Lokantalara Not Sistemi (1)

Taraf“Pop-Up” köşesi, 10 Mart 2013

Eskiden beri New York’a ilk kez gelen birinin dolaşmaya çıktığında ilk dikkatini çeken şeylerden biri adım başı bir lokanta, kafe ya da bara rastlamasıdır (yirmi dört bin gibi bir sayı söylenir). Son iki yıldır bir de bu lokantaların camlarına yapıştırılmış sayfa büyüklüğündeki harfler dikkat çekiyor. Bu ilginç, hatta ilham kaynağı olabilecek bir konu olduğu için Hıdır’ın köşesine yakışacağını düşündüm:

Yediğimize içtiğimize karışmayı asli görevi kabul etmiş belediye başkanımız Michael Bloomberg’in sağlık şubesinin akıl ettiği bir uygulama bu. Eskiden beri beklenmedik zamanlarda lokantalara girip denetleyen görevliler olurdu ama bunun düzenli biçimde ve dürüstçe yapılmadığından, lokantaların yetkilileri takmadığından yakınılırdı. Şimdi bu denetçiler değerlendirme sonucunu bir harf olarak cama yapıştırmak zorundalar.

not

Bir lokantanın A alması “çiçek gibi” olmasa da genelde kurallara uygun, temiz bir yer olduğunu gösteriyor. B notu “çok ciddi bir sorun yok ama A almışlar varken burada yemenin ne âlemi var?” gibi yorumlanabilir. C ise “isterseniz yiyin, sonunda ölüm yok” anlamına geliyor. C bile alamayacak yer de zaten anında kapatılıyor. B ve C alanlara bir de “Derecelendirme Sürüyor” kartı veriliyor: durumunu hemen A yapmak isteyen o kartı asıp tadilata ve temizliğe başlıyor, “benim müşterim sağlamdır, uğraşamam” diyen de her ne not almışsa onu asıyor. Ve millet notu A olmayan lokantaya pek yanaşmıyor, bu muazzam baskı nedeniyle de notunu A yapmış lokanta sayısı yüzde sekseni aşmış.

Bu uygulamanın denetçiler için güzel bir el altından ek gelir kaynağı yaratacağı akla gelebilir. Bunun en önemli önlemi: internet üzerinden şeffaflık. İsteyen sağlık dairesinin sitesine giriyor, merak ettiği lokantanın adını yazıyor, karşısına o lokantanın hangi tarihlerde denetlendiği ve her seferinde bulunmuş aksaklıkların listesi çıkıyor. Bu bulgulara lokantacının kendisi de itiraz edip hemen duruşma talep edebiliyor, bir müşteri de “siz bunlara A vermişsiniz ama aşçının önlüğünü gördünüz mü?” gibi serzenişler iletebiliyor. Ayaküstü belirli bir bölgedeki lokantaların notlarını ve bir lokantanın hâl ve gidişini görmek isteyenler için sağlık şubesi iPhone ve iPad için app’ler de sunuyor.

Grand Central, Bavul ve 100. Yıl

Taraf“Pop-Up” köşesi, 3 Mart 2013

İnsanoğlunun aklıyla fazlaca böbürlenmesi tepenizi attırdığında, bavulun altına tekerlek takmayı tekerleği icadından en az 5.500 yıl sonra akıl edebilmiş olduğunu hatırlatabilirsiniz.

Eminim dünyanın her yerinde 1970’ler ve öncesinde doğmuş her kişinin tekerleksiz bavul işkencesinden geçmişliği, sakatlanma ve fıtık tehlikesiyle tanışmışlığı vardır. Bavula tekerlek takma fikri ilk kez 1971’de, iki yıl önce vefat eden Bernard D. Sadow’un aklına gelmiş. Nasıl mı? Yerinden kalkmaz iki bavulla kan ter içinde havaalanına gelmiş, bakmış bir işçi tekerlekli büyük bir makineyi iterek götürüyor, bu bavulların altında da öyle tekerlekler olsaydı ne iyi olurdu diye düşünmüş. O kadar! 1972’de patentini almış, ömrü boyunca da tekerlekli bavul yapan şirketler patent hakkını tıkır tıkır ödemişler.

Tekerlekli bavul imalatı 70’lerin ilk yarısında başlamış ama hem milletin kabullenmesi hem de dört tekerleğin dördünün de uçak, otobüs bagajından parçalanmadan çıkacak sağlamlıkta yapılabilmesi 10-15 yıl çekmiş. Şu anda standartlaşmış olan, kulpu çekince uzayan, iki tekerlek üzerinde giden bavul/çanta patentinin tarihi: 1987. Onu da bir pilot akıl etmiş.

bavul

Bu konunun Hıdır’ın köşesinde işi ne? Şu: Bu yıl New York’un gözbebeği tren istasyonumuz Grand Central Terminal’in 100. doğum yılını kutluyoruz. İstasyonda bu yüz yılı özetleyen harika bir sergi açıldı, onu görmeye gittim, baktım ki bir yana eski bavullardan bir enstelasyon yapmışlar. Serginin geriye kalanında bu muazzam binayı ve tünelleri yapmak için kullanılan bin bir yöntem ve teknolojiyi okuyup izledikten sonra, bir yolcu için en vazgeçilmez sayılan bu nesnelerin ilkelliği daha da inanılmazlaşıyor. Tekerleksizlikleri bir yana, koskoca gövdelere takılmış küçücük kulplar sanki taşıyanın elini haşat etmek ve üç yolculuktan sonra kopmak üzere tasarlanmış. Yarı duygulanıp yarı hayıflanarak tren, otobüs garlarında, havaalanlarında nefes nefese bavul sürükleyen, kaldıran, indiren insanlar geçiverdi gözümün önünden.

New York’ta olanların ya da yolu bu taraflara düşeceklerin sergiyi kaçırmamalarını tavsiye ederim. 15 martta kapanıyor.

Super Bowl Sunday

Taraf“Pop-Up” köşesi, 6 Şubat 2013

3 şubat, pazar günü ABD vatandaşlarının hemen hepsinin bildiği, ABD’li olmayanların da hemen hiçbirinin bilmediği Super Bowl Sunday idi. Super Bowl, Amerikalının “futbol”, dünyanın geriye kalanınınsa “Amerikan futbolu” adını verdiği ve çok tuhaf bulduğu sporun şampiyonluk karşılaşması oluyor. Bu Super Bowl XLVII (böyle yazılıyor), New Orleans Mercedes-Benz Superdome arenasında Baltimore Ravens ile San Francisco 49ers arasında oynandı ve maçı 34-31 Baltimore kazandı.

Wild Card Game: Tennessee Titans v San Diego ChargersSuper Bowl Amerika’da yılın en çok yiyecek tüketilen ikinci günüdür (birincisi Şükran Günü) ve başı bira tüketimi çeker. Akşam saat altıdan sonra bu konulara meraksızların bol olduğu New York gibi yerlerde bile sokakta yürüyen erkeğe pek rastlanmaz. Super Bowl’un başka bir ünü de aile içi şiddetin en yoğunlaştığı günlerden biri olmasıdır (tv’ye odaklanmış erkeğin dikkatini dağıtan kadına bira şişesi fırlatması gibi). Benim bile yılda bir kez oturup Amerikan futbolu izlememe neden olan mahalle baskısı nedeniyle Super Bowl, ABD’de tv’nin en çok izlendiği gündür (bu yıl CBS 48.1 rating ile rekor kırmış). O nedenle de Super Bowl’a verilen reklamlar en az maçın kendisi kadar merakla izlenir: “hangi şirket, hangi ürününü tonla para dökerek tanıtacak acaba?” (Bu yıl maç sırasındaki reklamların otuz saniyesine ortalama 3,5 milyon doların üstünde para ödendiği söyleniyor).

Super Bowl’un başka bir özelliği de genellikle erkeklerin tuvalet molası verdiği devre arasında düzenlenen, hanımları ekrana baktırmaya yönelik şatafatlı, çatapatlı konserdir (Janet Jackson’ın sutyeninin arıza yaptığı konseri anımsarsınız). Bu yılki konser epeyce gerilimli oldu: Obama’nın yemin töreninde milli marşı playback üzerine söylediği için eleştirilen Beyoncé sahneye kendini kanıtlamak üzere çıktı (genel kanı başardığı yönünde). Konserde bir aksama olmadı ama ikinci devre başında hiç olmaması gereken bir şey oldu, stadın yarısının ışıkları söndü ve maça tam otuz üç dakika ara verildi. Bu skandalın nedeni henüz belli değil ama arena yetkilileri aceleyle suçun Beyoncé’nin yüksek voltajlı gösterisinde olmadığını belirttiler. Ancak, New Orleanslıları mahçup eden bu arızanın zarardan çok yararı olduğu anlaşılıyor: Işıklarının yarısı sönük Super Bowl arenasının görünümü rating’i 52.9’a fırlatıvermiş (tabii ki arıza reklam yayınında herhangi bir aksamaya neden olmadı).

Büyük bir stadyumda dikdörtgen bir çim sahada oynanması ve arada bir birinin gelip (zeplin biçimindeki) topa tekme atması dışında Amerikan futbolunun Amerikalının “soccer,” dünyanın geriye kalanının “futbol” dediği sporla ne kavramsal, ne de biçimsel bir benzerliği var. O nedenledir ki birinin meraklısı genellikle ötekini hiç umursamıyor. Ancak, Amerikan toplumunu anlamak isteyenlerin Amerikan futboluna biraz daha dikkat harcamalarının yararlı olacağına inanıyorum: bir topluma bu ölçüde “özgü” başka bir spor olamayabilir. Amerikan futbolunda ilk göze çarpan oyundaki şiddet ögesi oluyor: tuhaf kılıklı ve kasklı izbandutlar acımasızca birbirlerine saldırıp yere yıkmaya çalışıyorlar. Gerçekten de oyunun çekirdeğini şiddet oluşturuyor ama ilginç olan bu şiddeti sarmalayan ve “medenileştiren” akıl almaz bir organizasyon, inanılmaz derecede ayrıntılı işbölümü, teknoloji kullanımı, kalınca bir kitap oluşturacak kurallar ve bitmez tükenmez istatistiksel bilgi olması. Örneğin, saha kenarındaki antrenör yüksek bir yerde oturup karşı takımın taktiğini anlamaya çalışan yardımcılar ve diğer kişilerle bağlantı kurabilmek için mikrofonlu kulaklık kullanır. Bu aygıt maalesef artık kablosuz olmuş. Halbuki kabloluyken işi yalnızca bu kabloyu denetlemek olan bir görevli olurdu, antrenör öfkeyle sağa sola koşuştururken bu adamın kan ter içinde kablo oraya buraya dolanmasın diye kendini paralamasını izlemeyi çok severdim.

Bir Yoğunluk Anı

Bir zamanlar Londra’daydım. Doktora tezim için araştırma yapmaya gitmiştim. Konum tiyatro edebiyatı olduğu için cebimdeki üç kuruş parayla en ucuz otelde kalıp yarı aç gezmek pahasına şehirde ne tiyatro gösterisi varsa gidip görmeye çalışıyordum.

En “ağır” kurum National Theatre’ın büyük salonu Olivier sahnesinde bir onyedinci yüzyıl komedisi, Volpone, oynanıyordu ve başrolde Paul Scofield vardı. Yine aynı binadaki orta boy salonda (Lyttelton) Royal Shakespeare Company, Brecht’in Komün Günleri’ni oynuyordu. En küçük ve ucuz salonda da (Cottesloe) yeni bir yazarın yeni bir oyunu vardı, ne olduğunu hatırlamıyorum.

Her üç oyuna da en ucuzundan ne bilet bulabilirsem almak üzere National Theatre’ın şehrin ortasındaki satış yerine gittim. Olivier ve Lyttelton için verdikleri biletlerin üzerinde hangi bölümden olduğunun belirtildiğini (benimki en arka on beş sıradan, örneğin), ama koltuk numarası yazmadığını söylediler. Oyundan iki saat önce fuayede bir masa açılacakmış ve koltuk numarası oradan verilecekmiş. “Erken giden biletinin ait olduğu bölgedeki en iyi koltuğu kapar” dediler. “Buz gibi havada kalkmış gelmişim buraya kadar, paramı da veriyorum, niye şimdi beni tiyatroya iki saat erken gitmeye zorluyorsunuz?” dedim, “kusura bakma, adet böyle” dediler.

“Madem en arkalarda oturacağım, bari en arkanın önlerinde oturayım” deyip Olivier’deki oyunun başlamasına iki saat kala binaya girdim. Hava henüz kararmamıştı. Dedikleri gibi, bir kadın bir kenarda oturmuş koltuk numarası veriyordu. Numaramı aldıktan sonra soğuk havada, hem de Waterloo gibi tatsız bir bölgede çıkıp dolaşmaktansa fuayede oturup bekleyeyim dedim. Fuaye bana normalin çok üstünde ısıtılıyormuş gibi geliyor demeye kalmadı, dört bir yandan fahiş fiyatlarla meşrubat, çay, kahve, kadehlerde şampanya, kitap, yiyecek, vb. satan görevliler sökün ediverdi. Başka ne gibi bir nedeni olabilirdi bilmiyorum ama o anda beni oraya paramı yolmak için erkenden getirttikleri sonucuna vardım ve tepem attı, kalkıp binadan çıktım, ıssız sokaklarda yürümeye başladım. Bir yerde bir düzine kadar masası olan, ön tarafı bütünüyle cam, küçük bir kafeye rastladım, girip bir kahve aldım, bir masaya oturdum.

Kafede tezgahın arkasında bir adam duruyordu, bir de camın yanındaki bir masada, önünde bir fincan çayla orta yaşın üstünde, ufak tefek bir kadın oturuyordu. Başında eşarp, sırtında yıpranmış, koyu yeşil bir manto vardı. Kılığına biraz fazla kaçmış denebilecek kadar kırmızı ruj ve allık sürünmüştü. Kadın ben yerime oturunca bana küçük bir selam verdi, sonra dışarı bakıp çayını içmeye devam etti.

Az sonra yolun karşı tarafından bir bacağını sürüyen, bir kolunu bedenine yapıştırmış, yüzü biraz çarpık bir adam bizim tarafa geçti. Belli ki felç geçirmişti. Adam bizim kaldırıma çıktı ve birden camın ardında oturan kadını farketti ve olduğu yerde ağzı açık donup kaldı. Kadın tabii ki adamı görmezden gelmeye çalıştı, bana dönüp “çattık” der gibi kaş göz işareti yaptı. Adam camın öbür yanında, bir akvaryumda akıl almaz bir yaratık görmüş gibi durmuş bakıyordu kadına. Ben maskaralık yaptığını, birazdan çekip gideceğini düşünürken kafeye girdi, tezgahtakine sağlam eliyle duvarda yazılı içecek listesinden bir şeyi gösterdi ve gelip bir masaya oturdu. Bana kadını gösterip “görüyor musun?” ya da “inanabiliyor musun?” anlamına geldiğini düşündüğüm “a ra ro” gibi birtakım anlaşılmaz sesler çıkardı. Konuşamıyordu.

Sonra kadına dönüp çok kararlı, mantıklı bir tonda, tane tane bir şeyler anlatmaya başladı ama çıkardığı seslerde tanıdık tek bir kelimeye rastlanmıyordu. Adam arada bir duruyor, sanki “bu sefer becereceğim” der gibi derin bir nefes alıp tekrar başlıyor ama diliyle dudaklarını bir türlü denetleyemiyordu.

Bu türden sarkıntılıkların mutlu bir sonla bitmesinin olanaksızlığı taraflarca baştan bilinir, o nedenle de sarkan için en büyük tatmin, sarkma anının muzırlığı ve puştluğudur. Yani, sarkılan kadının “hadi gel öyleyse” deyip koluna girip gitmeyeceğini bilir. O nedenle de bir adamın tek başına sarkıntılık ettiğine pek rastlamayız, genellikle birbirini izleyen, birbirinin böğrünü dirsekleyip gülen iki, üç kişi olurlar. Bu adamın sarkıntılığında mizah değil, çaresizlik vardı. Ne dediği anlaşılmıyordu ama güzel bir şeyler söylemeye çalıştığı belliydi. Kadın da öfkelenmek yerine utanıp kızarıyor, arada bir parmağını kafasına götürüp adama “kafadan çatlaksın” işareti yapıyor, ne tarafa bakacağını bilemeden, yüzünde donuk bir gülümsemeyle yerinde oturmaya devam ediyordu.

Birkaç dakika sonra adam derdini anlatamayışına hayıflanmaya, arada bir önündeki masaya vurup “ne halt etsem?” gibisinden etrafa bakınmaya başladı ve birden bir köşede duran paralı plakçaları farketti, “hah” deyip yerinden kalktı, plakçalara gitti, eğilip kendi kendine söylenerek plak listesini incelemeye başladı. Kadın adamın arkasından bana “manyak bu” işaretleri yaparken bir “hah” daha yükseldi, adam cebinden para çıkarıp plakçalara attı ve geri gelip kadının karşısına dikildiğinde kafeyi Elvis Presley’in ılık sesi dolduruverdi: “Are you lonesome tonight? Do you miss me tonight? Are you sorry we drifted apart?” Ve adam kadının karşısında Elvis’in sözleriyle ağzını açıp kapatarak, başını sağa sola eğip gözlerini kaydırarak, işleyen koluna havada çemberler çizdirerek meramını anlatmaya başladı.

Tiyatroda “yoğunluk anı” denen bir şeyden söz edilir: ikiden çok sayıda duygunun aynı anda, eş düzeyde varolması diye tanımlanabilir. Beyin ak/kara gibi ikiliklerden daha fazlasıyla başetmekte zorlanıyor. Yoğunluk anlarında insan bir kaçış ya da savunma yöntemi olarak ağlıyor, kalkıp kaçıyor, çığlık atıyor, bazen bir şeyleri kırıyor, giysilerini parçalıyor. Kadın da gözlerinden yaşlar boşalaraktan yerinden fırlayıp kaçtı. Ben de afallamış bir halde kalkıp kapıya yöneldiğimde Elvis şarkısına, adam da kendini kaptırmış, Elvis’i konuşmaya devam ediyordu.

Sonra Volpone’yi izlemeye gittim ve koskoca adamların, kadınların kostümler giyinip, boyalar sürünüp yüzlerce yıl önce yazılmış bir metinden ezberledikleri repliklerle komiklik yapmalarına ve yüzlerce insanın da oturmuş bunları izliyor olmasına boş boş baktım. Ara olunca çıktım, otele döndüm.

Rey, Su ve Say

70’li yılların ortalarında İstanbul’da Balkanlar’dan gelen birkaç bestecinin halk müziklerini nasıl kullandıklarını anlatacakları bir açık oturuma gitmiştim. Büyükçe bir salonda, çoğunluğu müziği meslek edinmiş kişilerden oluşan kırk-elli izleyici oturmuş bekliyordu. Bir koltuğa yerleşir yerleşmez az ötemde Ruhi Su’nun oturduğunu farkettim. Fotoğraflarda gördüğümüz gibi, tepeden tırnağa siyah giyinmişti. Salondaki herkesin gözü üzerindeydi (12 Mart’ın üstünden çok bir zaman geçmemişti ne de olsa).

Birden bir kıpırdanma oldu, herkes ayağa fırladı, niye olduğunu anlayamadım ama ben de kalktım. Baktım, salondakiler sağa sola gülümseyerek selam verip öne doğru yürümekte olan, kunduraları cızırtılı yaşlı bir adamı izliyor, adam önlerine gelince hafiften eğilip selamlıyorlar. Yakınımdaki birine “kim bu?” işareti yaptım, kulağıma eğilip “Cemal Reşit yahu” dedi.

Cemal Reşit Rey gidip en öndeki sıranın ortalarında bir koltuğa oturdu. Az sonra Ruhi Su ağır ağır kalkıp Cemal Reşit’in yanına gitti. Salondaki herkes pür dikkat izliyor. Eğilip “hocam merhaba, Ruhi Su” dedi — elini öptü mü, sıktı mı hatırlamıyorum. “A a” dedi Cemal Reşit, “Ruhi! Bas Ruhi! Aman Ruhicim sen ne güzel bastın öyle, ne güzel bastın! Nerelerdesin? Neler yapıyorsun? Operayı bıraktın mı? Nerde söylüyorsun?”

Herhalde salondaki herkes de benim gibi ani bir ter baskınına uğradı o anda. Ruhi Su “ben artık saz çalıyorum hocam, halk müziği söylüyorum” dedi. “Ne çalıyorsun? Saz mı? Ne sazı?” “Bağlama hocam, halk müziği çalgısı.” Cemal Reşit hayretle baktı biraz Ruhi Su’nun yüzüne, sonra nezaketen bir şeyler daha söyleyip döndü önüne, Ruhi Su da, yüzünde donuk bir gülümseme, gidip yerine oturdu. Sonradan yanımdakilerden birinin “galiba parasızlıktan türkücülüğe başlamış zavallı diye düşünüp üzüldü” dediğini, bir başkasının da “ihanete uğramış gibi oldu” dediğini hatırlıyorum yarım yamalak.

Bugün yaşı ellinin altında olanlardan bu iki ismin kim olduğunu bilen herhalde çok azdır. Bu arkadaşlara şu kadarını söyleyeyim: O yıllarda Ruhi Su’nun ne iş yaptığını olsa olsa Cemal Reşit bilemezdi. Yani, (bir-iki öğrencisinden duyduğum) kendini bütünüyle müziğe (klasik Batı müziği), piyanosunun başında “eser vermeye” ve öğrenci yetiştirmeye adamış, bunun dışındaki her şeyi dikkat dağıtan başağrıları gibi gören birinden söz ediyorum. Cemal Reşit birçok benzeri gibi gerçeklikten kopuk, sınırlı ve sanal bir dünyada yaşıyordu.

Şimdi bazıları “sen kim oluyorsun da şu kadar eser vermiş, şu kadar ödül almış, ülkede çoksesli müziği aşılamak için bu kadar çırpınmış bu Türk büyüğü hakkında ileri geri konuşuyorsun?” diyebilir. Bunları diyebilecek kişiler arasında, eminim, Cemal Reşit’in orkestra yapıtlarından birini olsun oturup baştan sona dinlemiş olanların sayısı parmakla sayılacak kadar bile yoktur. Onuncu Yıl Marşı’nın bestecisi olduğunu bilen bile pek azdır.

Son yıllardaki Fazıl Say kaynaklı sanatsal hakaretleşmeler, ayrıntıları artık belleğimde iyice cılızlaşan bu anıyı getirdi aklıma.

İnsanlar İkiye Ayrılır

İnsanlar ikiye ayrılır: İsteğe Bağlı Doğanlar ve Atamayla Doğanlar. Adlarından da anlaşılabileceği gibi, İsteğe Bağlılar kendilerine danışılarak, arzu ettikleri yer ve zamanlarda doğmuş olanlar, Atamalılar da yaratanlar tarafından uygun görülen koşullarda hayata getirilen kişilerdir.

İsteğe Bağlı Doğanlar’ın üyeleri Atamalılar’a oranla temelden daha zeki, daha akıllı ve beceriklidirler. Bunların böyle olmaları nedeniyle yaratanlar kendilerine danışmadan bir şey yapmamaya özen gösterirler, çünkü bu kişiler iradeleri dışı yönlendirilmekten hoşlanmazlar; kendilerini istemedikleri, hoşlanmadıkları durumlarda buldukları zaman yüksek kapasiteleri nedeniyle ciddi sorunlar çıkarırlar. Başlangıçta, henüz öylesine ordan oraya dalgalanıp dolaşan birer ruhken kendilerine sorulur, “sizin doğum yoluyla yeryüzünde hayata gelmenizi arzu ediyoruz, acaba razı olur musunuz?” diye. Bu soruya genellikle “şartlarda anlaşabilirsek neden olmasın?” türünden yanıtlar verirler.

Bu kişiler ruhluk aşamasındayken ilerde hayata gelme olasılığını düşünerek tedbirlerini alacak kadar akıllıdırlar. Atamalılar bir yerlerde tembel tembel uyku çekerken İsteğe Bağlılar göz ucuyla dünyada olup bitenleri ayrıntısıyla izlemiş ve her konuda fikir sahibi olmuşlardır. O nedenle, “sizin Bolivya’nın Titicaca Gölü’ndeki çok sevimli bir adacıkta Aymara soyundan gelme balıkçı bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelmenizi düşünüyoruz” gibi bir teklifle karşılaşınca “kesinlikle olmaz, ben Aymaraların zamanında İnkalar karşısında ne tabansızlıklar ettiklerini bilirim” gibi yanıtlar verebilirler. Doğum anı geldiğinde hangi topluma, hangi dine, hangi dile ve ne gibi koşullara doğmak istediklerini bilirler ve hayata geldiklerinde de bilinçli biçimde elde etmiş oldukları bu kimlik ve değerlerden haklı olarak gurur duyarlar. İsteğe Bağlılar’ın rağbet etmediği konumlara da Atamayla Doğanlar, ne olup bittiğini farketmeden, atanırlar. İçine doğdukları koşullara “şans eseri” olarak baktıklarından Atamalılar’ın kimlik ve değerlerinden gurur duymaları söz konusu değildir — ki, kendi çaplarında onlar da haklıdırlar. Bunlar olsa olsa, eğer hallerinden hoşnut iseler, kendilerini yalnızca “şanslı” sayarlar. Yaratanlar, bütünüyle pratik nedenlerden, isteğe bağlı doğma alternatifini atamalı olarak belirledikleri personelden gizli tutarlar. Bunun sonucunda, bir İsteğe Bağlı “ben soyumdan, sopumdan, kanımdan onur duyarım, ona canım feda” gibi bir söz ettiğinde Atamalılar’ın “deli misin, sen bu kimliği isteyerek mi, çalışarak mı edindin, şansına edindiğin bir şey için niçin ölüp öldürüyorsun?” gibi gülünç karşılıklar vermelerinin nedeni de budur.

İlk bakışta İsteğe Bağlılar’ın refah düzeyi yüksek olan ülkelerde varlıklı ailelerin çocukları olarak doğmak isteyecekleri sanılır. Gerçekte, İsteğe Bağlılar açısından refah ve rahat “ruhsuz” ruhların itibar edeceği, önemsiz şeylerdir. Bunlar icin ırklar, soylar, inançlar ve milletlerin milletleşme dönemlerindeki davranışları en üst düzeydeki ölçütleri oluşturur. Kişi başına gelirin 43.000 dolar olduğu Norveç gibi bir ülkede kilometre kareye yalnızca 12 kişi düşmesinin ve nüfus artış hızının % 0,4 olmasının, buna karşılık, kişi başına gelirin 8.000 dolar olduğu Kolombiya’da kilometre kareye 40 kişi düşmesinin ve nüfus artış hızının % 1,5 olmasının, Hindistan’da kişi başına 3.300 dolar civarında olan gelire rağmen kilometre kareye 330 kişi düşmesinin açıklaması işte budur.

Norveç ve benzeri ülkeler İsteğe Bağlılar’a uzunca zamandır cazip gelmemektedir. Gerçekten de İskandinav tarihine bakılırsa aralarında ciddi farklılıklar olmasına ve dipdibe yaşamalarına rağmen Norveç, İsveç ve Danimarka’nın nerdeyse iki yüzyıldır en ufak bir kavgaya girişmemiş oldukları görülür. Norveç’in bağımsızlığını savaş yerine görüşmelerle kazanmış olması ve de özellikle Nazilere yalnızca iki ay göstermelik kabilinden karşı durmuş olması, İsteğe Bağlılar’ın bu ülkeye ve halkına rağbet etmemesine nedendir. Haliyle İskandinav ülkelerindeki nüfusun çoğunluğu kontenjandan atanmış kişilerden oluşur. Buna karşılık, İsteğe Bağlılar’ın Kolombiya gibi ülkelere talebi gittikçe artmaktadır.

Nüfusun büyük çoğunluğunun orada isteyerek doğmuş olduğu ülkelerin halkları doğal olarak ülkelerinin tarihini, değerlerini, bağımsızlığını, birlikteliğini ve onurunu canı pahasına sahiplenir. Gerçekten de milli onur İsteğe Bağlılar arasında en yüce değerdir. Sözgelimi, İskandinav ülkeleri genç kızlarının uygunsuz fotoğraf ve filmlerini dünyaya satarak porno piyasasını başlatan ülkeler olarak bilinirken Kolombiya kendi kalesine gol atıp milli onuru zedeleyen futbolcunun vurup öldürüldüğü ülke olarak bilinir. İşte bu farklılık nedeniyle İskandinav ülkeleri gibi ülkeler gözden düşüp hızla yok olmaya doğru giderken milli duygular ve imanın güçlü olduğu ülkeler hızla büyümektedir.

Halkların mutluluğu açısından bakılınca da Atamalılar’ın çoğunlukta olduğu ülkelerde doğal olarak mutlu yaşamlar sürüldüğü pek söylenemez. Nitekim, psikoterapi ve anti-depresanların en yaygın olduğu ülkeler bunlardır. Buna karşılık, yaşam koşulları nasıl olursa olsun, toprağına ve milletine olan aidiyetini bilinçli olarak, iradesiyle seçmiş kişi de doğal olarak mutludur ve deprasyon gibi sorunları yoktur. Düşünün: doğum sırasında ölme riskinin bin kişide beş olduğu Kanada veya İngiltere yerine, bu riskin binde elli altı olduğu Hindistan’da veya binde yüz olduğu Nijerya’da doğmayı göze alacak kadar isteklisiniz Hintli veya Nijeryalı olmaya… Böyle bir ülkede kazasız belasız doğmuş olmanın mutluluğu bile bir ömür boyu yetebilir insana.