Gerçeklik Çeşitlemeleri

1

Ben 1980’de New York’a geldikten birkaç gün sonra kötü bir rüya görmüştüm:

New York metrosunun muazzam sidik kokulu, karanlık, pis dehlizlerinde korkuyla, telaşla çıkış kapısı arıyorum. Duvarlardan sızan suların içinde lağım fareleri dolanıyor, sağda solda garip kılıklı evsizler yatıyor. Sonra bir “Exit” levhasının yarım yamalak aydınlattığı merdivenler görüyorum, çıkıyorum ve kendimi akşam vakti birileriyle birlikte Boğaziçi Üniversitesi’nin Etiler tarafındaki kapısından çıkmış buluyorum. Her yan eli tüfekli asker dolu ve hiç seslerini çıkarmadan, kıpırdamadan duruyorlar. Birlikte yürüdüklerimden biri “bunlar bizim biraz uzaklaşmamızı bekliyorlar, sonra arkamızdan ‘dur’ diye bağırıp ateş açacaklar, soran olursa ‘dur dedik, durmadılar’ diyecekler” diyor. Ve sözünü bitirir bitirmez bir “dur” sesi yükseliyor, hemen ardından bir cayırtı başlıyor, kurşunların yanımdakinin bedenini delip geçtiğini görüyorum, kendimi yüzüstü yere atarken uyanıyorum.

Yani, o sıralarda ruh halim pek hoş durumda değildi.

Kuzey Amerika kıtasına göçen Norveçlilerin, uçsuz bucaksız memlekette sanki başka hiç yer kalmamış gibi, gidip en soğuk Minnesota’ya, Ermenilerin depremin en çok olduğu Kaliforniya’ya yerleşmeleri gibi ilginçliklerden konuşulur. O yıllarda pek tekin bir yer olmayan New York’ta oturmaya başlayınca ben de Türkiye’den gelip de niye bula bula burada karar kıldığımızı düşünmeye başlamıştım. Ama birkaç ay sonra Türkiye’de görüp yaşadıklarım yüzünden işi çok abarttığımı, New York’un da her an birilerinin birilerini sopalayabileceği, kurşunlayabileceği bir yer olmadığını görmüştüm.

1970’lerde Türkiye’de olup bitenleri hatırlayabilenlerin yaşı şimdilerde (2014) elliyi geçti. Gençler bu büyüklerine, özellikle de o yıllarda üniversitede öğrencilik yapmış olanlara “nasıldı o yıllar?” diye sorarlarsa sorduklarına pişman olacak kadar çok hikaye dinlerler. Bence sıksınlar dişlerini ve sorup dinlesinler: bugünleri ve gelecekleri için ders çıkaramasalar bile, en azından “inanılmaz ama gerçek” türünden bir yığın şey duymuş olurlar.

Ben tek bir not düşmek isterim bu konuda: Birbiriyle didişen çok sayıda taraf vardı ve bu tarafların her biri “çare”nin kendi görüşü olduğuna yüzde yüz emindi. İddiasından kuşkulanan kimselere rastladığımı hiç hatırlamıyorum. Neye çare olmak istendiğinden de pek konuşulmazdı. “Çarelerarası meydan muharebesi” gibi bir şey yer alıyordu. Sonra da, işte, çareler içinde en birinci çare olduğuna inanan en büyük güç, ordu, gelip geriye kalanları darmaduman etti.

 2

New York’un Greenwich Village bölgesine yerleştikten birkaç gün sonra birileriyle dolaşmaya çıktığımda sırtında meşin ceket ya da parka, kısa saçlı, kaytan bıyıklı, postallı, subay kasketli erkeklerin kaldırımlarda üçlü beşli gruplar halinde, sert adımlarla bir aşağı bir yukarı yürüdüğünü görmüş, yanımdakilere “bu arkadaşlar hangi fraksiyondan?” diye sormuştum. “Onlar fraksiyon değil, sado-mazohist eşcinsel” demişlerdi, apışıp kalmıştım.

Türkiye’de yetişmiş biri olarak benim zihnimdeki eşcinsel erkek imgesi kadınsı erkek idi: eşcinsellerin sakallı bıyıklı babayiğitler de olabileceği gibi bir kavram yoktu kafamda. Na’payım, gerekli referansların olmayınca anlamlandıramıyorsun.

Meğerse sado-mazohist eşcinsellerde böyle bir deri ve askeri giysi merakı varmış ve bundan yalnızca benim değil, toplumun geriye kalanının da yeni haberi oluyormuş – o günlerde piyasaya çıkan Cruising adlı film nedeniyle. Eşcinsellerin bu filmi homofobik bulduğu, protesto ettiği ama bir şekilde de film nedeniyle “devriye gezmek” anlamındaki Cruising’in yaygınlaştığı söyleniyordu. Bana ilk bakışta gelip geçici, giysi ve davranışla sınırlı bir moda gibi görünmüştü ama bir süre sonra bunun “kadınsı erkek” imajına bir başkaldırı niteliğinde olduğunu da anladım. Bu doğrultuda oldukça başarılı oldular da.

Tiyatroda çalışmaya başladıktan sonra bu insanların bir ikisiyle de tanıştım; çok hoş, gerçekten keyifli, yetenekli insanlardı. Kendilerine Cruise edenleri ilk kez gördüğümde aklımdan neler geçtiğini anlatınca gülmekten yerlere yatmışlardı. Arada bir “bizi Türkiye’ye ne zaman götüreceksin? Tam bize göre bir yere benziyor” diye takılırlardı.

3

New York’a varışımdan 26, 12 Eylül darbesinden de 19 ay sonra İstanbul’da, Tuzla Piyade Okulu’nda askerlik eğitimindeydim. Sürekli koşturuluyorduk. Ben hem yirmili yaşlarımı geride bıraktığım, hem de hayatımda hiç spor yapmadığım için birkaç yüz metre koşunca ya gözüm kararıp düşüyordum ya da resmen bayılıyordum.

Konuyu yüzbaşının dikkatine sunmaya karar verdim. Mesleği hakkında düşünmüş, işini sorgulamış izlenimi veren, ilginç bir adamdı. “Ben koşamıyorum, koşunca düşüp bayılıyorum” deyince, “Sen okumuş etmiş adamsın, söyle bakalım, sence bu eğitimin amacı ne? Biz niye size bu eziyetleri ediyoruz? Biz sadist miyiz?” “Bir savaş olursa çatışabilecek asker yetiştiriyorsunuz” gibisinden bir yanıt verdim, “Hayır” dedi, “bu eğitimin en nihai amacı şudur: sizin kafanızı öyle bir noktaya getirmek istiyoruz ki, ben sana ‘git savaş ve öl’ emrini verdiğimde sen ’emredersin’ diyecek ve gidip öleceksin. Doğru mu?” Biraz düşünüp “bravo, doğru” dedim. “O zaman sana emrediyorum asker, git koş ve bayıl” dedi, ben de mantığa olan tüm saygımla koşmayı deneyip yere yıkılmaya devam ettim. Sonraları yüzbaşı acıyıp uzun koşular sırasında bir yerde nöbete koydu, bir süre sonra da koşuları çıkaracak kadar kondisyon edindim.

4

Tuzla’da dört ay boyunca yanımda duran arkadaş Zonguldak’tan gelmiş, benden dört-beş yaş küçük, temiz yüzlü, sessiz biriydi. Birkaç kez laf arasında “olaylara” bayağı bir karışmışlığı olduğunu çıtlatmış ama ayrıntıya girmemişti.

Bir gün teğmenler bölüğü bir kenara oturtmuş yürüyüşlerde söylenecek marşları, türküleri öğretiyorlardı. “Gün doğdu hep uyandık, siperlere dayandık / İstiklalin uğruna da al kanlara bulandık” diye başlayan türküyü öğretirlerken baktım silah arkadaşımın yüzü kıpkırmızı olmuş, gözleri yaşarmış. “Hayrola?” dedim, yutkunarak “dayanılır gibi değil” dedi, “şu faşistlerin yaptığına bak, bu kadar da utanmazlık, zalimlik olur mu? Bizim marşımızı alıp sözleri değiştirmişler, getirmiş burada kafamıza vura vura söylettiriyorlar bize.”

“Benim bildiğim, bu eski bir türküdür, aslı bu, sözleri değiştiren sizdiniz” dedim, katiyen inanmadı. “Yani, aslı ‘yurdumuza faşist doldu, vurun kardaşlar vurun’ idi de onu alıp ‘üstümüzden eksilmesin al bayrağın gölgesi” mi yapmışlar?” dedim, “evet, güzel de uydurmuşlar” dedi. (Biliyorum, şimdilerde de Beşiktaşlılar bu marşı farklı sözlerle söylüyorlar.)

5

1982 başlarında, askerlik yapmak için Türkiye’ye dönmeden hemen önce eşcinseller arasında garip bir hastalığın dolaşmakta olduğu, adının AIDS konduğu fısıldanıyordu ama pek ciddiye alan yoktu. Yaklaşık iki yıl sonra döndüğümde, sanat ortamında çalıştığım için, hayatımda rastladığım en trajik hallerden birini yakından izledim, eşcinsellerin korku ve kasvetle cenaze definleri, hasta bakımı ve ekmeklerini kazandıkları işleri arasında mekik dokuyuşuna şahit oldum. Sanki yaylım ateşi altında bir yerden bir yere koşuyor gibiydiler: sağ salim öbür yana ulaşabileceğinden kimsenin ümidi yoktu, kurşunun kime, ne zaman saplanacağı yalnızca şans ve an meselesiydi. Çaresizliğin bu derecesine ilk kez rastlıyordum.

Ve de dünyanın en heterojen, en demokrat, en sofistike toplumunun yaşadığını düşündüğüm New York’ta bile bu insanlar acımasızca dışlandılar. Ezici çoğunluğu oluşturan hemen her heteroseksüelin ağzında “vah vah,” kafasında “kendi etti, kendi buldu” dolanıyordu. Hele uyuşturucu bağımlılarının da bu hastalığa yakalandığı ortaya çıkınca AIDS darbesine Tanrı’nın Sodom şehrinde temizlik çalışması olarak bakılır oldu.

New York’taki eşcinsellerin çoğunluğu ya Amerika’nın dindar ve tutucu iç kesimlerinden ya da başka ülkelerden gelme insanlardı. Çocukluklarını ve gençliklerini günahkar, hasta, anormal olduklarını düşünerek geçirmişlerdi. Kişinin başkalarına zarar vermediği sürece nasıl isterse öyle davranabildiği New York şehri, eşcinseller için kimliklerini inkar etmeden, kendilerinden utanmadan, suçluluk duymadan yaşayabildikleri bir ortamdı. Ve AIDS birden “demedim mi ben size?” diye kahkahalar atan bir gök gürlemesi gibi beliriverdi tepelerinde. Saatlerce ağlama krizlerine tutulanlar gördüm, her fırsatta kiliseye koşanlar gördüm, artık kadın dansçıların kendilerine dokunmaya korktuğunu anlatan erkek dansçılar gördüm, eşcinsel olduğu için işinden çıkarılmış aşçı gördüm. Ölmüş partnerine kavuşabilmek için, kurtuluş olmadığına emin olduğu için, günahının cezasını çekmek için intihar edercesine yaşantı biçimini hiç değiştirmeden sürdürenler olduğunu duydum.

6

Tuzla’da eğitime başladığımda Kıbrıs Savaşı olup biteli sekiz yıl geçmişti. Okuldaki subayların bazılarının Kıbrıs deneyimi olmuştu. Yunanistan’la itişip kakışma hala sürüyordu (o sıralarda konu Limni adasıydı). En önemlisi de, 1974 yazının ortalarında savaş patladığında Tuzla’da eğitimin sonuna gelmiş olan dönemdekiler, en hazır durumdaki birlikler olarak kendilerini birden çıkartma gemilerinde Kıbrıs’a doğru yol alırken buluvermişler. Pek başarılı olmadıkları söyleniyordu.

Bu nedenlerden eğitimimizin teması “Niko” idi: süngü eğitiminde Niko’yu doğruyorduk, yere yatıp nişan aldığımızda ayaklarımızı yanlamasına yere yapıştırmayınca Niko topuklarımızdan vuruyordu, Niko’nun yaylım ateşi nedeniyle hep daha hızlı koşmamız gerekiyordu, el bombasını pimi çektikten sonra beklemeden atarsan Niko alıp sana geri atıyordu…

O güne kadar hayatımda yalnızca bir Yunanlı ile tanışmıştım. Askerliği bitirip New York’a döndükten sonra bir şekilde kendimi Yunan çevresinde buluverdim, birkaç kişiyle yakın dost oldum (henüz Niko adlı biriyle tanışmış değilim). Bunlardan varlıklı bir hanım sponsorum oldu, maaşımın bir bölümünü oluşturması için bizim tiyatroya tam altı yıl süreyle, düzenli bağış yaptı.

Yunanlı arkadaşlarla arada bir Yunan lokantalarına gidip uzo içiyorduk ve muhabbet konusu hep iki toplumun karşılaştırması oluyordu. Aklımıza takılan bir konu da Türklerin ve Yunanlıların rakı ve uzoyla sarhoşluğunun neden başka içkilerle sarhoşluklarından farklı olduğuydu. Yani, şarap, viski, bira falanla sarhoş olan Türk ya da Yunanlı da tabii ki saçmalıyordu, yere yıkılıyordu, kavga çıkarıyordu ama rakı ve uzoyla sarhoşluğundaki gibi efkarlanmıyordu, ağlamıyordu,  “batsın bu dünya” havasına girmiyordu.

Benim bu konuda o zamanlar arkadaşlara anlattığım bir kuramım vardı, sizle de paylaşayım: Rakı ve uzo diğer içkilere oranla çok kokulu, çünkü içine anason katılıyor. Anasonun insanda efkar etkisi yapması diye bir şey yok — olsaydı bugüne kadar duyardık. Ama kokunun çağrışımsal gücünün tadınkinden daha fazla olduğu biliniyor. Yani, demek istediğim, anason kokusu Türk ve Yunanlı’nın bilinçaltında belirli mekanlar, duygular ve davranış biçimleriyle özdeşleşiyor, anason kokusu burnuna değdiği anda havası değişiyor. Bu kuramın doğruluğunu bir iki kez Astoria’daki tavernalarda gözlemledik de: uzoyu deviren Amerikalı gözleri kaymış bir şekilde, hamur gibi otururken Yunanlı kalkmış nara atıyor, ağlaya zırlaya şarkı söylüyor, efkarı doruğa ulaştığında tabakları kaldırıp yere çalıyordu.

Alâkalandırmaya Yapısalcı Bir Bakış

“Hürafeyle hürafe çarpıştığında kopan kıyamet bütünüyle gerçektir.”
— Stanislaw Lec

İnsanlar iki kolla doğuyorlar. Mimarimiz böyle.

İki kolumuzu ve bunların uzantısı ellerimizi birbirinden ayırdedebilmemiz mümkün mü?

Aralarında bir fark saptayabilirsek mümkün. Fark var mı?

Var. Biri ötekinden biraz daha güçlü ve kontrollü oluyor. (Güçlü-Güçsüz karşıtlığı)

Bu aralarında bir sorun yaratıyor mu?

Hayır, biri bir işi tek başına yapabiliyorsa yapıyor, yapamadığı zaman öteki yardıma geliyor, geçinip gidiyorlar.

Bunları birbirinden ayırdedebilmemiz için adlandırmamız gerekiyor.

Tamam, birine, atıyorum, sağ diyelim, ötekine sol. (Sağ-Sol karşıtlığı)

Peki, hadi güçlü olan “sağ” olsun, güçsüz olan da “sol.” (Solaklar da güçlü olana sol, ötekine sağ diyerek öğrenirler.)

Buraya kadarında anlaşılmaz bir şey yok.

Şimdi, İslami gelenekte ellerin kullanımıyla ilgili kurallaşmış bir işbölümü var: Yemek sağ elle yenir, içecek sağ elle tutulup içilir, başka birine yiyecek ya da içecek ikramında sağ el kullanılır. Buna karşılık, tuvalette sol elle temizlenilir, üreme organı, sümkürülürken burun sol elle tutulur.

Bu iyi akıl edilmiş, yararlı bir toplumsal denetim yöntemi: Alafranga tuvaletin, tuvalet kağıdının, taharet musluğunun oldukça yeni buluşlar olduğunu (ve halen dünyada bunları kullanmayan milyonların olduğunu) düşünürsek, eller arasındaki bu işbölümünün çok sayıda hayatı kurtardığı (kolera, parazit) herhalde tartışılmaz bir gerçektir. Kuralın dinle bütünleşmesi, günahlaştırma yoluyla yaptırım sağlanmış olması da son derece akla yatkın, çünkü insanın gözden ırak, mahrem ortamlarda yaptığı ama toplumu ciddi biçimde etkileyebilecek bir davranışı kontrol etmeye çalışıyorsun. Yani, işin doğası nedeniyle, poposunu sağ eliyle temizleyene üç ay hapis cezası veririm gibi bir şey söyleyemezsin. Yemek yemeyi tuvalete gitmekten daha sık yaptığımıza göre, yemek konusuyla daha sık kullandığımız sağ elin ilgilenmesi de doğru bir seçim.

karsitlarHerşey hâlâ anlaşılır duruyor ama dikkat edersek sağ el-sol el karşıtlığı güçlü-güçsüzle ve yiyecek-dışkıyla bağlanırken, güçlünün yiyecekle, güçsüzün de dışkıyla “alâkalanması” gibi işlev-dışı bir hizalanma yer alıverdi. Yola biraz daha devam edip yiyeceğin yaşamın sürmesini sağladığı için iyi, yararlı ve gerekli, dışkının kötü, yararsız ve gereksiz olduğunu sıralayarak ikiliklere yeni “ideolojik” boyutlar da kazandırabiliriz.

Niyetim burada akademik ders vermek değil, çok kısa bir özet verip geçeyim: Yapısalcılık (structuralizm) adı verilen, bundan otuz-kırk yıl önce entellektüel dünyada çok modalaşan bir inceleme yöntemi var, edebiyattan antropolojiye kadar birçok alanda kullanıldı ve hâlâ, pek göze görünmese de, ciddi incelemelerin temelinde taş gibi oturur.

Yapısalcılar bir şeyi ne olduğuna göre değil, ne olmadığına göre anlamlandırdığımızı savunurlar. Yani, sol olmadan sağın, sağ olmadan da solun bir anlamı olamıyor. Açık demek kapalı değil demek, siyah demek beyaz değil demek, koyu gri demek açık gri değil demek, aşağı demek yukarı değil demek oluyor. Yapısalcılar incelemelerine “yapıların” temelindeki bu ikili karşıtlıkları saptayarak başlıyorlar.

İkili birimlerin birbiriyle ilişkilenmesi genellikle işlevsel başlıyor ama giderek birtakım yeni ikililer biçimsel benzerlikleri nedeniyle gelip diğerlerinin altına hizalanıveriyor. Benzerlikten kaynaklanan bu ilişkiye homolojik hizalanma deniyor. “Düz mantık” dediğimiz ilkel ilişkilendirme düzeyinden (babam kıllı x kedi tüylü = babam kedi) daha derinlere inebilen bir bakış.

Yukardaki örneğe devam ederek açıklamaya çalışayım:

İslamî gelenekte sağ-sol ayrımı yalnızca ellerle sınırlı kalmıyor, bedenin bütününün kullanımında sağ-sol esaslı kurallar yerleşiyor. Örneğin, aptes önce sağ, sonra sol düzeninde alınıyor, namazda önce sağa, sonra sola selam veriliyor, her yere sağ ayakla ama tuvalete sol ayakla girilmesi, giysilerin önce sağ kolu ya da bacağı sokarak giyilmesi salık veriliyor, sağ omuzdaki meleğin sevapları, soldakinin de günahları yazdığı söyleniyor. Bu ayrımın işlevsel nedenlerle oluşan sağ el-sol el işbölümünden kaynaklandığını, homolojik hizalanmalarla biçimlendiğini düşünmek kanımca mantıksız olmaz.

Ve homoloji bir başladı mı durmak bilmiyor: Sağ-sol ayrımına paralel olarak bedenin belden üstüyle altı arasında da bir ayrım oluşuyor, yararlı yiyeceğin girdiği belden yukarı bölüm, atıklarla ilgili belden aşağı bölüme göre üst-ünlük kazanıyor. Örneğin, tuvaletteyken bir şey yemek kadar yemek yerken gaz çıkarmak da günah sayılıyor. Atıkların çıkışını sağlayan belden aşağıdaki “pis” organların ikinci işlevleri de hizaya geliveriyor, cinsel kullanımları olumsuz özdeşleştirmelere maruz kalıyor. Yiyecek kutsallaşıyor ve ait olduğu bölgede, yani belden yukarda tutulması kurallaşıyor (yerde ekmek bulursan öpüp alnına dokunduruyor, yüksekçe bir yere koyuyorsun). Bedenin üst kısmı kutsalla özdeşleşince dinde kutsal sayılan nesneleri de belden aşağıda tutman, yere düşürmen yasaklanıyor. Dinle bir bağlantısı olmayan bayrak, sancak gibi simgesel nesnelerin (bambaşka bir açıdan da olsa) kutsal olduğu söylenince, onların da belden aşağıda tutulmaması kurallaşıyor.

Bütünüyle yiyecek-dışkı karşıtlığına bağlamak tabii ki doğru olmaz ama belin üstüyle altı arasındaki ayrımın toplumda dikey hiyerarşik paradigmalar oluşumunda payının olmaması da pek mümkün görünmüyor. Örneğin, belden yukardaki yürek, göz, baş, beyin gibi organlar olumlu benzetmelere malzeme olurken belden aşağıdakiler hakaretlerde kullanılıyor. “Yüce, yüksek, baş tacı, göz nuru, kalpten” gibi yüceltmeler ve “aşağılık, alçak, ayak takımı, boktan, sürüngen” gibi aşağılamalar türüyor. “Giriş” genel olarak olumlu, “çıkış” olumsuz çağrışımlar ediniyor. Örneğin, benim büyüdüğüm Doğu Anadolu şehrinde kanalizasyon yoktu: bahçede toprağın altında yanyana iki kuyu kazılmıştı, mutfaktan gelen atık sular birine, tuvaletten gelenler de ötekine akardı. İkisinin aynı kuyuda birleşmesinin günah olacağı düşünülmüştü.

Yanlış anlaşılmasın, bu yazıda İslamî gelenekten örnekler vermemin nedeni yalnızca bu kurallarla daha tanışık olmam. Sağ-sol ayrımının Hinduizm’de de İslam’da olduğu kadar güçlü olduğu söyleniyor. Hıristiyanlık da yeri geldiğinde ayrımını yapıyor; örneğin, yemin ederken sağ el kalkıyor, şeytan sol tarafla özdeşleştiriliyor, Hz. İsa’nın Tanrı’nın sağ tarafında oturduğuna inanılıyor, istavroz sağ elle çıkarılıyor. İngilizce’de “sağ” anlamındaki “right” kelimesi aynı zamanda “doğru,” “uygun,” “hak,” “haklı” anlamına da geliyor. Fransızca sol anlamındaki “gauche” şapşallıktan sarsaklığa kadar bir yığın ikincil anlam taşıyor, sağ anlamındaki “droit” ise İngilizcedeki “right”la aynı olumlu anlamlara sahip. Almanca’daki “recht” de öyle. Üst-alt karşıtlığı da her toplumda, her dilde, burada örneklememe gerek bırakmayacak ölçüde belirleyici.

Dinî uygulamalar genellikle iyi tanımlı ve net olduğu için bizlere yaşantılarımızın daha karmaşık yönlerini çözümlemede yol gösterici olabiliyor. Günlük yaşantılarımızda gördüklerimize, yaptıklarımıza bakıp “ne alâkası var?” ya da “öyle olmasa ne olur?” diye sorguladığımızda hepimizin gırtlaklarımıza kadar mitlere (hürafelere) gömülmüş olduğumuzu ve bunları dindarca, sorgulamadan uygulayıp gittiğimizi farkedebiliriz. Ve bu mitlerin oluşumunu da genellikle işlevsel başlayıp giderek biçimsel hizalanmalara dönüşen ikili karşıtlıklar belirliyor.

Söz gelimi, sofrada aynı yemeği neden birbirinin aynı tabaklarda yememiz gerekiyor? Pantolonun ütülü, çorapların aynı renk, paçaların aynı uzunlukta olup olmaması neden önemli? Nasıl oluyor da ünlü bir sporcunun siyasi gidişat konusundaki fikirleri dikkatle dinlenebiliyor? Neden en gerçekçi olduğunu iddia eden filmlerde bile başroldekiler örneğine sokaklarda çok az rastladığımız ölçüde güzel ve yakışıklı oluyor? Gazete haberlerinin arasına çekilen çizgileri otoyoldaki şeritlerle karıştırdığımız için mi farklı haberlerin birbiriyle ilişkisini düşünmek aklımızdan geçmiyor? 2014 yılına girerken bir yüzyıl öncesiyle, 1914 yılındaki gelişmelerle parallellikler kurup yeni bir dünya savaşının patlayıp patlamayacağından konuşmak akla yatkın mı? Ülkelerin haysiyet, şeref, saygı uyandırma, tükürdüğünü yalamama gibi nedenlerle savaşa girmeleri, uğruna on milyon kişinin ölmesi hâlâ geçerli mi? Neden taze çiçek güzel, buruşuk çiçek çirkin sayılıyor? Doğduğumuz yer ve toplum konusunda hiçbir seçimimiz olmamışken, nasıl oluyor da bunları uğruna ölüp öldürecek kadar sahiplenebiliyoruz?

Çok sevdiğim bir fıkra: Adam ağır hasta yatıyor, doktor öğrencileriyle giriyor odaya, “işte” diyor, “bu hastalığın bütün belirtilerini yüzde görebilirsiniz, gözler ve avurtlar çökmüş, burun uzamış, ağız sarkmış, cilt sapsarı.” Hasta gözlerini aralayıp mırıldanıyor: “sen sanki dünya güzelisin.”