Sinema Makinistlerine Saygılarımla

projektorBir deftere epeyce bir zaman önce “Türkiye Cumhuriyeti’nde kitlesel hakarete maruz kalan kişilerin başında başbakanlar, ardından futbol hakemleri, üçüncü sırada da sinema makinistleri gelir” diye bir not yazmışım, geçenlerde elime geçti. Bu cümleyi görünce yeni teknolojiler nedeniyle makinistliğin, yani eski usul sinema projeksiyon operatörlüğünün bambaşka bir taraflara kaydığı, onlarca yıl cefamızı çekmiş makinistlerin unutulup gittiği geldi aklıma. Türkçe dilinde bu insanlarla ilgili yazılıp çizilmiş ne var diye internette bakındım, çok az şey görebildim. Bu yazıyı bu konuda çok bir şey bildiğimden değil, yalnızca son derece zahmetli ve epeyce de tuhaf ve düşündürücü bulduğum bu mesleğin emektarlarını hatırlatmak için yazıyorum.

Onlu yaşlarımı geçirdiğim Tarsus’taki beş-altı sinema içinde en “nezih” sayılanı, adı üstünde, Aile Sineması idi. Bayağı küçük ama temiz ve düzgün salondaki koltuklar küçük tabelalarla belirtilen üç bölgeye ayrılırdı: BEKAR, AİLE, BEKAR AİLE. “Bekar” kadınsız erkekler, “aile” bildiğimiz kadınlı erkekli aileler, “bekar aile” de yanında erkek olmayan kadınlar anlamına geliyordu. Bir öğleden sonra sinemaya gelmiş iki genç kıza yanında çoluk çocuğu oturan bir adamın bile karanlıkta sarkıntılık etme olasılığını sıfırlayan bir çözüm. Yanında erkek çocukla gelmiş kadınların aile bölümüne mi yoksa bekar aile bölümüne mi oturması gerektiği konusunda yer göstericiyle tartıştıklarını da hatırlıyorum.

taylor-birdsBu son derece “duyarlı” Aile Sineması’nda bir cumartesi öğleden sonra bir arkadaşla Hitchcock’un Kuşlar filmini izliyordum. Filmin en gerilimli noktalarından birinde başroldeki Rod Taylor kuşların evin içine girip girmediğini kontrol etmek için sessizce, yavaş yavaş merdivenlerden çıkıp evi kolaçan etmeye başladı. Adam bir katı bitirip ötekine yönelirken balkondan makinistin sesi duyuldu: “hamile hanımlar varsa bakmasın, çok korkulu bir sahne geliyor.”

Birçok kişinin buna benzer anıları olabileceğini düşünüp kısa bir süre önce arkadaşlara ve üyesi olduğum sosyal medya gruplarına bir duyuru gönderdim, hazırlamakta olduğum bu yazıdan söz ettim ve sinema makinistleriyle ilgili ilginç anıları olanlar varsa bana yazsın dedim. Kimseden belirli bir anı gelmedi (herhalde benim radarlarım ötekilerinkinden daha farklı yönlere ayarlıymış) ama birkaç arkadaş “makinist” denince aklına ne geldiğini yazdı.

Hepimizin hatırladığı temelde şu: 1960’lar ve 70’lerde Anadolu sinemalarındaki gösterimlerde çok sık ya bir “teknik arıza” olur ya da elektrik kesilirdi. Ve bu durumlarda hemen ıslıklar ve “hoop makinist, uyuma” ya da “seees” bağırtıları başlardı. Arıza devam ederse bu bağırtılar tempolu “ma-ki-nist, ma-ki-nist”e, o da giderek “ib-ne ma-ki-nist”e dönüşürdü (bir arkadaş büyük şehirlerin büyük sinemalarında o terbiyesizliğin edilmediğini söyledi). Sorun elektrik kesintisiyse makinist hemen odasından çıkıp “elektrik kesildi” diye bağırıp duyurmaya ve milletin azmasını önlemeye gayret ederdi.

Arızalar dışında makinist bir de “makası” nedeniyle tepki alırdı. Ailelerin de gittiği sinemaların patronları makinistlerden “uygunsuz” sahneleri (yani, temelde, öpüşmeleri) makaslamasını isterdi; bu da, özellikle makas kesintinin farkedilebileceği bir yerden atılmışsa, yine ıslıklar ve yuhalamalarla protesto edilirdi.

*  *  *

Tiyatro da, sinema da belirli uzunluklarda zaman dilimleri sunan sanatlar. Tiyatroda izlediklerimiz etten kemikten insanlar oluyor ve zamanı onların kontrolüne bırakıyoruz, çok büyük bir falso ya da aksama olmazsa sesimizi çıkarmadan oturup izliyoruz. İzlediğimiz tiyatro oyununu çok sıkıcı bulduğumuzda ayağa fırlayıp “yeter be, çok sıktınız” diye bağırmak isteyebiliriz ama hem sahnedekilere hem de diğer izleyicilere ayıp olmasın diye yapmıyoruz. Yapacak olursak da yer göstericiler bizi kaldırıp kapının önüne bırakıyorlar.

Bir sinema yapıtı da belirli bir süreden oluşuyor ama bu süreyi film karelerinin ardı ardına gözümüzün önünden geçmesi oluşturuyor. Başka bir deyişle, film, tiyatro yanılsaması yaratıyor ve biz bunun böyle olduğunu, sanal bir tiyatro izlediğimizi bilerek izliyoruz. Sinema salonundaki koltuğa ya da evimizdeki ekranın karşısına “kandırılmak” üzere oturuyoruz. Filmleri artık evlerimizde izleyebilmemiz ve istediğimiz zaman durdurmamız, yeniden başlatmamız, geri ya da ileri almamız mümkün. Ama, malum, sinema salonu gibi kitlesel izleme ortamlarında “şu filmi bir durdurun da tuvalete gidip geleyim” olmuyor. Sürece dahil olan herkesin üzerinde uzlaştığı bir protokol var: süreyi bütünüyle kesintisiz biçimde film belirleyecek ve izleyici bireyler oturup birbirlerini rahatsız etmeden, sessizce izleyecekler. Filmi yapan da, finanse eden de, sinema işletmesi de, izleyici de bütün düzenini bu belirli uzunluktaki yanılsamanın kesintisiz bir biçimde sunumuna göre ayarlıyor. Ve filmin gösteriminin yanısıra bu kesintisizlik kuralının uygulanması ve sorumluluğu da gidip gidip “sinema makinisti” denen adamcağızın sırtına yükleniyor.

Çocukluk ve gençliğimde sinema makinistliği bana hem tuhaf hem de oldukça adaletsiz bir iş dalı olarak görünürdü. Makinistin işi kandırmaca esaslı bir eğlence türünün, sinema deneyiminin gerçekleşmesini sağlamaktı. Yani, altı üstü üç-beş kuruş para ödenip gelinen, “olsa iyi olur, olmasa bir zararı olmaz” bir etkinlikten söz ediyoruz: altı üstü sinema. Ama bir salonda, aynı koşullarda toplanan ve kesintisizlik beklentisini paylaşan izleyici (karşısında tiyatrodaki gibi “canlı” bir muhatap olmaması nedeniyle de) hemen kitleleşiverirdi ve beklentilerinin karşılanması konusunda saldırganlaşacak kadar ciddileşirdi. Bu kitlelerin taleplerini ve hışmını yönelttiği kişi de, işte, arkadaki odada oturduğu bilinen tek bir insan, yani makinist olurdu. Bu meslek dalına “adaletsiz” dememin nedeni bu orantısızlık.

WaitUntilDarkÖyle ki, yine yukarda sözünü ettiğim Aile Sineması’nda Karanlığa Kadar Bekle’yi (Wait Until Dark) izliyordum. Ayrıntıları hatırlamıyorum ama filmde kör bir kadın (Audrey Hepburn) evine girmiş kötü adamla mücadele ediyordu ve en gerilimli noktada adam kadını yakalamaya, kadın da evdeki ampulleri birer birer kırıp adamı karanlıkta bırakmaya uğraşıyordu. Tabii ki ampuller söndükçe ev, dolayısıyla da sinema perdesi biraz daha kararıyordu. Bir noktada son ampul de sönüp perde bütünüyle kararınca hiç unutamayacağım bir şey oldu, seyirci ıslık ve “makinist uyuma” bağırtısına başladı, makinist de yukardaki odasından çıkıp “kesin be, film icabı öyle, arıza yok, birazdan aydınlanacak” diye azarladı seyirciyi.

steigerBu yazdıklarımı okuyan, sözünü ettiğim dönemleri bilemeyecek yaştaki kişiler sinemalarda makinistle izleyiciler arasında neredeyse “interaktif” bir ilişki olduğunu düşünebilirler. Bu az çok doğrudur. Örneğin, arkadaşlarla İzmir’de, Karşıyaka’daki bir açık hava sinemasında Çavuş (The Sergeant) filmini izlediğimizi hatırlıyorum. Filmin ortalarında birden sinemanın tepe ışıkları yanıp sönmeye başlamıştı, ne oluyor demeye kalmadan filmin başrolündeki Rod Steiger bir kapıdan girmiş ve “kim yakıp duruyor bu ışıkları?” gibisinden bir şey söylemişti, izleyiciler dönüp makinisti alkışlamışlardı.

*   *   *

1980’lere, hatta paraya sıkışık ülkelerde 90’lara kadar makinistin izleyici kitlesinin beklentilerini karşılamakta kullandığı araç gereç, aksaklık çıkarması, yani kesinti yaratması neredeyse garantili bir teknolojinin ürünüydü. Eski sinema projeksiyon makinelerini, özellikle de Anadolu’da kullanılan ikinci, üçüncü el olanları kullanabilmek bayağı bir hüner ve deneyim gerektiriyordu. Aletlerin tasarımındaki karmaşıklığın ve her an bir yerinin aksamasının yanısıra gözetilmesi gereken daha birçok öge vardı. Örneğin, eski filmlerin bir anda alev alıverdiği bilinirdi (selüloz nitrattan yapılırmış). Sonradan tutuşmak yerine yalnızca eriyen selüloz triasetata geçilmiş, daha sonraları da yanmaz ve sağlam polyestere. Projektörlerin ışık olarak çok uzun zaman “karbon ark lambası” kullanması nedeniyle (Türkiye’de “kömürlü sistem” derlerdi), en küçük bir aksamada film yanıverirdi (sinemalarda “kumanda” odalarında yangın çıkması da bildik bir olaydı).

Film yanmanın yanısıra çok sık da kopardı ve makinistin makineyi durdurup iki ucu asetonla birbirine yapıştırması, biraz geri sarması ve aleti tekrar çalıştırması gerekirdi (ve aynı noktadan tekrar kopuvermesi de alışıldık bir durumdu). Bunların ötesinde bir de ses ve görüntü senkronu sorunu vardı: özellikle Türk filmlerinde ses birden görüntünün birkaç saniye önünden ya da arkasından gitmeye başlardı. Bütün bu nedenlerden makinistin sürekli aletin başında durması ve arızayı en çabuk tarafından giderebilmesi gerekirdi.

Bu da “ses”le ilgili bir anı:

Tarsus’taki sinemaların en kötüsü arka taraflardaki Saray Sineması idi: ikinci, üçüncü kalite siyah-beyaz filmler gösterirdi ve ahırdan bozma olduğu için hâlâ tezek koktuğu söylenirdi, bizim çevreden hiç giden olmazdı. Bir yaz tatilinde Tarsus’ta babamla kalmıştım. Bir gün sokakta Saray Sineması’nın panosunda bir de baktım ki Ingmar Bergman’ın Sessizlik filmi oynuyor. Koşup babama bu filmin ne kadar ünlü olduğunu, bu sinemaya herhalde kazara düştüğünü, kaçırmamamız gerektiğini anlattım, akşam da adamcağızı çeke çeke götürdüm.

silenceTarsus yazının dayanılmaz sıcağında kapalı salona girdik. Gerçekten de hayvan pisliği kokusu vardı. En ilginç olan da projeksiyon makinesinin bir odada değil, salonun tam ortasında, açıkta duruyor olmasıydı. Makinisti de yanıbaşında. Ve Sessizlik filmini kulağımızın dibinde nerdeyse lokomotif gürültüsüyle çalışan bu makineden izledik. Çok farklı beklentilerle gelmiş az sayıdaki Saray Sineması seyircisi de, bana yan gözle ters ters bakan “avantürye” Amerikan filmi düşkünü babam da filme akıl erdiremedi. Bir süre sonra birisi makiniste “lan oğlum şunun sesini açsana” diye bağırdı, makinist de “ses açık abi, filmin kendinde doğru düzgün ses yok” diye cevap verdi, başka birileri “ya Sessizlik diye filme gelmişsin, ses niye yok diyorsun” gibisinden espriler yaptı, az sonra da ben, peder ve makinist dışındaki hemen herkes kalkıp söylene söylene çıktı sinemadan.

*   *   *

Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, Türkiye’de de sinema makinistliği usta-çırak ilişkisiyle edinilen bir meslekti. Bu işi yapanlar ya sinemada temizlikçi, gazozcu, yer gösterici olarak işe başlayıp elinin yatkın olduğu anlaşılınca makinistin çırak edindiği ya da otomobil, radyo tamirciliği gibi mesleklerden geçiş yapmış kişiler olurdu. Tarsus’tan hep sürekli koşuşturan, asabi ve pislik yapan izleyiciye her an girişmeye hazır, hafif bitirim adamlar kalmış aklımda. Son bir anı daha:

Yine epeyce sıcak bir gece Tarsus’ta birkaç arkadaşla bir binanın terasındaki yerli film gösteren açık hava sinemasına gitmiştim. Sanırım bir yazlığına açılmış, sezonluk bir girişimdi: arkaya derme çatma bir projeksiyon odası yapmışlardı, perde bitişik binanın beyaza boyanmış yan duvarıydı, iskemleler de bildik ucuz kahve iskemleleri.

İkinci film, bitimine 10-15 dakika kala, yani en heyecanlı yerinde koptu. Makinist tepe ışıklarını yakıp tamire koyuldu ama iş uzadıkça uzadı, izleyiciler arasındaki aileler kalkıp gittiler, geriye kalan bekar erkek takımı da giderek kudurmaya, makiniste hakaretler giderek iskemleleri devirmeye, yumruklaşmalara falan dönüşmeye başladı. Bir noktada terden sırılsıklam olmuş, perişan haldeki makinist bir nara atarak odasından fırladı, seyircinin ortasına gelip bir iskemleye çıktı, nefes nefese “iki saattir uğraşıyorum, tamir olmuyor işte, canımı mı alacaksınız lan?” diye bağırınca millet sus pus oldu. Ondan sonra “dinleyin bakayım” deyip başladı filmin geriye kalanını tane tane anlatmaya, izleyici de efendi gibi dinledi, hatta “peki kızın babasına ne oluyor?” gibisinden sorular bile sordu, sonra da çıkıp gittik.

*   *   *

paradisoEğer İtalyan yönetmen Giuseppe Tornatore’nin çok ünlenen Cinema Paradiso adlı filmini (1988) izlediyseniz, burada yazdığım hemen her şeyden o filmde de söz edildiğini anımsarsınız. Film 1950’lerin Sicilya’sında geçer, ben 1960’lar ve 70’lerin Tarsus’undan söz ediyorum. Herhalde dünya üzerindeki her toplum belirli bir döneminde bu teknolojiyi ve onun uzantısı olan ritüelleri ve absürdlükleri az çok aynı biçimde yaşadı ve bitirdi. Cinema Paradiso’yu görmeyenlere, özellikle de gençlere izlemelerini çok tavsiye ederim: biraz melodramatik olsa da hoş bir filmdir ve sinema makinistliğini bu derecede kapsamlı ele alan tek yapıt da bildiğim kadarıyla odur.

___________________________

Yukardaki yazıyı okuyan arkadaşım Suat Baykul sözünü ettiğim Tarsus’taki Aile Sineması binasının hala ayakta olduğunu bildirdi ve aşağıdaki iki “akıl almaz” fotoğrafı gönderdi.

Aile_1Aile_2