“Hürafeyle hürafe çarpıştığında kopan kıyamet bütünüyle gerçektir.”
— Stanislaw Lec
İnsanlar iki kolla doğuyorlar. Mimarimiz böyle.
İki kolumuzu ve bunların uzantısı ellerimizi birbirinden ayırdedebilmemiz mümkün mü?
Aralarında bir fark saptayabilirsek mümkün. Fark var mı?
Var. Biri ötekinden biraz daha güçlü ve kontrollü oluyor. (Güçlü-Güçsüz karşıtlığı)
Bu aralarında bir sorun yaratıyor mu?
Hayır, biri bir işi tek başına yapabiliyorsa yapıyor, yapamadığı zaman öteki yardıma geliyor, geçinip gidiyorlar.
Bunları birbirinden ayırdedebilmemiz için adlandırmamız gerekiyor.
Tamam, birine, atıyorum, sağ diyelim, ötekine sol. (Sağ-Sol karşıtlığı)
Peki, hadi güçlü olan “sağ” olsun, güçsüz olan da “sol.” (Solaklar da güçlü olana sol, ötekine sağ diyerek öğrenirler.)
Buraya kadarında anlaşılmaz bir şey yok.
Şimdi, İslami gelenekte ellerin kullanımıyla ilgili kurallaşmış bir işbölümü var: Yemek sağ elle yenir, içecek sağ elle tutulup içilir, başka birine yiyecek ya da içecek ikramında sağ el kullanılır. Buna karşılık, tuvalette sol elle temizlenilir, üreme organı, sümkürülürken burun sol elle tutulur.
Bu iyi akıl edilmiş, yararlı bir toplumsal denetim yöntemi: Alafranga tuvaletin, tuvalet kağıdının, taharet musluğunun oldukça yeni buluşlar olduğunu (ve halen dünyada bunları kullanmayan milyonların olduğunu) düşünürsek, eller arasındaki bu işbölümünün çok sayıda hayatı kurtardığı (kolera, parazit) herhalde tartışılmaz bir gerçektir. Kuralın dinle bütünleşmesi, günahlaştırma yoluyla yaptırım sağlanmış olması da son derece akla yatkın, çünkü insanın gözden ırak, mahrem ortamlarda yaptığı ama toplumu ciddi biçimde etkileyebilecek bir davranışı kontrol etmeye çalışıyorsun. Yani, işin doğası nedeniyle, poposunu sağ eliyle temizleyene üç ay hapis cezası veririm gibi bir şey söyleyemezsin. Yemek yemeyi tuvalete gitmekten daha sık yaptığımıza göre, yemek konusuyla daha sık kullandığımız sağ elin ilgilenmesi de doğru bir seçim.
Herşey hâlâ anlaşılır duruyor ama dikkat edersek sağ el-sol el karşıtlığı güçlü-güçsüzle ve yiyecek-dışkıyla bağlanırken, güçlünün yiyecekle, güçsüzün de dışkıyla “alâkalanması” gibi işlev-dışı bir hizalanma yer alıverdi. Yola biraz daha devam edip yiyeceğin yaşamın sürmesini sağladığı için iyi, yararlı ve gerekli, dışkının kötü, yararsız ve gereksiz olduğunu sıralayarak ikiliklere yeni “ideolojik” boyutlar da kazandırabiliriz.
Niyetim burada akademik ders vermek değil, çok kısa bir özet verip geçeyim: Yapısalcılık (structuralizm) adı verilen, bundan otuz-kırk yıl önce entellektüel dünyada çok modalaşan bir inceleme yöntemi var, edebiyattan antropolojiye kadar birçok alanda kullanıldı ve hâlâ, pek göze görünmese de, ciddi incelemelerin temelinde taş gibi oturur.
Yapısalcılar bir şeyi ne olduğuna göre değil, ne olmadığına göre anlamlandırdığımızı savunurlar. Yani, sol olmadan sağın, sağ olmadan da solun bir anlamı olamıyor. Açık demek kapalı değil demek, siyah demek beyaz değil demek, koyu gri demek açık gri değil demek, aşağı demek yukarı değil demek oluyor. Yapısalcılar incelemelerine “yapıların” temelindeki bu ikili karşıtlıkları saptayarak başlıyorlar.
İkili birimlerin birbiriyle ilişkilenmesi genellikle işlevsel başlıyor ama giderek birtakım yeni ikililer biçimsel benzerlikleri nedeniyle gelip diğerlerinin altına hizalanıveriyor. Benzerlikten kaynaklanan bu ilişkiye homolojik hizalanma deniyor. “Düz mantık” dediğimiz ilkel ilişkilendirme düzeyinden (babam kıllı x kedi tüylü = babam kedi) daha derinlere inebilen bir bakış.
Yukardaki örneğe devam ederek açıklamaya çalışayım:
İslamî gelenekte sağ-sol ayrımı yalnızca ellerle sınırlı kalmıyor, bedenin bütününün kullanımında sağ-sol esaslı kurallar yerleşiyor. Örneğin, aptes önce sağ, sonra sol düzeninde alınıyor, namazda önce sağa, sonra sola selam veriliyor, her yere sağ ayakla ama tuvalete sol ayakla girilmesi, giysilerin önce sağ kolu ya da bacağı sokarak giyilmesi salık veriliyor, sağ omuzdaki meleğin sevapları, soldakinin de günahları yazdığı söyleniyor. Bu ayrımın işlevsel nedenlerle oluşan sağ el-sol el işbölümünden kaynaklandığını, homolojik hizalanmalarla biçimlendiğini düşünmek kanımca mantıksız olmaz.
Ve homoloji bir başladı mı durmak bilmiyor: Sağ-sol ayrımına paralel olarak bedenin belden üstüyle altı arasında da bir ayrım oluşuyor, yararlı yiyeceğin girdiği belden yukarı bölüm, atıklarla ilgili belden aşağı bölüme göre üst-ünlük kazanıyor. Örneğin, tuvaletteyken bir şey yemek kadar yemek yerken gaz çıkarmak da günah sayılıyor. Atıkların çıkışını sağlayan belden aşağıdaki “pis” organların ikinci işlevleri de hizaya geliveriyor, cinsel kullanımları olumsuz özdeşleştirmelere maruz kalıyor. Yiyecek kutsallaşıyor ve ait olduğu bölgede, yani belden yukarda tutulması kurallaşıyor (yerde ekmek bulursan öpüp alnına dokunduruyor, yüksekçe bir yere koyuyorsun). Bedenin üst kısmı kutsalla özdeşleşince dinde kutsal sayılan nesneleri de belden aşağıda tutman, yere düşürmen yasaklanıyor. Dinle bir bağlantısı olmayan bayrak, sancak gibi simgesel nesnelerin (bambaşka bir açıdan da olsa) kutsal olduğu söylenince, onların da belden aşağıda tutulmaması kurallaşıyor.
Bütünüyle yiyecek-dışkı karşıtlığına bağlamak tabii ki doğru olmaz ama belin üstüyle altı arasındaki ayrımın toplumda dikey hiyerarşik paradigmalar oluşumunda payının olmaması da pek mümkün görünmüyor. Örneğin, belden yukardaki yürek, göz, baş, beyin gibi organlar olumlu benzetmelere malzeme olurken belden aşağıdakiler hakaretlerde kullanılıyor. “Yüce, yüksek, baş tacı, göz nuru, kalpten” gibi yüceltmeler ve “aşağılık, alçak, ayak takımı, boktan, sürüngen” gibi aşağılamalar türüyor. “Giriş” genel olarak olumlu, “çıkış” olumsuz çağrışımlar ediniyor. Örneğin, benim büyüdüğüm Doğu Anadolu şehrinde kanalizasyon yoktu: bahçede toprağın altında yanyana iki kuyu kazılmıştı, mutfaktan gelen atık sular birine, tuvaletten gelenler de ötekine akardı. İkisinin aynı kuyuda birleşmesinin günah olacağı düşünülmüştü.
Yanlış anlaşılmasın, bu yazıda İslamî gelenekten örnekler vermemin nedeni yalnızca bu kurallarla daha tanışık olmam. Sağ-sol ayrımının Hinduizm’de de İslam’da olduğu kadar güçlü olduğu söyleniyor. Hıristiyanlık da yeri geldiğinde ayrımını yapıyor; örneğin, yemin ederken sağ el kalkıyor, şeytan sol tarafla özdeşleştiriliyor, Hz. İsa’nın Tanrı’nın sağ tarafında oturduğuna inanılıyor, istavroz sağ elle çıkarılıyor. İngilizce’de “sağ” anlamındaki “right” kelimesi aynı zamanda “doğru,” “uygun,” “hak,” “haklı” anlamına da geliyor. Fransızca sol anlamındaki “gauche” şapşallıktan sarsaklığa kadar bir yığın ikincil anlam taşıyor, sağ anlamındaki “droit” ise İngilizcedeki “right”la aynı olumlu anlamlara sahip. Almanca’daki “recht” de öyle. Üst-alt karşıtlığı da her toplumda, her dilde, burada örneklememe gerek bırakmayacak ölçüde belirleyici.
Dinî uygulamalar genellikle iyi tanımlı ve net olduğu için bizlere yaşantılarımızın daha karmaşık yönlerini çözümlemede yol gösterici olabiliyor. Günlük yaşantılarımızda gördüklerimize, yaptıklarımıza bakıp “ne alâkası var?” ya da “öyle olmasa ne olur?” diye sorguladığımızda hepimizin gırtlaklarımıza kadar mitlere (hürafelere) gömülmüş olduğumuzu ve bunları dindarca, sorgulamadan uygulayıp gittiğimizi farkedebiliriz. Ve bu mitlerin oluşumunu da genellikle işlevsel başlayıp giderek biçimsel hizalanmalara dönüşen ikili karşıtlıklar belirliyor.
Söz gelimi, sofrada aynı yemeği neden birbirinin aynı tabaklarda yememiz gerekiyor? Pantolonun ütülü, çorapların aynı renk, paçaların aynı uzunlukta olup olmaması neden önemli? Nasıl oluyor da ünlü bir sporcunun siyasi gidişat konusundaki fikirleri dikkatle dinlenebiliyor? Neden en gerçekçi olduğunu iddia eden filmlerde bile başroldekiler örneğine sokaklarda çok az rastladığımız ölçüde güzel ve yakışıklı oluyor? Gazete haberlerinin arasına çekilen çizgileri otoyoldaki şeritlerle karıştırdığımız için mi farklı haberlerin birbiriyle ilişkisini düşünmek aklımızdan geçmiyor? 2014 yılına girerken bir yüzyıl öncesiyle, 1914 yılındaki gelişmelerle parallellikler kurup yeni bir dünya savaşının patlayıp patlamayacağından konuşmak akla yatkın mı? Ülkelerin haysiyet, şeref, saygı uyandırma, tükürdüğünü yalamama gibi nedenlerle savaşa girmeleri, uğruna on milyon kişinin ölmesi hâlâ geçerli mi? Neden taze çiçek güzel, buruşuk çiçek çirkin sayılıyor? Doğduğumuz yer ve toplum konusunda hiçbir seçimimiz olmamışken, nasıl oluyor da bunları uğruna ölüp öldürecek kadar sahiplenebiliyoruz?
Çok sevdiğim bir fıkra: Adam ağır hasta yatıyor, doktor öğrencileriyle giriyor odaya, “işte” diyor, “bu hastalığın bütün belirtilerini yüzde görebilirsiniz, gözler ve avurtlar çökmüş, burun uzamış, ağız sarkmış, cilt sapsarı.” Hasta gözlerini aralayıp mırıldanıyor: “sen sanki dünya güzelisin.”