Bir Işığın Öyküsü (Özellikle Genç Gösteri Sanatçıları İçin)

2017’nin Ekim ve Kasım aylarında İstanbul’da, şimdilerde BomontiAda olarak anılan eski Bomonti Bira Fabrikası’nın yedi mahzeni arasından çalışmaya en uygun olduğunu düşünüp seçtiğim mahzende İKİ adını verdiğimiz gösteriyi hazırlıyordum.

Bir noktada Ada’nın üst düzey yöneticilerinden biri gelip “Girişteki mahzenlerden biri gösteri mekanı olarak belirlenmiş, ona göre restore edilmiş, donatılmışken sen niye bu dipteki en elverişsiz yeri seçtin?” diye sordu. “Tam da o nedenlerden, en el değmemiş mahzen burası olduğu için seçtim” dedim ve açıklamaya çalıştım. Görevi doğal olarak bu konularda düşünmeyi kapsamayan bu kişi tarafından ne kadar anlaşıldım bilmiyorum.

Yöneticinin sözünü ettiği donanımlı mekan, standart bir “kara kutu” (black box) tiyatro salonuna dönüştürülmeye çalışılmış bir mahzen: Zemine ahşap, onun üstüne siyah muşamba döşenmiş, bir uca izleyici yükseltileri konmuş, taş ve tuğla duvarlar siyah perdelerle kaplanmış, tavana bir metal ızgara, ona da çok sayıda tiyatro ışığı asılmış.

Buna karşılık, bizim çalıştığımız çıplak duvarlı, taş zeminli 20 x 5.5 metre mahzende teatral donanım olarak hemen hiçbir şey yoktu. Deneyimlerim bana böyle “ham” mekanlarda donanımlı yerlerde hiç akla gelmeyecek, farklı ve ilginç fikirler üretildiğini öğretti (sanatlarda yeni olmayan bir şey yapmanın anlamsızlığına bütünüyle inanmış biri olarak). Onun için özellikle bu mahzeni istedim ve sonuç da beklediğim gibi oldu.

Son yıllarda Türkiye’deki genç kuşaklarda tiyatro ve diğer gösteri sanatlarıyla uğraşan kişi sayısı giderek artıyor. Her türlü sanat etkinliği birilerine izletmek/dinletmek üzere yapıldığı için, izleti/dinletinin yer alacağı mekanı bulmak çözümü en zor sorun oluyor.

Bu zorluğun bir nedeni standart gösteri mekanı sayısındaki azlıksa, diğer nedeni gençlerin “standart-dışı” mekanların imgelemlerini zorlamasını işin doğal (ve keyifli) bir parçası olarak görmemeleri. Benzetme yerinde olursa, mekana üzerinden farklı yemeklerin gelip geçtiği bir tepsi olarak bakılıyor, yemeğin bileşenlerinden biri olarak değil. Bu böyle olunca, fazla talep nedeniyle hem tepsi kiraları artıyor, hem tepsiyi kullanma süreleri azalıyor, hem de tepsinin hiç değişmeyen düzeni yemekleri aynılaştırıyor.

Neden söz ettiğimi açıklayabilmek için İKİ gösterisinde mekanın donanımsızlığı nedeniyle akıl etmek zorunda kaldığımız, deneyip yanılarak geliştirdiğimiz “buluş”lardan birinin oluşumunu örnek vermek istiyorum:

Seçtiğimiz mahzenin tavanına ışık asmak istersek, kullanabileceğimiz enlemesine, eşit aralıklarla konmuş dört ince destek demiri vardı, o kadar. Bunlara ağır ışıklar ve nesneler asamayacağımız da söylendi. Aklıma önce her yerde kullanılan klipsli lambalar geldi ama bunların çok dar alanları aydınlatan güçsüz, derme çatma izlenimi veren ışıklar olacağını farkedip vazgeçtim.

Sonra, kullanabileceğimiz en hafif mahfaza olarak mukavva kutular geldi aklıma. Evde küp bir kutunun içine ampul koyup tavandan astım ve ampulün izleyici tarafından görülmemesi için kutunun epeyce derin olması gerektiğini anladım. Kutuyu derinleştirdiğimde altında duran oyuncuyu yarı karanlıkta bırakan bir “lokal” ışık elde etmiş oldum ve sahne sanatlarında artık aşırı basmakalıplaşmış bu görüntü aklıma yatmadı. Ama ışığın yerde sınırları keskin bir kare oluşturması ilginç geldi.

Kutunun arka duvarını kısaltıp ışığın geriye doğru uzamasını, oyuncu gerideyken yüzünün aydınlanmasını sağlamayı denedim. Amacım oyuncuya içinde ileri geri hareket edebileceği, bedeninin yarı karanlıkla aydınlık arasında gidip gelebileceği dikdörtgen bir ışık koridoru yaratmaktı. Oldu ama bu kez ışık arkaya çok dağıldı. Bunu kontrol edebilmek için kutunun arka tarafını üçgenleştirdim ve İKİ’nin provalarına başladığımızda aksesuarı imal eden arkadaşlara önerim bu tuhaf biçimdeki kutulardan yapıp destek demirlerine asmaktı.

İlk denemelerimizde kutunun olabildiğince ensiz olması gerektiğini ve yeni LED ampullerle bunun mümkün olduğunu farkettik: en güçlü LED ampuller bile mukavvayı yakacak kadar ısınmıyor. Ortaya çıkan kutudan zemine sınırları belirgin bir ışık dikdörtgeni düşüyordu ama kutunun aykırı biçimini kontrolde zorlanıyorduk.

Bir noktada birimiz bütün denemelerimizde ampulü hep kutunun ortasında tuttuğumuzu farketti ve ön tarafa koymayı önerdi. Daha önce neden aklımıza gelmediği bir sır olan bu uygulamayla ensiz, derin bir dikdörtgen prizmayla istediğimiz etkiyi elde edebildiğimizi gördük.

Kutuyu başlangıçta standart koli mukavvasından yaptık ama sarı rengi nedeniyle görünümü bir ışık kaynağından çok, içi aydınlık bir nesneye benzedi. Siyah renkte bir malzeme kullanırsak ne sonuç alacağımızı merak ettik, kutunun içini siyaha boyadık ve o zaman kutunun görünmezleştiğini, havada hiç ummadığımız bir görüntü, ışıktan bir dikdörtgen oluştuğunu gördük. Sonuçta, siyah, sert kartondan beş kutu yapıp elbise askısı yöntemiyle destek demirlerine astık.

Önümüze çıkan başka bir sorun da bu kutuların her birinden izleyicilerin gerisine yerleştireceğimiz kontrol masasına kadar gidecek metrelerce kablo gerekmesi oldu. Buna çözüm olarak da ışıkları oyuncuların yakıp söndürebilmesi için kutulardan ucunda bir aç/kapa düğmesi olan kablolar sarkıtmaya karar verdik, bu da harekette ve sunumda hiç ummadığımız ilginçlikte yeni boyutlar yarattı.

Özetle, söz konusu mekan bizi standart bir tiyatro sahnesinde üzerinde düşünmeye gerek duyulmayan bir konuda kafa yormaya ve yeni bir şeyler bulmaya itmiş oldu. Standart ışıkların maliyetiyle kıyaslanamayacak derecede ucuz malzemeden, standart ışıklarla elde edilmesi zor ilginçlik ve işlevde, farklı bir aparat yaratmış olduk.

“Sanat” adını verdiğimiz insan etkinlikleri yokluğun ya da eksikliğin ciddi, vahim sonuçlar vermediği, tam tersine zihni, yaratıcılığı tetiklediği tek alan olabilir. Sanat özünde oyundur ve bir çocuğa oynasın diye ne olduğu belli, standart bir oyuncak bebek ya da araba vermekle bir kucak tahta parçası vermek arasındaki fark bütünüyle sanat ortamı için de geçerlidir.

Çağdaş gösteri sanatlarında elli, altmış yıldır alternatif mekan düşüncesi tartışılıyor ve deneniyor. Bu denemeler izleyici/dinleyicinin belirli fizyolojik gereksinimlerinin dikkate alınması gerektiğini gösterdi: İnsan uzun süre ayakta durunca yoruluyor, arada bir tuvalete gitmesi gerekiyor, gözleri dört yana değil, ancak bir yana bakabiliyor, mekan sıcak ya da soğuk olunca rahatsız oluyor, kendisine dokunulmasından pek hoşlanmıyor, vb.

Bu gereksinimler karşılandığı sürece herhangi bir mekanın gösteri sunumunda kullanılmaması için hiçbir neden yok — yeter ki yerleşik tanımların, kalıpların dışında düşünülebilsin.

Kalıpların aşılamamasının başlıca nedeni gösteriye ayrılacak mekanları hazırlayan tasarımcıların, yöneticilerin zihinlerinde yerleşmiş şablonlardan ötesini düşün(e)memesi oluyor. O nedenden “ham ve esnek oyun mekanı” denilebilecek yerler dünyanın hemen her yerinde yok denecek kadar az. Dünyanın hemen her yerinde gösteri mekanı olarak belirlenmiş “emlak” üzerinde söz sahibi olan gösteri sanatçısı da yok denecek kadar az.

Tek çıkış yolu, kanımca, bu sanatçıların işlerini şablon mekanlara uydurmaya çalışmak yerine, işlerine entegre edebilecekleri alternatif mekanlar düşünmeleri, imgelem ve cesaretlerini bu doğrultuda biraz zorlamalarıdır. Bu gözle bakıldığında mekan seçeneklerinin sanıldığından çok daha fazla olduğunun görüleceğine inanıyorum.

[Fotoğraflar: Murat Dürüm, Ali Erdemci]