geliyor, geçinip gidiyorlar.

Bunları birbirinden ayırdedebilmemiz için adlandırmamız gerekiyor.

Tamam, birine, atıyorum, sağ diyelim, ötekine sol. (Sağ-Sol karşıtlığı)

Peki, hadi güçlü olan “sağ” olsun, güçsüz olan da “sol.” (Solaklar da güçlü olana sol, ötekine sağ diyerek öğrenirler.)

Buraya kadarında anlaşılmaz bir şey yok.

Şimdi, İslami gelenekte ellerin kullanımıyla ilgili kurallaşmış bir işbölümü var: Yemek sağ elle yenir, içecek sağ elle tutulup içilir, başka birine yiyecek ya da içecek ikramında sağ el kullanılır. Buna karşılık, tuvalette sol elle temizlenilir, üreme organı, sümkürülürken burun sol elle tutulur.

Bu iyi akıl edilmiş, yararlı bir toplumsal denetim yöntemi: Alafranga tuvaletin, tuvalet kağıdının, taharet musluğunun oldukça yeni buluşlar olduğunu (ve halen dünyada bunları kullanmayan milyonların olduğunu) düşünürsek, eller arasındaki bu işbölümünün çok sayıda hayatı kurtardığı (kolera, parazit) herhalde tartışılmaz bir gerçektir. Kuralın dinle bütünleşmesi, günahlaştırma yoluyla yaptırım sağlanmış olması da son derece akla yatkın, çünkü insanın gözden ırak, mahrem ortamlarda yaptığı ama toplumu ciddi biçimde etkileyebilecek bir davranışı kontrol etmeye çalışıyorsun. Yani, işin doğası nedeniyle, poposunu sağ eliyle temizleyene üç ay hapis cezası veririm gibi bir şey söyleyemezsin. Yemek yemeyi tuvalete gitmekten daha sık yaptığımıza göre, yemek konusuyla daha sık kullandığımız sağ elin ilgilenmesi de doğru bir seçim.

karsitlarHerşey hâlâ anlaşılır duruyor ama dikkat edersek sağ el-sol el karşıtlığı güçlü-güçsüzle ve yiyecek-dışkıyla bağlanırken, güçlünün yiyecekle, güçsüzün de dışkıyla “alâkalanması” gibi işlev-dışı bir hizalanma yer alıverdi. Yola biraz daha devam edip yiyeceğin yaşamın sürmesini sağladığı için iyi, yararlı ve gerekli, dışkının kötü, yararsız ve gereksiz olduğunu sıralayarak ikiliklere yeni “ideolojik” boyutlar da kazandırabiliriz.

Niyetim burada akademik ders vermek değil, çok kısa bir özet verip geçeyim: Yapısalcılık (structuralizm) adı verilen, bundan otuz-kırk yıl önce entellektüel dünyada çok modalaşan bir inceleme yöntemi var, edebiyattan antropolojiye kadar birçok alanda kullanıldı ve hâlâ, pek göze görünmese de, ciddi incelemelerin temelinde taş gibi oturur.

Yapısalcılar bir şeyi ne olduğuna göre değil, ne olmadığına göre anlamlandırdığımızı savunurlar. Yani, sol olmadan sağın, sağ olmadan da solun bir anlamı olamıyor. Açık demek kapalı değil demek, siyah demek beyaz değil demek, koyu gri demek açık gri değil demek, aşağı demek yukarı değil demek oluyor. Yapısalcılar incelemelerine “yapıların” temelindeki bu ikili karşıtlıkları saptayarak başlıyorlar.

İkili birimlerin birbiriyle ilişkilenmesi genellikle işlevsel başlıyor ama giderek birtakım yeni ikililer biçimsel benzerlikleri nedeniyle gelip diğerlerinin altına hizalanıveriyor. Benzerlikten kaynaklanan bu ilişkiye homolojik hizalanma deniyor. “Düz mantık” dediğimiz ilkel ilişkilendirme düzeyinden (babam kıllı x kedi tüylü = babam kedi) daha derinlere inebilen bir bakış.

Yukardaki örneğe devam ederek açıklamaya çalışayım:

İslamî gelenekte sağ-sol ayrımı yalnızca ellerle sınırlı kalmıyor, bedenin bütününün kullanımında sağ-sol esaslı kurallar yerleşiyor. Örneğin, aptes önce sağ, sonra sol düzeninde alınıyor, namazda önce sağa, sonra sola selam veriliyor, her yere sağ ayakla ama tuvalete sol ayakla girilmesi, giysilerin önce sağ kolu ya da bacağı sokarak giyilmesi salık veriliyor, sağ omuzdaki meleğin sevapları, soldakinin de günahları yazdığı söyleniyor. Bu ayrımın işlevsel nedenlerle oluşan sağ el-sol el işbölümünden kaynaklandığını, homolojik hizalanmalarla biçimlendiğini düşünmek kanımca mantıksız olmaz.

Ve homoloji bir başladı mı durmak bilmiyor: Sağ-sol ayrımına paralel olarak bedenin belden üstüyle altı arasında da bir ayrım oluşuyor, yararlı yiyeceğin girdiği belden yukarı bölüm, atıklarla ilgili belden aşağı bölüme göre üst-ünlük kazanıyor. Örneğin, tuvaletteyken bir şey yemek kadar yemek yerken gaz çıkarmak da günah sayılıyor. Atıkların çıkışını sağlayan belden aşağıdaki “pis” organların ikinci işlevleri de hizaya geliveriyor, cinsel kullanımları olumsuz özdeşleştirmelere maruz kalıyor. Yiyecek kutsallaşıyor ve ait olduğu bölgede, yani belden yukarda tutulması kurallaşıyor (yerde ekmek bulursan öpüp alnına dokunduruyor, yüksekçe bir yere koyuyorsun). Bedenin üst kısmı kutsalla özdeşleşince dinde kutsal sayılan nesneleri de belden aşağıda tutman, yere düşürmen yasaklanıyor. Dinle bir bağlantısı olmayan bayrak, sancak gibi simgesel nesnelerin (bambaşka bir açıdan da olsa) kutsal olduğu söylenince, onların da belden aşağıda tutulmaması kurallaşıyor.

Bütünüyle yiyecek-dışkı karşıtlığına bağlamak tabii ki doğru olmaz ama belin üstüyle altı arasındaki ayrımın toplumda dikey hiyerarşik paradigmalar oluşumunda payının olmaması da pek mümkün görünmüyor. Örneğin, belden yukardaki yürek, göz, baş, beyin gibi organlar olumlu benzetmelere malzeme olurken belden aşağıdakiler hakaretlerde kullanılıyor. “Yüce, yüksek, baş tacı, göz nuru, kalpten” gibi yüceltmeler ve “aşağılık, alçak, ayak takımı, boktan, sürüngen” gibi aşağılamalar türüyor. “Giriş” genel olarak olumlu, “çıkış” olumsuz çağrışımlar ediniyor. Örneğin, benim büyüdüğüm Doğu Anadolu şehrinde kanalizasyon yoktu: bahçede toprağın altında yanyana iki kuyu kazılmıştı, mutfaktan gelen atık sular birine, tuvaletten gelenler de ötekine akardı. İkisinin aynı kuyuda birleşmesinin günah olacağı düşünülmüştü.

Yanlış anlaşılmasın, bu yazıda İslamî gelenekten örnekler vermemin nedeni yalnızca bu kurallarla daha tanışık olmam. Sağ-sol ayrımının Hinduizm’de de İslam’da olduğu kadar güçlü olduğu söyleniyor. Hıristiyanlık da yeri geldiğinde ayrımını yapıyor; örneğin, yemin ederken sağ el kalkıyor, şeytan sol tarafla özdeşleştiriliyor, Hz. İsa’nın Tanrı’nın sağ tarafında oturduğuna inanılıyor, istavroz sağ elle çıkarılıyor. İngilizce’de “sağ” anlamındaki “right” kelimesi aynı zamanda “doğru,” “uygun,” “hak,” “haklı” anlamına da geliyor. Fransızca sol anlamındaki “gauche” şapşallıktan sarsaklığa kadar bir yığın ikincil anlam taşıyor, sağ anlamındaki “droit” ise İngilizcedeki “right”la aynı olumlu anlamlara sahip. Almanca’daki “recht” de öyle. Üst-alt karşıtlığı da her toplumda, her dilde, burada örneklememe gerek bırakmayacak ölçüde belirleyici.

Dinî uygulamalar genellikle iyi tanımlı ve net olduğu için bizlere yaşantılarımızın daha karmaşık yönlerini çözümlemede yol gösterici olabiliyor. Günlük yaşantılarımızda gördüklerimize, yaptıklarımıza bakıp “ne alâkası var?” ya da “öyle olmasa ne olur?” diye sorguladığımızda hepimizin gırtlaklarımıza kadar mitlere (hürafelere) gömülmüş olduğumuzu ve bunları dindarca, sorgulamadan uygulayıp gittiğimizi farkedebiliriz. Ve bu mitlerin oluşumunu da genellikle işlevsel başlayıp giderek biçimsel hizalanmalara dönüşen ikili karşıtlıklar belirliyor.

Söz gelimi, sofrada aynı yemeği neden birbirinin aynı tabaklarda yememiz gerekiyor? Pantolonun ütülü, çorapların aynı renk, paçaların aynı uzunlukta olup olmaması neden önemli? Nasıl oluyor da ünlü bir sporcunun siyasi gidişat konusundaki fikirleri dikkatle dinlenebiliyor? Neden en gerçekçi olduğunu iddia eden filmlerde bile başroldekiler örneğine sokaklarda çok az rastladığımız ölçüde güzel ve yakışıklı oluyor? Gazete haberlerinin arasına çekilen çizgileri otoyoldaki şeritlerle karıştırdığımız için mi farklı haberlerin birbiriyle ilişkisini düşünmek aklımızdan geçmiyor? 2014 yılına girerken bir yüzyıl öncesiyle, 1914 yılındaki gelişmelerle parallellikler kurup yeni bir dünya savaşının patlayıp patlamayacağından konuşmak akla yatkın mı? Ülkelerin haysiyet, şeref, saygı uyandırma, tükürdüğünü yalamama gibi nedenlerle savaşa girmeleri, uğruna on milyon kişinin ölmesi hâlâ geçerli mi? Neden taze çiçek güzel, buruşuk çiçek çirkin sayılıyor? Doğduğumuz yer ve toplum konusunda hiçbir seçimimiz olmamışken, nasıl oluyor da bunları uğruna ölüp öldürecek kadar sahiplenebiliyoruz?

Çok sevdiğim bir fıkra: Adam ağır hasta yatıyor, doktor öğrencileriyle giriyor odaya, “işte” diyor, “bu hastalığın bütün belirtilerini yüzde görebilirsiniz, gözler ve avurtlar çökmüş, burun uzamış, ağız sarkmış, cilt sapsarı.” Hasta gözlerini aralayıp mırıldanıyor: “sen sanki dünya güzelisin.”

Çare: Gençler ve Kadınlar

Birkaç hafta önce bu blogda kendimce oluşturduğum iki basit istatistiksel araştırma yazısı yayımladım: Birincisinde TBMM’deki şu anki (Kasım 2013) milletvekillerinin, ikincisinde de valilerin profilini saptamaya çalıştım. Bu konulardaki bulguları nesnel bir biçimde paylaşmanın ötesinde iki amacım daha vardı: 1. artık insanların spekülasyon yerine somut verilere dayanan fikirler üretebilmeleri için yeterli teknoloji ve bilgi bulunduğunu; 2. toplumdaki epeyce bol bilgi gediğini artık bilgisayar başında oturan her bireyin, dünyanın öteki ucunda bile olsa araştırıp doldurma ve, dolayısıyla, bir işe yarama imkanı olduğunu göstermek.

Her iki yazı da hiç ummadığım sayıda okuyucu topladı, birkaç internet gazetesinde “re-blog” edildi ve, büyük çoğunluğu olumlu, epeyce bir yorum geldi. Bu yazıyı da bu yorum ve görüşlere toplu bir yanıt olarak yazıyorum.

Söz konusu yazılarda paylaştığım birçok bulgu arasından biri, erkeklerdeki bıyık tercihi, yorumlarda birden ön plana çıkıverdi. Bunun nedenini pek kavrayamadım. Her yerde kılık kıyafetin bireyin topluma sunduğu bir “kartvizit” niteliği taşıdığını biliyoruz ama bazı toplumlarda giysiye ve saça sakala bakıp kişinin kökenini ve ideolojisini kestirebilmek de mümkün. Türkiye toplumunda yalnızca bıyığın değil, kafa bölgesindeki bütün kılların düzenlenme biçiminin yalnızca kozmetik kaygılarla açıklanamayacağının herkes tarafından bilindiğini sanıyordum. Alabildiğine hiyerarşik bir ilişkiler düzeninde kafa kılları kişinin safının, sınıfının, rütbesinin, düşünsel eğiliminin göstergesi olarak düzenleniyor. Benim bu araştırmaları görenlerin bıyık kısmını bu ölçüde vurgulaması da herhalde toplumdaki simgecilik ve saflaşmanın derecesine başka bir kanıt oldu.

Bu açıdan, kişilerin bıyık tercihlerini de eleştirmek ya da alay etmek amacıyla değil, geçerli bir veri saydığım için kullandım (fotoğraflar daha yakından çekilmiş olsa bıyıkları biçimlerine göre de sınıflandırırdım). Gerçekten de bulgular bıyığın temsil ettiği kimlik ve değerlerin yeni kuşaklar arasında daha az tercih edildiğini, geleneksellik ve tutuculuğun bir parça da olsa azaldığını net olarak gösteriyor.

Verilerin kısıtlılığına rağmen her iki araştırmada da en azından benim merakımı giderecek derecede belirgin, genel profiller oluştu. Örneğin, şu anda görevde olan valilerin özgeçmişleri şaşılacak derecede birbirinin benzeri çıktı: 81 valinin biri hariç hepsi erkek, hemen hepsi İç Anadolu ve Karadeniz bölgelerinin ilçelerinden ve küçük kentlerinden geliyor. Hepsi ilk ve orta öğrenimini doğduğu bölgedeki devlet okullarında tamamlamış, ardından üniversite giriş sınavına girmiş, siyasal bilim ya da hukuk okumayı tercih etmiş, üniversiteyi bitirince de kaymakam adaylığı sınavına girip kazanmış ve mülki amirlik kariyerine başlamış. Hepsi uzun süre 3-4 yılda bir tayin edilerek ilçeden ilçeye dolaşmış. İçlerinde bekar olan da, çocuksuz olan da yok. Kurallar gereği, bir noktada dil öğrenmek ve bilgi ve görgü edinmek üzere bir yıllığına İngilere ya da ABD’ye gönderilmiş, ardından yine bir ilçede kaymakamlığa dönmüş. Sonra vali yardımcılığına terfi etmiş, bu kez de kentten kente dolaşmış ve sonunda da bir ile vali olarak atanmış. (Mülki amirlik kısmı hariç, aynı profil TBMM’deki erkeklerin yarıdan çoğu için de geçerli.)

Bence bu valilerin her birinin yaşamı “yazsam roman olur” türünden zahmetli, yorucu bir başarı öyküsü. Küçük bir kasabadan çıkıp bir ile vali olmak kolay iş değil. Bu kişiler küçümsenecek değil, alkışlanacak özgeçmişlere sahip.

Ne var ki, il valiliği bu kişilerin birikimlerinin yetersiz kalacağı sorumluluk ve yetkilerle donatılmış bir konum. Bu aykırılık son zamanlarda, özellikle binbir türlü hayatın yaşandığı, küreselleşmeyle giderek daha çok bağlantı kurulan büyük kentlerde daha bir belirginleşmeye başlıyor.

mgSöz gelimi, bilgi-görgü için yurt dışında bir değil on yıl kalmış olsa bile, bu yöneticinin eşcinselliğin bir hastalık, sapıklık olmadığını kabullenmesi zordur. Duvarında ceylanlı halı asılı, sedirli, alaturka tuvaletli, gazocaklı, tek katlı baba evinden çıkan birisi için oymalı, kakmalı misafir odası takımı ciddi bir sıçramadır. O nedenle de sağı solu işlemeli, aynalı dev bir beton binanın “güzel” sayılmayabileceğini anlaması güç olur. Bir çiftin gidip devlet huzurunda karşılıklı resmî kontrat yapmayı, yani nikah kıydırmayı onuruna yediremediği için nikahsız yaşaması, hele hele çocuk yapması, hele hele çocuğa babanın soyadı yerine annenin soyadını vermesi gibi anlayışları kabul edemez. Birinin amirinin karşısında ayağa kalkmamasını, önünü iliklememesini, elini cebine sokmasını aklı alamaz. Sokaklarda parklarda sarmaş dolaş dolaşan, öpüşen kızlarla oğlanların kendisinden daha iyi düşünebilen, daha çok şeyin farkında olan düzgün insanlar olabileceğini düşünemez. Ömrünü emir alıp emir vermekle geçirmiş bir memurun toplumsal ilişkilere başka bir gözle bakması son derece zordur.

bknTekrar edeyim: söz konusu aykırılıkta bu kişilerin suçlanması anlamsızdır. Bunun gibi, bu türden kariyerlere heves etmemiş kişilerin suçlanması da aynı ölçüde yersizdir: Siyasete ve devlet memurluğuna girmek büyük kentte büyümüş, özel liselere ve elit üniversitelere gitmiş, batılı yaşam biçimlerini az çok bilen ve genellikle de bu yaşam biçimlerine özenen birinin aklının ucundan geçmezdi, hala da geçtiğini sanmam. Onlar özel sektörde çalışmayı, kendi işini kurmayı, iyi para kazanmayı, özgür yaşamayı seçtiler. Her iki tarafın seçiminde de eleştirilecek ya da ayıplanacak bir şey görmüyorum. Sonunda her bireyin tek bir yaşamı var, yaşamını ne yöne istiyorsa o yöne doğrultur, olanaklarını da o yönde kullanır.

Ancak, siyasete girmeyi ya da devlete çalışmayı kendisi için de, çocuğu için de uygun görmemiş kişinin yönetimden ve düzenden şikayetlenmesi bence en hafifinden haksızlıktır. Son derece basit bir şeyden söz ediyorum: “Neden bu kişiler bizi yönetiyor?” diye ağlaştığında “tenezzül edip siyasalda okusaydın, siyasete girseydin, devlette mülki amir olsaydın, yöneten o değil, sen olurdun” derler adama. (Gençler bilmez: siyasalı hatırlamıyorum ama otuz-kırk yıl önce hukuk fakülteleri puan sıralamasında diplerde yer alırdı.) Ve sürekli olarak yöneticilerin bıyıklarıyla, “kıroluklarıyla” dalga geçip hakaret etmeyi de, oturduğu yerden büyük büyük laflarla siyasi analiz üretmeyi de ben birbirine caka satmaktan öteye gitmeyen, yersiz davranışlar olarak görüyorum.

Her iki araştırmam da ortada giderek güçlenen birtakım aykırılıklar, uyuşmazlıklar olduğunu gösteriyor. Ben genel anlamda çözülmesi şart iki büyük sorun olduğunu gördüm, onlara işaret edip susayım:

Birincisi, özellikle seçilmişler arasında daha tutucu, ataerkil çevrelerden gelen yaşlı kuşağın üst düzeyleri elinde tuttuğu, daha iyi eğitimli, dünyadan daha haberdar yeni kuşakların önünü açmadığı sonucuna vardım. Bunun nedeni kendi değerleri konusunda inatçı olmaları da olabilir, bencillikleri de, gençlerin bir türlü yenileştirilemeyen bürokratik sistemle başedemeyeceğini düşünmeleri de. Ancak, bu, en azından doğal nedenlerden, sürdürülebilmesi, değişmemesi olanaksız bir tutum.

İkincisi (kanımca en çarpıcı bulgu), toplam nüfusun da, orta ve yüksek öğrenimdeki öğrenci sayısının da yarısını oluşturan kadınların Meclis’te %14, Bakanlar Kurulu’nda %4, valiler arasında %1,2, mahalli yönetimlerde %1,2 gibi akıl almaz düşüklükte oranlarda temsil ediliyor olması. Siyaset ve devlet yönetiminde kadın sayısının artması yalnızca bu haksız dengesizliğin giderilmesini sağlamayacak, aynı zamanda ilişkileri belirleyen geleneksel erkek-egemen paradigmaların yumuşamasına, değişmesine de yol açacaktır. Kanımca, eğer genel bir “mod” değişimi arzulanıyorsa, “çare kadındır” ve gidişattan endişeli herkesin işi gücü bırakıp TBMM’deki, yerel yönetimlerdeki ve devlet yönetimindeki kadın sayısının artması için uğraşması gerekir.

Not: Türkiye’deki yerel yönetimlerin durumunu da merak edip araştırdım ve Türkiye Belediyeler Birliği’nin ayrıntılı istatistiksel bilgiler içeren bir sitesi olduğunu gördüm: http://www.tbb.gov.tr/belediyelerimiz/istatistikler/

Parantez İçinde: (TC Valiler Profili)

Özetle, Türkiye Cumhuriyeti’nin 81 ili var, her ilin bir valisi var ve her vali valisi olduğu ilin en üst düzey yöneticisi konumunda. Vali ilin sınırları içindeki her kişinin hak ve özgürlüklerini koruyan, emniyetini sağlayan, devlet ve hükümeti temsil eden “mülki amir”: sivil merkezî yönetimin ildeki yürütme organının baş yöneticisi olan atanmış memur. Sorumluluğunu yerine getirebilmesi için ildeki bütün kolluk kuvvetlerinin amirliğinin yanısıra birçok yetki ve yaptırım gücüyle donatılmış.

Bir süre önce TBMM milletvekillerinin istatistiksel profilini oluşturan birileri olmuş mu diye bakınmış, bulamayınca da kendim bir araştırma yapmış, bulguları da yine bu blogda paylaşmıştım (bkz). Bu sefer de valilerin kim olduklarını merak ettim, bu konuda da istatistiksel bir araştırma bulamadım ve farklı yerlerden topladığım verileri bir veritabanına girerek bu son derece güçlü konumdaki kişilerin kim olduklarını anlamaya çalıştım. Bu bulguları da aşağıda paylaşıyorum.

Vikipedi’de şu andaki (Kasım 2013) valilerin temel bilgiler de içeren bir listesi var (bkz). Burada bildirilenlerin doğruluğunu kontrol etmek ve başka veriler de edinebilmek için her ilin resmi internet sitesinde yer alan vali özgeçmişlerini taradım (bkz). Belirsizlik ya da eksikliklerle karşılaştığımda da genel arama yapıp bu kişilerle ilgili haberleri taradım. Milletvekili araştırmamda da belirttiğim gibi, ben yalnızca herkese açık verileri kullanan meraklı bir bireyim, bulgularımda yanlışlar olması kaçınılmaz. Dolayısıyla, bu amatör araştırmalar yalnızca genel bilgi edinilmesine yönelik.

Valiliklerin cinsiyete göre dağılımı

01_2Yaş

Valilerin ortalama yaşı: 51 (doğum yılı: 1962).

En yaşlı vali 63 yaşında (1950), en genç vali 42 yaşında (1971).

02_yas

Medeni hal

81 validen 4 valinin medeni halini ve çocuğu olup olmadığını öğrenemedim (ilgili valiliklere gönderdiğim mesajlara yanıt gelmedi). O nedenle, aşağıdaki bulgular 77 valinin durumunu gösteriyor.

Valiler arasında bekar olan yok, hepsi evli. Çocuğu olmayan vali yok.

Valilerin ortalama çocuk sayısı: 2,5 (en az 1, en çok 4 çocuk).

03_cocuk

Doğum yeri

04_dogum yeri

Valilerin çoğunluğunun doğmuş oldukları bölgede büyümüş olduğu anlaşılıyor. 81 kişiden yaklaşık 55’inin ilk ve orta öğrenimine doğduğu bölgedeki okullarda devam etmiş olduğunu saptayabildim. Bu açıdan, valilerin hangi illerde doğmuş oldukları önemli bir gösterge sayılabilir.

Kasım 2013’teki dağılımda en çok vali veren iller: Ankara (6), Konya (5), Çorum (4), Erzurum (4), Kahramanmaraş (4), Yozgat (4), Afyon (3), Aydın (3), Sivas (3).

vali_dogum illeri

Bıyık

Toplumda amblematik niteliği olduğunu düşündüğüm için erkeklerin bıyık tercihlerini de bir veri olarak kullanıyorum.

05_biyik

Öğrenim

81 valinin hepsinin ilkokul, ortaokul ve lise öğrenimini devlet okullarında tamamlamış olduğu sonucuna vardım. Özgeçmiş taramalarımda herhangi bir özel okulda ilk ve/veya orta öğrenim gördüğü belirtilen bir kişiye rastlamadım. Valilerin yaklaşık 55’inin ilk ve orta öğrenimlerini doğup büyüdükleri bölgedeki devlet okullarında tamamlamış oldukları özgeçmişlerinde belirtiliyor.

Lisans:

06_lisans

2013 yılında siyasal bilimler alanında lisans derecesi veren (özel ve devlet) 76 üniversite olduğu görülüyor. Şu andaki valilerden en genci üniversiteden mezun olalı yirmi bir yıl geçmiş. Bundan yirmi-otuz yıl önce kaç üniversitede siyasal bilim okunabildiğini, son yıllarda mülki amirlik sınavlarına hangi okullardan kaç kişinin başvurduğunu ve kabul edildiğini merak ettim ama yanıtları bulamadım.

Lisansüstü:

07_yukseklisans

vali-duzce

Düzce Valisi Sn. Ali İhsan Su

Valilerin hepsi olmasa da büyük çoğunluğunun kaymakamlık dönemlerinin bir noktasında genellikle bir yıl için dil öğrenimi ve mesleki inceleme amacıyla yurt dışına gönderildiği (genellikle İngiltere) ve bunun bir üniversiteyle bağlantılı olduğu anlaşılıyor. On valinin özgeçmişinde yüksek lisans derecesi olduğu belirtiliyor; ancak, bunların bazıları yurt dışı deneyiminden “master” öğrenimi olarak  söz ediyor, bazılarının da yüksek lisansını nerede, hangi konuda yaptığı anlaşılmıyor. Bu nedenlerden, yüksek lisans derecelerini sınıflandıramadım.

Doğru anladıysam, 81 validen biri emniyet, biri de maliye teşkilatından atanma. Mülki amirlik mesleğine 4 kişi maiyet memuru statüsünde, geriye kalanların hepsi kaymakam adayı olarak başlamış bulunuyor.

Parantez İçinde: (TBMM Milletvekili Profili)

Bu blogun sürekli okurları kusura bakmasınlar, bu sefer aşağıda şimdiye kadar yayımladığım yazılara hiç benzemeyen, tuhaf bulabilecekleri bir araştırma yazısı var. Başlıkta belirttiğim gibi, bir seferliğine, “parantez içinde” bir iş bu.

Birkaç ay önce Türkiye’den haberler okurken aklıma takıldı, birilerinin şu andaki Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni oluşturan 24üncü dönem milletvekillerinin istatistiksel profilini çıkarmış olup olmadığını merak ettim. Bu hep bir kitle olarak sözü edilen seçilmiş kişilerin bireyler olarak niteliklerini, nereden gelip nereye gittiklerini, ortak yanlarını öğrenmek istedim. İnternette epeyce bir bakındım ama böyle bir araştırma bulamadım. Yalnızca TBMM’nin sitesinde her milletvekili için ayrı bir özgeçmiş sayfası bulunduğunu gördüm – http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/milletvekillerimiz_sd.liste – ve, yalnızca meraktan, bu sayfalardaki bilgileri tarayıp kendim bir veritabanı oluşturmaya karar verdim.

548 milletvekilinin sayfalarını tek tek açıp yazılanları taramak ve bilgileri tablolara girmek kolay iş değil ama meraklandığı zaman üşenmeyen biri olarak boş vakitlerimde uğraşıp birkaç ayda bir veritabanı oluşturdum (uygun bir okulda lisans tezi sayılabilecek kadar bir iş oldu diyebilirim).

Aşağıdaki bilgilerin yüzde yüz doğru olması söz konusu değil. Hatta, yanlışlar yoksa şaşırırım, çünkü ben bir kurum ya da şirket değil, yalnızca bilgisayarının başında oturan meraklı bir bireyim. Ancak, yanlışların yüzde 2-3’ten fazla olmayacağını, bulgularımın genel bir fikir edinilmesi için yeterli olacağını sanıyorum. Örneğin, TBMM sitesindeki bilgilerin yayımlanmasından sonra birkaç milletvekilinin bir çocuğu daha doğmuş, birkaçı boşanmış ya da evlenmiş, parti değiştirmiş olabilir, birkaçının öğrenim dalını yanlış anlamış olabilirim ama olası yanlışların ve değişikliklerin genel tabloya ciddi bir etkisinin olmaması gerekir.

Veri kaynağı olarak kullandığım TBMM sitesindeki özgeçmişlerde kişilerin ana ve baba adları gibi bilmemize ne gerek olduğunu anlayamadığım ya da yabancı dil bilgisi gibi ne anlama geldiği belirsiz (“az düzeyde İngilizce,” “orta düzeyde Arapça”) kalıplaşmış bilgiler de var. Bunlara yer vermedim. Kişilerin orta öğrenimlerini nerede, hangi okulda tamamladıkları, ana ve babalarının ne işle uğraştığı, yüksek lisans ve doktora tez konularının ne olduğu, akademik yayınlarının listesi gibi bilgiler olsaydı kanımca profil oluşturmak açısından çok daha yararlı olurdu.

Bulguları aşağıda yorum yapmadan listeliyorum, isteyen inceleyip kendince bir sonuca ulaşabilir. Ya da herhangi bir sonuca ulaşabilmek için yetersiz de bulabilir, onu da anlarım. Dileğim, bu işleri bilen birilerinin benim bu yaptığımdan esinlenip daha kapsamlı, daha ciddi araştırmalar üretmeleri (örneğin, bu bulguların daha önceki dönemlerle karşılaştırılmasını görmek isterdim.)

BİLİNENLER

(Eylül 2013 verilerine göre)

Toplam milletvekili sayısı: 548

01

BULGULAR

 — YAŞ —

TBMM milletvekillerinin yaş ortalaması (Eylül 2013 itibariyle): 52 yaş.

Ortalama doğum yılı: 1961

En genç milletvekili 29 yaşında (1984 doğumlu).

En yaşlı milletvekili 79 yaşında (1934 doğumlu).

02

— DOĞUM YERİ —

Doğum yerleri il merkezi ve ilçe//belde/köy olarak sınıflandırıldı. Bölgesel farklılaşmaları ve birçok yerin milletvekillerinin doğumlarından sonra statü değiştirdiğini unutmamak gerekir. 548 milletvekilinden doğduğu yerin doğrudan “köy” olduğu belirtilen kişi sayısı 36.

03

— MEDENİ HAL —

04_

Kadın milletvekillerinin ortalama çocuk sayısı: 1,7

Erkek milletvekillerinin ortalama çocuk sayısı: 2,7

— ADLAR —

05

— BIYIK —

Kaynağı oluşturan TBMM sitesindeki özgeçmişlerde milletvekillerinin fotoğrafları da yer aldığından, merak edip veritabanında bir de bıyık tercih eden erkekler için bir sütun açmıştım. Diğer verilerle bıyık arasında ilginç olabilecek bağlantılar gördüğüm için o bulguları da listeliyorum.

Toplam 469 erkek milletvekilinin 225’i (%48) bıyıklı, 244’ü (%52) bıyıksız.

06_

— MESLEKLER —

548 milletvekili arasında doğru saptadıysam 50 kişi üniversite mezunu değil: 35 lise, 7 eğitim enstitüsü, 5 yüksek okul, 1 ortaokul ve 2 ilkokul mezunu var (bunlardan 5 lise, 1 yüksek okul ve 1 ilkokul mezunu kadın).

07_r

— YÜKSEK LİSANS VE DOKTORA DERECELERİ —

Milletvekillerinin 152’si, yani %28’i yüksek lisans ve doktora derecesine sahip.

Yüksek lisanslı milletvekili sayısı 71. Doktoralı milletvekili sayısı 81.

08

09

10_

— BAKANLAR KURULU —

Yukardaki bulgular açısından Bakanlar Kurulu’na baktığımızda görülenler:

Bakanlar kurulu 26 kişiden oluşuyor.

Yaş ortalaması 55 (ortalama doğum yılı 1958). En yaşlı bakan 66, en genç bakan 41 yaşında (Gençlik ve Spor Bakanı). (TBMM genel yaş ortalaması 52, AKP yaş ortalaması 51.)

26 üyenin 25’i erkek, 1’i kadın (Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı).

Bakanların 15’i il merkezi, 11’i ilçe/köy doğumlu. (TBMM genelinde il merkezi doğumlular %44, ilçe/köy %56.)

1 bakan bekar. Geriye kalanların ortalama çocuk sayısı 3 (TBMM ortalaması 2,3; AKP ortalaması 2,6).

25 erkekten 18’inin bıyığı var (%72). (TBMM genelinde %48 bıyıklı, %52 bıyıksız; AKP’de %60 bıyıklı, %40 bıyıksız var).

Meslek dağılımı: 8 mühendis, 6 hukukçu, 3 ekonomist, 3 siyasal bilimci, 1 ilahiyatçı, 1 işletmeci, 1 iletişimci, 1 sosyolog, 1 tıp doktoru, 1 veteriner.

26 bakanın %23’ü (6 kişi) doktora derecesine sahip (2 siyasal, 1 hukuk, 1 inşaat mühendisliği, 1 sosyoloji, 1 iletişim).

Doktora derecelerinin alındığı okullar: Boğaziçi Üniversitesi, Ankara Üniversitesi, ODTÜ (2), İTÜ, Atatürk Üniversitesi.

26 bakanın %31’i (8 kişi) yüksek lisans derecesine sahip (1 iktisat, 1 hukuk, 3 mühendislik, 1 işletme, 1 ilahiyat, 1 siyasal).

Yüksek lisans derecelerinin alındığı okullar: Yurt Dışı (3), İstanbul Üniversitesi (2), Gazi Üniversitesi, Uludağ Üniversitesi, İTÜ.

Biraz da etrafa baksak…

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 27 Ekim 2013

Geçenlerde bir sabah metroda ayakta, tanımadıklarla omuz omuza yolculuğumu yaparken çok tuhaf bir incelik ve yumuşaklıkta, tek düze sürüp giden, şırıltı gibi bir kadın sesi başladı. Benim gibi çevremdeki (kulağında kulaklık olmayan) herkes de sesin kaynağını bulmak için bakındı ve gördük ki yan yana oturan orta yaşlarda iki ufak tefek kadından biri elindeki gazeteyi yüksek sesle okuyor, öteki de başını okuyanın omuzuna yatırmış dinliyor. Okuyanın sesinin farklılığı bir yana, o ortamda yüksek sesle okumaya karar vermiş olması da, okuduğunun gazete olması da, sayfada haber ya da ilan, önüne ne gelirse peş peşe okuyor olması da dikkat edilmeyecek gibi değildi. Aklıma dinleyenin gözlerinin görmüyor olabileceği geldi, inceledim, bir farklılık göremedim (yüzü de bana çok ilginç göründü: beyaz kâğıda kaş göz çizilmiş gibi kırışıksız, huzurlu bir yüz).

Yanımda duran ve arada bir birbirine “amma acayip, değil mi?” mimikleri yapan genç çiftin kadın olanı bana gülümseyip böyle durumlarda söylenen en basmakalıp sözü söyledi: “Only in New York!” “İyi de, dikkat ederseniz vagondakilerin yarısı olayın farkında bile değil, çünkü kulaklarına kulaklıklar tıkalı, gözleri de küçük ekranlara sabitlenmiş” dedim. Etrafa bakıp ilk kez fark ediyormuş gibi “ne kadar da haklısın” dediler, içimden bir (Türkçe) “yapmayın ya” çektim.

Teknoloji özürlü değilim (ekmeğimi teknolojiden yiyorum), neredeyse iki yıldır kitap, dergi, gazete, ne varsa tabletten okuyorum ama bu telefon ya da tablet izleyip dinleme işinin insan içine çıkınca yapılmasını benim aklım almıyor. Bir ara denedim, hayatı ıskaladığım duygusuna kapılıp panikledim, hemen vazgeçtim. Sokağa çıkıp kalabalıklara karıştığında rastlayabileceğin binbir ilginç olaya gözlerini kapatıp kulaklarını tıkamak niye? Yollarda, araçlarda, kafelerde, dükkânlarda karşına çıkan her biri ötekinden farklı insan yüzlerini, kılıklarını, davranışlarını incelemek, bu kadar hareketin, sağdan soldan yükselen seslerin birbiriyle örtüşmesini, biri kaybolurken ötekinin belirmesini izlemek varken burnunu ekranına gömüp Candy Crush oynamak niye? Fena halde azınlıkta bir açıdan baktığımın farkındayım ama yine de söylüyorum: Çevremde farkında olarak ya da olmayarak yaşam şölenini sürekli es geçen, kelimenin tam anlamıyla “içine kapanık” bireyler görüyorum ve onların hesabına gerçekten içim burkuluyor.

LGBT oyları lezbiyen adaya gitmedi

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 23 Ekim 2013

Halen sürmekte olan New York belediye başkanlığı seçimlerinde oldukça kayda değer bir gelişme oldu:

Birkaç hafta önce partilere kayıtlı seçmenler kendi partilerinden kimin aday olacağını oyladılar. Demokrat Parti adaylarından biri Christine Quinn adında bir kadındı. Quinn uzun zamandır belediye merkezli şehir siyasetinde yer almış, 2006’dan beri belediye başkanından sonraki en güçlü pozisyon sayılan Şehir Konseyi Sözcülüğü’nü yürüten, eşcinsel olduğunu gizlemeyen, bir kadınla nikâhlı bir kadın.

Adaylığını ilan ettiğinde ön plana çıkan Quinn’in eşcinsel kimliği oldu ve kendisi de bunu vurguladı. Eşcinsel nüfusun büyük ve etkili olduğu New York’ta ilk kez bir kadının, hem de eşcinsel bir kadının belediye başkanı seçilmesi çok cazip göründü ve Quinn kamuoyu yoklamalarında hemen birinci sıraya yerleşti.

QueersAgainst C QuinnAncak, bir süre sonra Quinn’in bugüne kadar eşcinseller için birtakım olumlu girişimleri olmasına karşın, temelde kariyerini ön planda tutan, adı yolsuzluklara bulaşmış tipik, statüko yanlısı bir siyasetçi olduğundan söz edilir oldu. Quinn bu suçlamaları kadın ve eşcinsel düşmanlığıyla açıkladıkça taraftarlarını yitirmeye başladı. Ve bir noktada New York LGBT örgütleri kimlik üzerinden siyaset yapılmasını kınadıklarını, Quinn’i de herhangi bir insan olarak değerlendirdiklerini ve bu kişinin yalnızca eşcinsellere değil, bütün azınlıklara hizmet edebilecek iyi bir belediye başkanı olamayacağına karar verdiklerini bildirdiler. Quinn aday belirleme seçimlerinde üçüncü sıraya düştü ve elendi: Eşcinsellerin en yoğun olduğu Chelsea bölgesinde bile en çok oyu toplayan aday olamamış, tek kadın aday olmasına karşın kadınların yalnızca yüzde on altısının oyunu alabilmiş.

Sonuçta, Demokrat Parti’nin adayı Bill de Blasio, Cumhuriyetçi Parti’ninki de Joe Lhota oldu, seçim tarihi de 5 Kasım. Demokrat adayın kazanmaması çok büyük sürpriz olur: Şehir on iki yıldır başkan olan, dünyanın en zengin adamlarından Michael Bloomberg’den ve Wall Street baronlarından epeyce usandı, sanırım de Blasio da bu havaya uygun popülist programlar vadettiği için öne çıktı. Ancak, kim kazanırsa kazansın, LGBT kesiminin Quinn konusundaki tavrı azınlıklar arasında yeni bir dayanışma havası yaratmış görünüyor ve New York’un başı çekmesiyle bu yaklaşımın tüm ülkeye yayılabileceğinden konuşuluyor.

Eylül ayı İstanbul anıları

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 6 Ekim 2013
  • İstanbul Bienali’nin yer aldığı mekânlardan biri de Galata Rum İlköğretim Okulu. Harikulâde bir okul binası. Sanırım bu binanın sergi için kullanılabilmesinin bir nedeni de şehirde okula gidecek Rum kalmamış olması. Binada buna dokunan bir sanat yapıtına rastlamadım.
  • Twitter’ın ne ölçüde yaygın olduğunu biliyorum ama sanat yapıtlarına bu derece yansıyabileceği aklıma gelmemişti: Bienal’de artistik nesnelerin üstüne yazılmış, ne manaya geldiği anlaşılmayan “manalı” vecizelerin bolluğuna şaşırdım.
  • Bir elinde üst üste koyduğu Marlboro sigara paketi, çakmak ve cep telefonu taşıyan genç erkeklerden hâlâ var.
  • Metroda genç bir kız kalkıp bana yer vermek istedi, ben de (gülümseyerek) “Çok teşekkür ederim ama lütfen moralimi bozmayın, henüz o kadar yaşlanmadım” dedim, utandı, yüzü kıpkırmızı oldu, geri oturup yere falan bakmaya başladı. Kulağına eğilip “espri yapıyorum yahu” diyeyim dedim ama işin daha da çapraşıklaşacağını düşünüp vazgeçtim, kendi kendime “gördüğün her metroyu New York sanma, dangalak” dedim.
  • Eğitim veren hastanelerdeki doktorların akademik unvan edinmekteki amaçları fiyat tarifesinde yukarılara tırmanmak gibi görünüyor: Hastaya bakan doçentse düz doktordan daha fazla, profesörse doçentten bayağı daha fazla ücret alıyor. Başka kaç ülkede böyle bir düzen vardır bilemiyorum.
  • Türkiyelilerin en sıradan muhabbetlerde bile parmak uçlarını birleştirdikleri sağ ellerini havaya kaldırıp “aslında” ya da “esasen”le başlayan izahî monologlara koyulma huyları aynen devam ediyor. Bir eleştiri karşısında “sanki sen…” çevirmesi de galiba hâlâ en tercih edilen savunma yöntemi.
  • Otomobil fiyatlarının Amerika’nın iki misli, benzinin de belki de dünyanın en pahalı benzini olmasına karşın, nasıl olup da bu kadar çok insanın araba edinip yollara düşebildiği soruma yine doğru düzgün bir yanıt alamadım.

Yare selam

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 25 Eylül 2013

İngilizcede benim çok “yararlı” bulduğum bir sözcük var: hokum. “Lokum” gibi okunuyor. “Hokus pokus” ve boş, sahte söz anlamındaki “bunkum” sözcüklerinin bileşiminden oluştuğu sanılıyor. Türkçede buna en yakın gelen sanırım “yutturmaca” ama hokum’un daha kapsamlı bir anlamı var: Neye işaret ettiği, neye karşılık geldiği belirsiz ama söyleyen kişinin kimliği, söyleyiş biçimi ve söylendiği ortam nedeniyle somut ve kesin anlamı varmış gibi duran sözcük. Sözlü olması şart değil, yazılı da olabilir. Bir araştıran olsa, biçimin içeriğe baskın çıktığı toplumlarda hokum’un daha yaygın olduğunu saptayabilir sanıyorum.

Örneğin (atıyorum), yakın arkadaşlar oturmuş sohbet ederken birisi “öncelikle kendimize inanmamız şart” gibi bir söz savursa büyük olasılıkla dalga geçilir. Ama aynı sözü bir siyasetçi bir meydanda haykırdığında çok anlamlı bir lâf ettiği düşünülüp alkışlanıyor. Söz gelimi, “tarih affetmez” gibi bir sözü eden bir Prof. Dr. olunca hikmetini sorgulayan olmuyor. Üne kavuşmuş bir müzisyen “ben sanatımla kendimi ifade ediyorum” dediğinde “böyle bir gereksinimin varsa bunu niye konuşarak yapmıyorsun?” diyen de olmuyor, “al şu çalgını eline de izah et bakalım nasıl oluyor bu iş” diyen de.

Örneğin (atmıyorum), bir gazete köşe yazarı “Şiir yalnızdır!” ya da “Yüksek devinimli ve küresel ölçekli bir demokrasi arayışı…” diye derin görünümlü cümleler kurabiliyor ve ne dendiğini kavrayamayanlar bunu kendi cehaletlerine verip susuyorlar. (Dünyanın her yerinde kullanılmaktan en canı çıkmış hokum’lar da ne anladığını yüz kişiye sorsan yüz ayrı yanıt alacağın “demokrasi” ve “özgürlük” sözcükleri çevresinde dolanıyor olabilir.) Amerika’da son yıllarda hokum kılıfı olarak bir de “ödül kazanmış” (award winning) etiketi yaygınlaştı: Kişinin ne ödülünü ne münasebetle aldığı hemen hiç sorgulanmadığından, atışlarda pratik destek olarak sıkça kullanılıyor.

Hokum’un Türkçede tam bir karşılığı yok ama panzehirini birçok konuda olduğu gibi halk deyişlerinde bulmak mümkün. Ben bunlardan birini İngilizce konuşulan ülkelerde yaşayan Türk arkadaşların hokum’a işaret etmekte kullanabilmeleri için çevirdim, yerinde kullanılırsa çok etkili olabiliyor: An aeroplane made of fart / Say hello to that sweetheart.

İnsansızlaşma sorunu

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 22 Eylül 2013

En azından ABD’de dijital iletişim teknolojisiyle balayı dönemi sona eriyor gibi. Artık insanların gözleri ve parmakları her an bir ekranda olmayacak demiyorum, bu günlük yaşantının vazgeçilemez bir parçası oldu: Telefon ya da tablete bakmadığımız zamanlarda ya bilgisayar ya da televizyon karşısında oluyoruz. Ancak, bu furyanın, adına “insansızlaşma” diyeceğim, kaçınılmaz bir yan etkisi var ve bunu hissetmeye başlıyoruz. Bu da (en azından New York’ta gözlemlediğim kadarıyla), başta sanat etkinlikleri olmak üzere, yepyeni toplumsal davranışlara yol açıyor.

New York’ta opera, bale, tiyatro, klasik konser, hattâ sinema gibi çok sayıda “pasif” izleyiciye yönelik, kalıplaşmış “seyirlik” sanatlardaki izleyici kaybı artık başedilemez boyutlara ulaşmış görünüyor. Bunların meraklısı yaşlı kuşaklar sayıca azalırken, genç kuşaklar da gitmiyor. Gençlerin meraksızlığında içeriklerin kuşkusuz ki payı var ama ben sorunun daha çok formattan kaynaklandığını düşünüyorum.

Teknolojiyi hakkıyla kullanan biri izlemek ya da dinlemek istediği hemen her şeyi internette bulabilirken, televizyon ekranları, ses sistemleri her geçen gün daha büyüyüp, daha kalitelileşip, daha ucuzlarken, neden kalkıp vakit ve para harcayarak bir toplu izleme mekânına gitsin? Artık bunu yapmasındaki başlıca neden sosyalleşmek, yani insansızlık sorununu çözmek, başka insanlarla gerçek anlamda birlikte olmayı istemek oluyor. Ancak, bir tiyatroda ya da sinemada yüzlerce kişiyle birlikte karanlıkta oturup bir noktaya bakmak bütün gün ekrana bakmış insanlara yetmiyor. O nedenledir ki eski usul, büyük çaplı sunumlar yerini az sayıda kişiye oynayan, izleyiciyle iletişim kuran “olaylara” bırakmaya başlıyor. Oyuncunun ya da müzisyenin ya da dansçının yüz metre ötedeki bir sahnede bir şeyler yapan bir figür olması yerine üç metre ilerde soluğunun, terinin, çabasının net olarak izlenebildiği dans stüdyosu, kabare, bar tiyatrosu gibi ortamlar çoğalıyor.

Büyük sunumlar düzenleyen eski kafalar daha fazla adam çekmek için sunumların çapını daha da büyütmeye, şatafatlılaştırmaya, sirkleştirmeye, yani daha da insansızlaştırmaya gayret ediyorlar, o da maliyeti, kimse gelmeyince de zararı daha da arttırıyor. Birkaç gün önce yetmiş yıllık New York City Opera’nın yıl sonuna kadar 20 milyon dolar bulamazsa hem bu sezonun geri kalanını hem de bir sonrakini iptal edeceğini okudum, bu yazıyı yazmak oradan geldi aklıma.Opera_Copenhagen_02

Yerinden kalkmayan yargıç

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 15 Eylül 2013

Türkiyeli okurların aklına pek sık takılmayan bir konu olduğunun farkındayım ama biraz değişiklik olsun diye yazıyorum:

Supreme_Court_USABD’de yargı hiyerarşisinin en tepesinde Supreme Court denen en yüksek mahkeme oturur. Bir davanın (eğer ulaşabilirse) bundan öte gidecek yeri yoktur, en son sözü bu mahkeme söyler.

Bu mahkemenin biri başkan olmak üzere dokuz üyesi bulunur. Bu üyeler ABD Başkanı tarafından seçilir ve Senato’nun onayından geçer. Üyelik (her nedense) ömür boyudur, koltuk ancak bir üye kendini emekli ettiği ya da vefat ettiği zaman boşalır.

Mantıken en tarafsız olması gereken bu mahkeme gerçekte bazen matraklaşacak ölçüde taraflıdır, çünkü her ABD Başkanı kendi görüşüne yakın yargıç seçer. Şu andaki mahkemenin başındaki John Roberts, W. Bush tarafından seçildi ve muhafazakârlıkla ılımlılık arasında gidip geliyor. Geriye kalan sekiz kişiden dördü (hepsi erkek) Cumhuriyetçi başkanlar tarafından seçilmiş muhafazakârlardan, dördü de (üçü kadın) Demokrat başkanlar tarafından seçilmiş liberaller ve ılımlılardan oluşuyor. İdeolojik boyutlu davalarda kimse çizgisinden çıkmıyor (kırk yılda bir çıkan olunca da sürpriz sayılıyor), sonuç gidip gidip mahkeme başkanının hangi tarafı tutacağına dayanıyor. Yani, bu türden davalarda kararı başkan Roberts veriyor denebilir.

ABD’de Başkanlık seçimleri yaklaştığında gözler hemen Supreme Court’ta kim ıskartaya çıkmak üzere diye bakınmaya başlar. Şu anda Reagan tarafından seçilmiş 77 yaşında iki muhafazakâr üye var. Bunlar Obama dönemini de çıkaracak görünüyorlar ama bir sonraki dönemin sonunu bulmaları zor. Şu andaki en yaşlı üye de 80’indeki, epeyce de bir hastalık geçirmiş olan liberal yargıç Ruth Bader Ginsburg.

Gelecek seçimi Cumhuriyetçiler kazanacak olursa Ginsburg’dan boşalacak koltuğa bir muhafazakâr seçilecek ve mahkeme iyice sağa kayacak. Bu endişeyle Demokratlar Ginsburg’un hazır Obama baştayken kendini emekli edip yerini genç bir liberale bırakmasını istiyorlar ama kadıncağız her seferinde (bana bazen bunama belirtileriymiş gibi gelen) farklı bir bahane ileri sürüp bir türlü yerinden kalkmıyor. Özetle, Ginsburg 2016’daki seçimlere kadar oturmakta direnirse ve seçimi Cumhuriyetçiler kazanacak olursa yargı muhafazakârlaşacak, bu da ABD’nin yanısıra dünyayı da bayağı etkileyebilecek bir sonuç olacak.

New York’un cazibesi

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 8 Eylül 2013

New York şehrinin beş bölgesinden yüzölçümü en büyük olanı Queens: 283 kilometrekare. 8,5 milyon toplam nüfusun yaklaşık 2,2 milyonu orada yaşıyor.  Onun ardından Brooklyn geliyor: 183 kilometrekarede 2,5 milyon kişi var. Merkezi oluşturan Manhattan adası beş bölgenin en küçüğü (59 kilometrekarecik) ama üzerinde neredeyse 1,7 milyon insan yaşıyor (bir de yılda 50 milyon kadar gezip görmeye gelen var). Manhattan ABD’nin en yoğun yerleşim merkezi: kilometrekareye düşen kişi sayısı 26 binden fazla. Ve, malûm, dört yanı su olduğu için binalar yana değil, göğü delecek biçimde, yukarı doğru gelişmiş.

photo-1Manhattan adası çok yüksek binaların dikilmesini mümkün kılan güçlü bir kaya. Bunun dışında buradan ne su çıkar, ne petrol, ne gaz, ne de yiyecek. Bunların hepsi dışarıdan gelir. Şimdilerde tabii ki çevreyi kuşatan nehirlerin altı tünel, boru ve kablo, üstü de köprü dolu ama bütün taşımanın su taşıtlarıyla yapıldığı eski dönemlerde bile Manhattan’ın en gözde bölge olması hiç akıl kârı gibi durmuyor.

photo-2Burunlarının dibindeki Brooklyn, Queens, New Jersey dururken niye herkes bu taşıma suyla dönen değirmene heves etmiş? Bir nedeni, korunmalı olması imiş. Sonradan adam sayısı arttıkça hareketlilik ve çeşitlilik de artmış, hareket ve çeşit daha da fazla adam çekmiş, vb. Ama başka bir nedeni de galiba hiç olmayacak bir konumda matrak, çocuksu, komünal bir oyuna katılmanın cazibesi.

photo-3Başka ülkelerden gelenler kadar Amerika’nın diğer bölgelerinden ziyaretçiler de bu şehirde, özellikle de Manhattan’da çoğumuzun ayda üç-dört bin dolar kira ödeyip, genellikle başka biriyle paylaşıp oturduğumuz tek ya da iki oda dairelerin küçüklüğüne, derme çatmalığına, döküntülüğüne apışıp kalırlar (zengin muhitlerinden söz etmiyorum). Altyapı genelde rezalettir: Borular patlar, damlar akar, kaloriferler bozulur. Şehirden yirmi kilometre açılsan aynı paraya ne evler, ne bahçeler tutabilirsin ama onun yerine bu kadar insan üst kattakilerin tepişme sesleri, bitişiktekinin yemek kokusuyla cebelleşmeyi, farelere karşı delikleri tıkayıp böcekleri ilaçlamayı, küçücük odada altına çalışma masasını, üstüne şiltesini koyduğu ahşap platformlar kurmayı ve penceresinin önünde özene bezene bir saksı domates yetiştirmeyi yeğliyor. Ama hasat vakti gelip de domatesleri tattırmak üzere tek göz evde yirmi kişiye bir “domates partisi” vermenin keyfi bambaşka oluyor.

Sinema Makinistlerine Saygılarımla

projektorBir deftere epeyce bir zaman önce “Türkiye Cumhuriyeti’nde kitlesel hakarete maruz kalan kişilerin başında başbakanlar, ardından futbol hakemleri, üçüncü sırada da sinema makinistleri gelir” diye bir not yazmışım, geçenlerde elime geçti. Bu cümleyi görünce yeni teknolojiler nedeniyle makinistliğin, yani eski usul sinema projeksiyon operatörlüğünün bambaşka bir taraflara kaydığı, onlarca yıl cefamızı çekmiş makinistlerin unutulup gittiği geldi aklıma. Türkçe dilinde bu insanlarla ilgili yazılıp çizilmiş ne var diye internette bakındım, çok az şey görebildim. Bu yazıyı bu konuda çok bir şey bildiğimden değil, yalnızca son derece zahmetli ve epeyce de tuhaf ve düşündürücü bulduğum bu mesleğin emektarlarını hatırlatmak için yazıyorum.

Onlu yaşlarımı geçirdiğim Tarsus’taki beş-altı sinema içinde en “nezih” sayılanı, adı üstünde, Aile Sineması idi. Bayağı küçük ama temiz ve düzgün salondaki koltuklar küçük tabelalarla belirtilen üç bölgeye ayrılırdı: BEKAR, AİLE, BEKAR AİLE. “Bekar” kadınsız erkekler, “aile” bildiğimiz kadınlı erkekli aileler, “bekar aile” de yanında erkek olmayan kadınlar anlamına geliyordu. Bir öğleden sonra sinemaya gelmiş iki genç kıza yanında çoluk çocuğu oturan bir adamın bile karanlıkta sarkıntılık etme olasılığını sıfırlayan bir çözüm. Yanında erkek çocukla gelmiş kadınların aile bölümüne mi yoksa bekar aile bölümüne mi oturması gerektiği konusunda yer göstericiyle tartıştıklarını da hatırlıyorum.

taylor-birdsBu son derece “duyarlı” Aile Sineması’nda bir cumartesi öğleden sonra bir arkadaşla Hitchcock’un Kuşlar filmini izliyordum. Filmin en gerilimli noktalarından birinde başroldeki Rod Taylor kuşların evin içine girip girmediğini kontrol etmek için sessizce, yavaş yavaş merdivenlerden çıkıp evi kolaçan etmeye başladı. Adam bir katı bitirip ötekine yönelirken balkondan makinistin sesi duyuldu: “hamile hanımlar varsa bakmasın, çok korkulu bir sahne geliyor.”

Birçok kişinin buna benzer anıları olabileceğini düşünüp kısa bir süre önce arkadaşlara ve üyesi olduğum sosyal medya gruplarına bir duyuru gönderdim, hazırlamakta olduğum bu yazıdan söz ettim ve sinema makinistleriyle ilgili ilginç anıları olanlar varsa bana yazsın dedim. Kimseden belirli bir anı gelmedi (herhalde benim radarlarım ötekilerinkinden daha farklı yönlere ayarlıymış) ama birkaç arkadaş “makinist” denince aklına ne geldiğini yazdı.

Hepimizin hatırladığı temelde şu: 1960’lar ve 70’lerde Anadolu sinemalarındaki gösterimlerde çok sık ya bir “teknik arıza” olur ya da elektrik kesilirdi. Ve bu durumlarda hemen ıslıklar ve “hoop makinist, uyuma” ya da “seees” bağırtıları başlardı. Arıza devam ederse bu bağırtılar tempolu “ma-ki-nist, ma-ki-nist”e, o da giderek “ib-ne ma-ki-nist”e dönüşürdü (bir arkadaş büyük şehirlerin büyük sinemalarında o terbiyesizliğin edilmediğini söyledi). Sorun elektrik kesintisiyse makinist hemen odasından çıkıp “elektrik kesildi” diye bağırıp duyurmaya ve milletin azmasını önlemeye gayret ederdi.

Arızalar dışında makinist bir de “makası” nedeniyle tepki alırdı. Ailelerin de gittiği sinemaların patronları makinistlerden “uygunsuz” sahneleri (yani, temelde, öpüşmeleri) makaslamasını isterdi; bu da, özellikle makas kesintinin farkedilebileceği bir yerden atılmışsa, yine ıslıklar ve yuhalamalarla protesto edilirdi.

*  *  *

Tiyatro da, sinema da belirli uzunluklarda zaman dilimleri sunan sanatlar. Tiyatroda izlediklerimiz etten kemikten insanlar oluyor ve zamanı onların kontrolüne bırakıyoruz, çok büyük bir falso ya da aksama olmazsa sesimizi çıkarmadan oturup izliyoruz. İzlediğimiz tiyatro oyununu çok sıkıcı bulduğumuzda ayağa fırlayıp “yeter be, çok sıktınız” diye bağırmak isteyebiliriz ama hem sahnedekilere hem de diğer izleyicilere ayıp olmasın diye yapmıyoruz. Yapacak olursak da yer göstericiler bizi kaldırıp kapının önüne bırakıyorlar.

Bir sinema yapıtı da belirli bir süreden oluşuyor ama bu süreyi film karelerinin ardı ardına gözümüzün önünden geçmesi oluşturuyor. Başka bir deyişle, film, tiyatro yanılsaması yaratıyor ve biz bunun böyle olduğunu, sanal bir tiyatro izlediğimizi bilerek izliyoruz. Sinema salonundaki koltuğa ya da evimizdeki ekranın karşısına “kandırılmak” üzere oturuyoruz. Filmleri artık evlerimizde izleyebilmemiz ve istediğimiz zaman durdurmamız, yeniden başlatmamız, geri ya da ileri almamız mümkün. Ama, malum, sinema salonu gibi kitlesel izleme ortamlarında “şu filmi bir durdurun da tuvalete gidip geleyim” olmuyor. Sürece dahil olan herkesin üzerinde uzlaştığı bir protokol var: süreyi bütünüyle kesintisiz biçimde film belirleyecek ve izleyici bireyler oturup birbirlerini rahatsız etmeden, sessizce izleyecekler. Filmi yapan da, finanse eden de, sinema işletmesi de, izleyici de bütün düzenini bu belirli uzunluktaki yanılsamanın kesintisiz bir biçimde sunumuna göre ayarlıyor. Ve filmin gösteriminin yanısıra bu kesintisizlik kuralının uygulanması ve sorumluluğu da gidip gidip “sinema makinisti” denen adamcağızın sırtına yükleniyor.

Çocukluk ve gençliğimde sinema makinistliği bana hem tuhaf hem de oldukça adaletsiz bir iş dalı olarak görünürdü. Makinistin işi kandırmaca esaslı bir eğlence türünün, sinema deneyiminin gerçekleşmesini sağlamaktı. Yani, altı üstü üç-beş kuruş para ödenip gelinen, “olsa iyi olur, olmasa bir zararı olmaz” bir etkinlikten söz ediyoruz: altı üstü sinema. Ama bir salonda, aynı koşullarda toplanan ve kesintisizlik beklentisini paylaşan izleyici (karşısında tiyatrodaki gibi “canlı” bir muhatap olmaması nedeniyle de) hemen kitleleşiverirdi ve beklentilerinin karşılanması konusunda saldırganlaşacak kadar ciddileşirdi. Bu kitlelerin taleplerini ve hışmını yönelttiği kişi de, işte, arkadaki odada oturduğu bilinen tek bir insan, yani makinist olurdu. Bu meslek dalına “adaletsiz” dememin nedeni bu orantısızlık.

WaitUntilDarkÖyle ki, yine yukarda sözünü ettiğim Aile Sineması’nda Karanlığa Kadar Bekle’yi (Wait Until Dark) izliyordum. Ayrıntıları hatırlamıyorum ama filmde kör bir kadın (Audrey Hepburn) evine girmiş kötü adamla mücadele ediyordu ve en gerilimli noktada adam kadını yakalamaya, kadın da evdeki ampulleri birer birer kırıp adamı karanlıkta bırakmaya uğraşıyordu. Tabii ki ampuller söndükçe ev, dolayısıyla da sinema perdesi biraz daha kararıyordu. Bir noktada son ampul de sönüp perde bütünüyle kararınca hiç unutamayacağım bir şey oldu, seyirci ıslık ve “makinist uyuma” bağırtısına başladı, makinist de yukardaki odasından çıkıp “kesin be, film icabı öyle, arıza yok, birazdan aydınlanacak” diye azarladı seyirciyi.

steigerBu yazdıklarımı okuyan, sözünü ettiğim dönemleri bilemeyecek yaştaki kişiler sinemalarda makinistle izleyiciler arasında neredeyse “interaktif” bir ilişki olduğunu düşünebilirler. Bu az çok doğrudur. Örneğin, arkadaşlarla İzmir’de, Karşıyaka’daki bir açık hava sinemasında Çavuş (The Sergeant) filmini izlediğimizi hatırlıyorum. Filmin ortalarında birden sinemanın tepe ışıkları yanıp sönmeye başlamıştı, ne oluyor demeye kalmadan filmin başrolündeki Rod Steiger bir kapıdan girmiş ve “kim yakıp duruyor bu ışıkları?” gibisinden bir şey söylemişti, izleyiciler dönüp makinisti alkışlamışlardı.

*   *   *

1980’lere, hatta paraya sıkışık ülkelerde 90’lara kadar makinistin izleyici kitlesinin beklentilerini karşılamakta kullandığı araç gereç, aksaklık çıkarması, yani kesinti yaratması neredeyse garantili bir teknolojinin ürünüydü. Eski sinema projeksiyon makinelerini, özellikle de Anadolu’da kullanılan ikinci, üçüncü el olanları kullanabilmek bayağı bir hüner ve deneyim gerektiriyordu. Aletlerin tasarımındaki karmaşıklığın ve her an bir yerinin aksamasının yanısıra gözetilmesi gereken daha birçok öge vardı. Örneğin, eski filmlerin bir anda alev alıverdiği bilinirdi (selüloz nitrattan yapılırmış). Sonradan tutuşmak yerine yalnızca eriyen selüloz triasetata geçilmiş, daha sonraları da yanmaz ve sağlam polyestere. Projektörlerin ışık olarak çok uzun zaman “karbon ark lambası” kullanması nedeniyle (Türkiye’de “kömürlü sistem” derlerdi), en küçük bir aksamada film yanıverirdi (sinemalarda “kumanda” odalarında yangın çıkması da bildik bir olaydı).

Film yanmanın yanısıra çok sık da kopardı ve makinistin makineyi durdurup iki ucu asetonla birbirine yapıştırması, biraz geri sarması ve aleti tekrar çalıştırması gerekirdi (ve aynı noktadan tekrar kopuvermesi de alışıldık bir durumdu). Bunların ötesinde bir de ses ve görüntü senkronu sorunu vardı: özellikle Türk filmlerinde ses birden görüntünün birkaç saniye önünden ya da arkasından gitmeye başlardı. Bütün bu nedenlerden makinistin sürekli aletin başında durması ve arızayı en çabuk tarafından giderebilmesi gerekirdi.

Bu da “ses”le ilgili bir anı:

Tarsus’taki sinemaların en kötüsü arka taraflardaki Saray Sineması idi: ikinci, üçüncü kalite siyah-beyaz filmler gösterirdi ve ahırdan bozma olduğu için hâlâ tezek koktuğu söylenirdi, bizim çevreden hiç giden olmazdı. Bir yaz tatilinde Tarsus’ta babamla kalmıştım. Bir gün sokakta Saray Sineması’nın panosunda bir de baktım ki Ingmar Bergman’ın Sessizlik filmi oynuyor. Koşup babama bu filmin ne kadar ünlü olduğunu, bu sinemaya herhalde kazara düştüğünü, kaçırmamamız gerektiğini anlattım, akşam da adamcağızı çeke çeke götürdüm.

silenceTarsus yazının dayanılmaz sıcağında kapalı salona girdik. Gerçekten de hayvan pisliği kokusu vardı. En ilginç olan da projeksiyon makinesinin bir odada değil, salonun tam ortasında, açıkta duruyor olmasıydı. Makinisti de yanıbaşında. Ve Sessizlik filmini kulağımızın dibinde nerdeyse lokomotif gürültüsüyle çalışan bu makineden izledik. Çok farklı beklentilerle gelmiş az sayıdaki Saray Sineması seyircisi de, bana yan gözle ters ters bakan “avantürye” Amerikan filmi düşkünü babam da filme akıl erdiremedi. Bir süre sonra birisi makiniste “lan oğlum şunun sesini açsana” diye bağırdı, makinist de “ses açık abi, filmin kendinde doğru düzgün ses yok” diye cevap verdi, başka birileri “ya Sessizlik diye filme gelmişsin, ses niye yok diyorsun” gibisinden espriler yaptı, az sonra da ben, peder ve makinist dışındaki hemen herkes kalkıp söylene söylene çıktı sinemadan.

*   *   *

Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, Türkiye’de de sinema makinistliği usta-çırak ilişkisiyle edinilen bir meslekti. Bu işi yapanlar ya sinemada temizlikçi, gazozcu, yer gösterici olarak işe başlayıp elinin yatkın olduğu anlaşılınca makinistin çırak edindiği ya da otomobil, radyo tamirciliği gibi mesleklerden geçiş yapmış kişiler olurdu. Tarsus’tan hep sürekli koşuşturan, asabi ve pislik yapan izleyiciye her an girişmeye hazır, hafif bitirim adamlar kalmış aklımda. Son bir anı daha:

Yine epeyce sıcak bir gece Tarsus’ta birkaç arkadaşla bir binanın terasındaki yerli film gösteren açık hava sinemasına gitmiştim. Sanırım bir yazlığına açılmış, sezonluk bir girişimdi: arkaya derme çatma bir projeksiyon odası yapmışlardı, perde bitişik binanın beyaza boyanmış yan duvarıydı, iskemleler de bildik ucuz kahve iskemleleri.

İkinci film, bitimine 10-15 dakika kala, yani en heyecanlı yerinde koptu. Makinist tepe ışıklarını yakıp tamire koyuldu ama iş uzadıkça uzadı, izleyiciler arasındaki aileler kalkıp gittiler, geriye kalan bekar erkek takımı da giderek kudurmaya, makiniste hakaretler giderek iskemleleri devirmeye, yumruklaşmalara falan dönüşmeye başladı. Bir noktada terden sırılsıklam olmuş, perişan haldeki makinist bir nara atarak odasından fırladı, seyircinin ortasına gelip bir iskemleye çıktı, nefes nefese “iki saattir uğraşıyorum, tamir olmuyor işte, canımı mı alacaksınız lan?” diye bağırınca millet sus pus oldu. Ondan sonra “dinleyin bakayım” deyip başladı filmin geriye kalanını tane tane anlatmaya, izleyici de efendi gibi dinledi, hatta “peki kızın babasına ne oluyor?” gibisinden sorular bile sordu, sonra da çıkıp gittik.

*   *   *

paradisoEğer İtalyan yönetmen Giuseppe Tornatore’nin çok ünlenen Cinema Paradiso adlı filmini (1988) izlediyseniz, burada yazdığım hemen her şeyden o filmde de söz edildiğini anımsarsınız. Film 1950’lerin Sicilya’sında geçer, ben 1960’lar ve 70’lerin Tarsus’undan söz ediyorum. Herhalde dünya üzerindeki her toplum belirli bir döneminde bu teknolojiyi ve onun uzantısı olan ritüelleri ve absürdlükleri az çok aynı biçimde yaşadı ve bitirdi. Cinema Paradiso’yu görmeyenlere, özellikle de gençlere izlemelerini çok tavsiye ederim: biraz melodramatik olsa da hoş bir filmdir ve sinema makinistliğini bu derecede kapsamlı ele alan tek yapıt da bildiğim kadarıyla odur.

___________________________

Yukardaki yazıyı okuyan arkadaşım Suat Baykul sözünü ettiğim Tarsus’taki Aile Sineması binasının hala ayakta olduğunu bildirdi ve aşağıdaki iki “akıl almaz” fotoğrafı gönderdi.

Aile_1Aile_2

“AVM gibi kadın” deniyor mu?

Taraf, “Pop-Up” köşesi, 1 Eylül 2013

“Apartman gibi kadın.” 1960’larda Güney’de babam ve arkadaşlarının kullandığı bir beğeni ifadesiydi bu. Boylu poslu (hattâ bir parça toplu), takılı, yapılı hanımlar için kullanırlardı. (Bunun bir önceki versiyonu da “hökümet gibi kadın”dı sanıyorum.) Bu sözü beton bir binayı “güzel” saymalarına değil ama böylesine uçuk bir benzetme yapıyor olmalarına bıyık altından gülerek söylerlerdi. (Siyaseten sakat bir bakışın ürünü tabii ki, ama kırk-elli yıl öncesinin Güney’inden söz ediyoruz.)

Nüfus artışı, göç, kentleşme ve beton teknolojisindeki gelişmeler nedeniyle konutlar dikine çıkmaya başlamıştı. Taşralı orta sınıfın sınıf atlama kavramının başında babadan kalma tek katlı evi ya da yeni aldığı arsayı müteahhide verip apartman diktirmek, karşılığında birkaç daire alıp birine yerleşmek, ötekilerden de kira toplamaktı. Emireri gibi kullanılan kapıcının yanısıra bir de asansör olursa tadına doyum olmazdı.

Bir apartmanın başarı simgesi olmasına, hattâ daha rahat bir yaşantı sağladığına itirazım yoktu ama (herhalde o yıllarda yabancı kültürlerle tanışmaya başladığımdan) beş-on katlı bir beton binanın “güzel” görülmesini tuhaf bulurdum. Ama ağzımla kuş tutsam babama bahçe içindeki iki katlı bir evin çok daha güzel olduğunu anlatıp kabul ettirebilmem olanaksızdı. Tabii bu bir haklılık-haksızlık konusu değil: estetiğin işlev ve koşulların peşinden gittiğini, göreceli olduğunu biliyoruz “iPhone gibi kız/oğlan” deniyor mu bilmiyorum ama bugün bu metal ve cam karışımı dikdörtgen nesnenin benzerlerinden daha “elegan” olup olmadığını tartışabiliyoruz, örneğin.

“Güzel” bulunanın yeni koşullarla birlikte değişmesi çok doğal. Doğal olmayan, yönetimi (hâlâ) elinde tutan kesimin babamın kırk yıl önceki estetiğini az bir farkla sürdürüyor olması: Apartman büyümüş, AVM, gökdelen ve rezidans olmuş görünüyor. İşin acıklı tarafı da bu “şahane” yapıları iftiharla diken ve “güzel” bulan kişilerin babam gibi kendiyle bir parça matrak geçerek “rezidans gibi kadın” gibisinden bir söz düşünemeyecek ve edemeyecek kadar dar bakışlı ve mizah duygusundan yoksun olması. (Sene de oldu 2013.)